31 Mayıs 2016 15:07
İslami duyarlığa sahip kişi ve kurumların temsil edilen ve 3 Kasım 1986'da yayın hayatına başlayan, Zaman gazetesinin kuruluşunda yer alan Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı, açıklamalarda bulundu. Zaman gazetesinin kurucu yayın danışmanı Nabi Avcı, gazetenin el değiştirdiği 1,5 yıllık süreç ve Fetullah Gülen'in fonksiyonuna ilişkin olarak, “Ali İhsan Arslan gazeteyi bıraktı. Aynı tarihte Necati Aktülün de bütün haklarını Alaeddin Kaya'ya devretmiş. Böylece gazetenin tek sahibi, Alaeddin Kaya görünüyordu. Alaeddin Kaya'nın Fetullah Gülen'in temsilcisi olarak gazetenin ortağı olduğunu, biz daha sonra öğrendik. Alaeddin Kaya'nın hakemi Fetullah Gülen'di” dedi.
Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı, Zaman gazetesinden Beyza Güdücü Akay’a verdiği söyleşi şöyle:
Nabi Avcı, şunları söyledi: “Biz olabildiğince, çok sesli bir gazete yapmaya çalıştık, tabii belli hassasiyetleri gözeterek. Ama mümkün olduğu kadar geniş bir yelpazeyi hedefleyen, daha demokrat, daha dünyaya açık, günün fikir akımlarına, siyasi gelişmelere açık bir gazete. Herhangi bir partiyle, cemaatle veya çıkar grubuyla, sermaye grubuyla bağlantısı olmayan bir gazete. Daha çok işte yazarları, çizerleriyle yürüyen. Benim-sekiz on tane müstearım vardı mesela, kalabalık görünmek için. Farklı kesimlerde de ilgiyle izlenen bir gazete olmuştu.”
“Turhan Dilligil'in çıkardığı 'Adalet' gazetesini rahmetli Faruk Sükan alınca, adını değiştirmiş, 'Zaman' yapmış. Yani 'Zaman' adını biz koymadık. Üç ortaklı bir gazete olarak başlamıştı; Necati Aktülün, Alaeddin Kaya ve Ali İhsan Arslan 3 ortaktı. Ben her üç ortağı da bu vesile ile tanıdım. Alaeddin Kaya'nın Fetullah Gülen'in temsilcisi olarak gazetenin ortağı olduğunu, biz daha sonra öğrendik.”
“Ben tanımıyordum Fethullah Gülen'i de, Alaeddin Kaya'yı da, Ali İhsan Arslan'ı da, Necati Aktülün'ü de. Ama zannediyorum Fehmi Koru, İzmir'den Fetullah Gülen'i bildiği için, Alaeddin Kaya'yı da tanıyordu. Gazetenin kuruluşu ve yönetiminin nasıl olacağı, yayın politikası, patronlarla çalışanlar arasındaki ilişkilerin nasıl olacağı konusu, daha çok Fehmi Koru'nun biçimlendirdiği bir model üzerinden yürüdü.”
“Ali İhsan Arslan gazeteyi bıraktı. Aynı tarihte Necati Aktülün de bütün haklarını Alaeddin Kaya'ya devretmiş. Böylece gazetenin tek sahibi, Alaeddin Kaya görünüyordu. Alaeddin Kaya ile bir yazılı sözleşme yaptık. O yazılı sözleşme şöyle diyordu: ‘Gazetenin yayın politikasına Fehmi Koru, Nabi Avcı, Mehmet Doğan, Adnan Tekşen, --Ali Bulaç vardı galiba- Ali Bulaç'tan müteşekkil yayın kurulu karar verir. Yayın kuruluyla gazete sahibi arasında bir ihtilaf çıkarsa, gazete sahibinin belirleyeceği bir hakeme gidilir, onun kararına uyulur.' Biz de kabul ettik, imzaladık hakikaten.”
“Alaeddin Kaya, ‘Gazete İstanbul'a gidecek, siz bir süre tatil yapın.' dedi. Dedik ki, ‘Yani bir ihtilaf mı var?' 'Ya öyle fazla bir şey yok ama böyle münasip gördük.' falan dedi. 'Ama bizim yazılı bir anlaşmamız var. Bu yazılı anlaşmada, hani bir ihtilaf olursa hakeme gidecektik?' dedim. 'Biz gittik hakeme.' dedi. Hakem dediği, meğer Fetullah Gülen'miş. 'E ne dedi?' dedik. 'Bize hak Verdi.' dedi. 'E ama bizi dinlemedi.' dedik. Kaya, 'Biz sizin adınıza da gerekli şeyleri söyledik, böyle karar verdik.' dedi. 'O zaman, bu anlaşmayı hükümsüz kıldınız, sizi mahkemeye vereceğiz.' dedik. Biz de onları mahkemeye verdik ve mahkemeyi kazandık.”
“Alaeddin Kaya, gazetenin tek patronu haline geldikten sonra, özellikle gerek Ankara, gerek İstanbul, gerek İzmir bürosuna birtakım genç adamlar yerleştirdiler. Bir kısmı bir-iki ay bizimle çalıştılar, sonra Amerika'ya gitti bunlar. Sonra bunların bazıları, yani şu anda kamuoyunun da bildiği gazeteciler oldular.”
Nabi Avcı, Zaman Gazetesi'nin içinde bulunduğu bu grubun paralel yapıya döndüğüne yönelik sorumuza şöyle cevap verdi: “Zannediyorum özellikle emniyete, istihbarata, askeriyeye ve yargıya nüfuz etmeye başladıkları zaman, bazı yabancılar bunların Türkiye'de bazı operasyonlar için kullanışlı hale geldiklerini, o güce ulaştıklarını düşünerek, bunlara daha çok nüfuz ettiler. Veya başından beri bu hazırlıkların içinde oldular...”
Avcı, “Zaman Gazetesi'nde yeniliklere gidiyoruz. Ne önerirsiniz bizlere?” şeklindeki sorumuza şöyle cevap Verdi: “Hayırlı olsun. Ben şunu söyleyeyim, çok zor bir işe soyunmuşsunuz. Bu gazeteyi salim bir çizgide, gerçekten bir gazete olarak sürdürmeye çalışan ekibin işinin, gerçekten çok zor bir iş olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu gazetenin bagajı çok yüklü. Bu bagajı nötrleyecek bir gazetecilik yapmak zor görünür bana, her gün bu bagajın ağırlığını hissedersiniz. Normal bir gazetecilik gerilimini çok aşan bir psikolojik ortamda çalıştığınız, çalışmaya devam edeceğiniz anlamına gelir. Allah kolaylık versin.”
****
Prof. Dr. Nabi Avcı, 65. Hükümet'le birlikte Kültür ve Turizm Bakanı'mız. 'Sayın Bakan'ım' hitabının, içi dopdolu 'Hocam' hitabıyla, haklı bir saygıyla yer değiştirdiği ender siyasetçilerden. Siyasetin serin, bazen buzlu sularından biraz sıyrılıp, Sayın Avcı ile gazetecilik geçmişi ve iletişim duayenliğiyle yoğrulan sıcak ve insani bir sohbet gerçekleştirdik. Zaman'a zaman tanıdık.
3 Kasım 1986'da Ankara'da Ulus Rüzgarlı Han'da, muhafazakar cephenin sesi olarak kuruldu Zaman Gazetesi ve siz kurucu yayın danışmanıydınız. Biraz bahseder misiniz Zaman Gazetesi'nin kuruluşundan?
Bu camianın ilk fikir gazetesi değildi Zaman. Daha önce 'Yeni İstanbul', 'Yeni Devir', Erol Güngör'ün başyazılarını yazdığı eski ‘Ortadoğu' gazetesi, ‘Babıali'de Sabah' gazetesi var; dolayısıyla öncüleri olan bir gazete Zaman. 86'da kurduğumuz Zaman Gazetesi, daha sonraki Zaman Gazetesi'yle alakası olmayan bir gazeteydi. Turhan Dilligil'in çıkardığı 'Adalet' gazetesini rahmetli Faruk Sükan alınca, adını değiştirmiş 'Zaman' yapmış. Yani 'Zaman' adını biz koymadık. Üç ortaklı bir gazete olarak başlamıştı; Necati Aktülün, Alaeddin Kaya ve Ali İhsan Arslan 3 ortaktı. Ben her üç ortağı da bu vesile ile tanıdım. Gazetenin 86'da çıkışında, genel olarak ortaklar adına gazeteyi Ali İhsan Arslan yönetiyordu. Necati Aktülün hemen hemen hiç görünmedi ortada, İstanbul'daydı zaten. Alaeddin Kaya ve Ali İhsan Arslan zaman zaman yayın kurulu toplantılarına katılıyorlardı. Doğrusu çok fazla da müdahil olmuyorlardı ilk başlarda. Gazete ilk çıktığında ciddi bir tiraj problemiyle karşı karşıya kaldı, hiç tanıtımı yapılmadı, dağıtımda ciddi problemler vardı, o yüzden gazete kendini toparlayamıyordu. Biz bir türlü tiraj tutturamayınca, patronlar daha çok müdahil olmaya başladılar. Alaeddin Kaya'nın Fethullah Gülen'in temsilcisi olarak gazetenin ortağı olduğunu, biz daha sonra öğrendik. Ben tanımıyordum Fetullah Gülen'i de, Alaeddin Kaya'yı da, Ali İhsan Arslan'ı da, Necati Aktülün'ü de. Ama zannediyorum Fehmi Koru, İzmir'den Fetullah Gülen'i bildiği için, Alaeddin Kaya'yı da tanıyordu. Dolayısıyla, gazetenin kuruluşu ve yönetiminin nasıl olacağı, yayın politikası, patronlarla çalışanlar arasındaki ilişkilerin nasıl olacağı konusu, daha çok Fehmi Koru'nun biçimlendirdiği bir model üzerinden yürüdü. Daha doğrusu yürümedi. Çünkü bir sene sonra, Ali İhsan Arslan bizi gazeteden attı. (Gülüyor)
Nasıl yani?
Bayağı işimize son verdiler. Biz derken kimi kastediyorum, hepimizi. Fehmi Koru da dahil olmak üzere, hepimizi... Ve Ali İhsan Arslan, kendi kurduğu bir ekiple gazeteyi çıkaracağını düşünerek bunu yaptı. Fakat bir hafta dayanamadı çünkü okuyucu çok ciddi tepki gösterdi. Enteresan bir biçimde, gazetenin az sayıdaki okuyucusu çok ciddi tepki gösterince, Ali İhsan Arslan da gazeteyi bıraktı. Aynı tarihte Aktülün de bütün haklarını Alaeddin Kaya'ya devretmiş. Böylece gazetenin tek sahibi Alaeddin Kaya görünüyordu. Biz de, o ilk atılma, gazeteden uzaklaştırılma hadisesinden ders çıkararak, kendimizce, yeni ve tek patronumuz Alaeddin Kaya ile bir yazılı sözleşme yaptık. O yazılı sözleşme şöyle diyordu: ‘Gazetenin yayın politikasına, Fehmi Koru, Nabi Avcı, Mehmet Doğan, Adnan Tekşen, -Ali Bulaç vardı galiba- Ali Bulaç'tan müteşekkil yayın kurulu karar verir. Yayın kuruluyla gazete sahibi arasında bir ihtilaf çıkarsa, gazete sahibinin belirleyeceği bir hakeme gidilir, onun kararına uyulur.' Biz de kabul ettik, imzaladık hakikaten. Aradan çok kısa bir süre geçti, bir gece beni Alev Alatlı aradı. Telefonda, İstanbul'dan dedi ki; 'Hayırlı olsun, gazeteyi bırakıyor musunuz, gazete İstanbul'a taşınıyormuş?' 'Nereden çıkartıyorsun?' dedim, 'Bana, Mehmet Şevket Eygi geldi. Gazeteyi devraldığını, İstanbul'a getireceğini, İstanbul'da çıkacağını, kendisinin genel yayın yönetmeni olduğunu söyledi ve bana da köşe yazarlığı teklif etti.' dedi. (duraklama, sessizlik) Biz tabii, sabahı zor ettik. Sabahleyin Alaeddin Kaya'ya gittim. Fehmi Koru, Mehmet Doğan, Adnan Tekşen de vardı zannediyorum. 'Nedir mesele?' dedik. Kaya, 'Böyle bir karar aldık, gazete İstanbul'a gidecek, siz bir süre tatil yapın.' dedi. Dedik ki, ‘Yani bir ihtilaf mı var?' 'Ya öyle fazla bir şey yok ama böyle münasip gördük.' falan dedi. 'Ama bizim yazılı bir anlaşmamız var. Bu yazılı anlaşmada, hani bir ihtilaf olursa hakeme gidecektik? O zaman, hakeme gideceğiz, kimse hakeminiz onu söyleyin, ona gideceğiz.' dedim. 'Biz gittik hakeme.' dedi. Hakem dediği, meğer Fethullah Gülen'miş. 'E ne dedi?' dedik. 'Bize hak Verdi.' dedi. 'E ama bizi dinlemedi.' dedik. 'Yani hakemin bizi de dinlemesi gerekmez miydi?' Kaya, 'Biz, sizin söyleyebileceklerinizi zaten söyledik.' dedi. (Gülüyor)
Pek tarafsızmış bu hakemlik!..
Yani, 'Biz sizin adınıza da gerekli şeyleri söyledik, böyle karar verdik.' dedi. 'O zaman, bu anlaşmayı hükümsüz kıldınız, sizi mahkemeye vereceğiz.' dedik. Biz de onları mahkemeye verdik. (Gülüyor) Ve mahkemeyi kazandık. Kazandık da ne oldu? İşte bize bir yıllık maaşımızı tazminat olarak verdiler. 'Faizini almayın.' dediler, 'İyi tamam faizini almayız.' dedik biz de. Böylece gazeteyi İstanbul'a taşıdılar. Bu arada, Fehmi Koru dedi ki, 'Ben sizinle birlikte mahkemeye de gitmem, benim ayrıca bir anlaşmam var, o anlaşma bitene kadar ben çalışmak zorundayım.' Bizim dışımızda, ayrıca bir anlaşması varmış meğer. O öyle devam etti sonra. Şimdi, gazete bir yıl süren bir gazeteydi ama en azından kuruluşundaki o ilk bir yıl, gerçekten çok sıcak bir ortamda, Rüzgarlı Sokak'ta, eski Adalet Gazetesi'nin idarehanesinde çok namüsait şartlarda ama genç bir ekip tarafından çıkarılan bir gazeteydi. Daha çok üniversite öğrencileri, öğretmenler, okur-yazarların severek takip ettikleri bir gazeteydi.
Kuruluş aşamasındaki yayın ilkeleriniz nelerdi?
Biz olabildiğince çok sesli bir gazete yapmaya çalıştık, tabii belli hassasiyetleri gözeterek. Ama mümkün olduğu kadar geniş bir yelpazeyi hedefleyen, daha demokrat, daha dünyaya açık, günün fikir akımlarına, siyasi gelişmelere açık bir gazete. Herhangi bir partiyle, cemaatle veya çıkar grubuyla, sermaye grubuyla bağlantısı olmayan bir gazete. Daha çok işte yazarları, çizerleriyle yürüyen. Çizer de, rahmetli Necdet Konak. Çok yazarımız da yoktu, o yüzden çok müstear kullanıyorduk. Yani benim, sekiz-on tane müstearım vardı mesela, kalabalık görünmek için. (Gülüyor) Büyük ölçüde muvaffak olduk. Bu geniş açıyla bize bağlı bir okuyucu kitlesi oluşmaya başlamıştı. Farklı kesimlerde de ilgiyle izlenen bir gazete olmuştu. Mesela ne kadar farklı kesimlerde ilgiyle izlendiğini söyleyeyim. Biz gazeteden, son darbeyle ayrılınca, bize bir haber geldi. Dediler ki: ‘Bülent Ecevit sizinle görüşmek istiyor.' Bülent Ecevit, Oran'daki evine davet etmiş, gittik, gazetenin eski yönetimi olarak. İşte ben vardım, Erol Göka, Celal Kazdağlı vardı. Bülent Ecevit'in bizi böyle çok genç görünce, şaşırdığını da hatırlıyorum. Kapıyı kendisi açtı ve bir-iki saat süren çok güzel bir sohbetimiz olmuştu Ecevit ile. O da üzülmüştü, gazetenin böyle el değiştirmesi, bu yayın çizgisinin etkisiz hale gelmesinden ve gazeteyi zevkle takip ettiğini söylemişti.
Siyasi iklim nasıldı diyecektim, siz Bülent Bey'in sizi davet ettiğini söylüyorsunuz.
Şöyle bir şey de var mesela: İlk başta dediğim gibi, gazete bir türlü tiraj alamıyordu falan, o günlerde darbe şartları henüz tam ortadan kalkmış değil. Mesela Bülent Ecevit, yasaklıydı o tarihte. Süleyman Demirel de yasaklıydı. Biz hatta, kendimizce kurnazlık yapmaya kalktık. Dedik ki, gidelim Süleyman Demirel'le bir röportaj yapalım. Çünkü hiç kimse, o tarihte yasaklı bir siyasetçi ile röportaj yapmaya cesaret edemiyor. Dedik ki, ya onlar kapatır gazeteyi, neydi adı onların, ne konseyiydi? Milli Güvenlik Konseyi.. Evet, ya Milli Güvenlik Konseyi bizi kapatır ya da tiraj alırız. Celal Kazdağlı ve bir arkadaşla daha birlikte Süleyman Demirel'e gittik. Güniz Sokak'ta, böyle çok geniş bir salonda oturuyordu. Önünde büyük, üzeri kitaplarla dolu bir sehpa olan koltuğuna oturdu. Salonda da, çepeçevre dizilmiş sandalyelerde, Anadolu'dan geldiği belli olan, muhtemelen eski Adalet Partisi teşkilatından insanlar var. Beni, Süleyman Demirel'in yanına oturttular. Ben de kendisine dedim ki, 'Efendim siz, Türk siyasetinin pek çok dönemlerine şahitlik etmiş bir siyaset duayenisiniz. Biz de yeni bir gazeteyiz. Sizin bu engin tecrübelerinizi, okuyucularımızla paylaşmak için bir röportaj yapmak istiyoruz sizinle.' Demirel şöyle bir durdu. 'Şunu şöööle yüksek sesle söyleyin de şu argedeşler de bir duysunlar.' Dedi. (Gülüyor) Yani bütün eski arkadaşlarına, 'bakın hala beni siyaseten duayen kabul eden, benimle röportaj yapmaya gelen gazeteciler var' mesajını vermek istiyor. Bir de onlara yüksek sesle, 'argedeşlerin' duyacağı şekilde söyledik. (Gülüyor) Ama röportajı da gerçekleştiremedik. Bizi gönderdiler çünkü.
Zaman Gazetesi'ne dair, sizin de muhakkak kulağınıza çalınmıştır o dönem; 'İşte Zaman Gazetesi, tersten okununca Namaz Gazetesi' gibi sözler...
Evet evet. Kim çıkardı bu lâfları onu hatırlamıyorum ama daha gazete çıkmadan başladı bu. İşte 'tersinden okunduğu zaman, namaz oluyor, dolayısıyla nasıl bir gazete olduğunu siz oradan varın hesap edin' mealinde şeyler oldu. Ama dediğim gibi, bu gazetenin adını biz koymadık, Faruk Sükan koymuştu. Patronlar gazeteyi aldıklarında, zaten adı Zaman idi. Şöyle bir şey de hatırladım siz söyleyince: Bizim gazete çıkmadan önce veya o tarihlerde, Günaydın grubu, bizim hitap edeceğimizi varsaydıkları camiaya hitap etmek üzere, Yeni Haber diye bir gazete çıkarmaya teşebbüs ettiler. Ve Rüzgarlı Sokak'ta, bizim üst katımızda da, bir yer tuttular.
Yani üst kattalar ama onların ofis tabii çok dayalı döşeli. Mesela şöyle şeyler konuştuğumuzu hatırlıyorum: 'Yahu yukarıdakiler bir cihaz almışlar, faks cihazıymış adı' (Gülerek devam ediyor.) Gazetenin sayfasını buradan yapıp, fotoğrafını çekiyorlarmış, İstanbul'a gönderiyorlarmış, olduğu gibi oraya gidiyormuş gazete.' diye. Teleksle çalışıyoruz biz o zaman. Bürodaki en gelişkin alet, teleks ve telefon. Yani utanmasak, gidip 'yahu şunu bir görelim' falan diyeceğiz ama rakibiz. Rahmetli Ahmet Kabaklı'yı transfer ettiler falan. O yüzden bizim gazetenin çıkışı da bir süre gecikti zaten. Biz istiyoruz ki, önce onlar çıksın, şöyle bir bakalım.
Görelim ve ona göre biz de şeklimizi şemailimizi, muhtevamızı, mizanpajımızı, logomuzu ayarlayalım. Öyle karşılıklı birbirini kollayan bir dönem geçirdik, sonra onlar dayanamadılar, çıkardılar. Gazeteyi görür görmez, benim hakikaten böyle sezgilerim var, birçok zaman tutuyor, dedim ki; 'Tamam, bu kırk gün.' (Gülüyor)
(Gülerek) Kırkını ya çıkarır, ya çıkarmaz. Nitekim kırkını çıkartır çıkartmaz gazeteyi kapattılar. Daha sonra, şunu da hatırlıyorum: Alaeddin Kaya, gazetenin tek patronu haline geldikten sonra, özellikle gerek Ankara, gerek İstanbul, gerek İzmir bürosuna birtakım genç adamlar yerleştirdiler. Bir kısmı bunların, bir-iki ay bizimle çalıştılar, sonra Amerika'ya gitti bunlar. Sonra bunların bazıları, yani şu anda kamuoyunun da bildiği gazeteciler oldular. O zaman ben, Fetullah Gülen'i falan tanımıyorum ama Alaeddin Kaya'nın hal ve hareketlerinden hissediyorduk ve söyledim de kendisine. 'Tamam sizi anladım, siz bu işi öğrenene kadar bizimle yürüyeceksiniz, bir süre sonra bizi göndereceksiniz ama biz o zamana kadar, hiç olmazsa bu arkadaşlar bir şeyler öğrenene kadar işimize bakalım.' diye şakayla karışık konuştuğumuzu ama yani ne çevirdiğinizi az çok hissediyoruz mesajını da içeren konuşmalarımız olduğunu hatırlıyorum. Ayrıca Molla Kasım da, alttan alta çevrilen bu dolapları ti'ye alan birçok mizah yazısı da yazmıştı...
Müstear isimler kullandınız Zaman'da, en çok akılda kalan 'Molla Kasım'dı, bir tarafınız dış haberciydi 'Enes Harman' olarak. Nabi Avcı'nın yazılı basına hediye ettiği, bir kısmını halen bilmediğimiz karakterler var. Bize anlatır mısınız bu süreci?
Bu müstearların bir kısmı, daha önce zaten başka yayın organlarında kullanılmıştı. Mesela 'Enes Harman' 1974 senesinde, Yeni Devir Gazetesi'nde yazmaya başladığım zaman kullandığım müsteardı. Çünkü ben o tarihte, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde öğrenciydim. Yeni Devir gibi bir gazetede dış politika yazan bir adamın da, ODTÜ'de sağlıklı bir eğitim hayatı görmesi sıkıntılı olacağı için, Enes Harman müstearıyla yazıyordum. Zaman Gazetesi'nden önce, bizim üç aylık bir Milli Gazete tecrübemiz var. 1983'tü zannediyorum. rahmetli Erbakan, Fehmi Koru'yu davet etmiş. 'Milli Gazete'yi siz alın, adam edin' diye. Biz de 'tamam' dedik, şöyle bir anlaşma yaptık rahmetli Erbakan'la şifahi olarak: 'Biz üç ay gazeteyi bildiğimiz gibi çıkartalım, adını değiştirmeyeceğiz ama gazetenin mizanpajı, karakteri, yazarları, her şeyi değişecek. Bize üç ay müsaade edin, beğeniyorsanız devam edelim.' 'Tamam' dedi rahmetli Erbakan ve biz üç ay kafamıza göre bir gazete yaptık. Çok güzel bir gazete oldu. Hakikaten benim bugüne kadarki gazete tecrübelerim içinde, o üç aylık Milli Gazete çok güzeldir. Üç ay sonra biz geldik, rahmetli Erbakan hocaya, biz gelince de, çok güzel sofra hazırlatıyordu. Mahmut diye bir aşçısı vardı. 'Mahmut Bey sizin için özel hazırladı.' diye iltifat ederdi. Üç ayın sonunda, yine böyle güzel bir sofra hazırlamışlar, yemek başlamadan, hal hatır faslından sonra, ben dedim ki, 'Efendim, biz sizden üç aylık bir mühlet almıştık, şimdi üç ay doldu bu arada, biz orada gazetede yatıp kalkıyoruz. Fehmi Bey'in (Koru) yeni bebeği oldu, onu görmeye bile gidemedi İzmir'e. Karar vermemiz gerekiyor. Yani biz devam edeceksek, hangi şartlarda olacak?.. Ücret meselesini ima ediyorum. 'Hangi şartlarda çalışacağız ona göre evlerimizi taşıyacağız. Biz şimdiye kadar gazetede idare ettik filan ama..' Rahmetli, şöyle bir durdu, 'Eveeet' dedi, 'Bütün ümmetin duaları sizinle, afiyet olsun.' (Gülümseyerek)
Yesek mi yemesek mi?
Baktık ki, böyle net bir durum yok, durum netleşene kadar, biz müsaade aldık gazeteden. Gitmedik. Bir hafta-on gün daha künyede isimlerimiz göründü, sonunda ısrarımız üzerine çıkardılar. O iş de öyle bitti. İlk Molla Kasım yazısı da, işte orada, Milli Gazete'de oldu.
Neden sizin kalbinizde bu kadar özel Molla Kasım?
Doğrusunu söylemek gerekirse, ben Molla Kasım'ı sanki çok benim dışımda bir adam gibi tahayyül ediyorum hep. Yazılarını da, sanki bir başkası yazmış gibi okuduğum olmuştur gerçekten. Böyle bir muhalif damarı temsil eder. Zaten hem Milli Gazete'de hem de Zaman Gazetesi'nde, gazete içi muhalefeti seslendiren bir adam. Gazetenin arkasında yazardı, Zaman Gazetesi'nde ve sürekli ön sayfada yazan Nabi Avcı'ya, 'bu gazete böyle mi yönetilir, şu gazeteyi bana verin de bak neler yapıyorum, şöyle kuş kondururum, böyle uçururum' falan mealinde, sadece gazete yönetimine de değil, bazı grupları, tutumları, tavırları, anlayışları mizahi bir dille eleştiren bir figür aslında. Molla Kasım'ın oluşmasında, rahmetli Necdet Konak'ın çok emeği vardır. Çünkü çok güzel bir Molla Kasım tipi çizmişti. Necdet'i arıyordum, diyordum ki: 'Molla bu hafta gazetede darbe yapacağını anlatıyor.' Sanki ben o yazıyı yazmışım gibi, sanki o yazıyı Necdet defalarca okumuş gibi, öyle bir karikatür çizerdi ki; cuk otururdu yazının içerisine. Ben de o karikatürü, yazıyı yazdıktan sonra görürdüm. O kendi karikatürünü öyle çiziyordu, ben kendi yazımı böyle yazıyordum, sonra bunlar bir araya geldikleri zaman olağanüstü, birbirini tamamlayan bir şey oluşuyordu. Denk getirmiş, birbirimizi böyle okumuş olmak ikimizin de çok hoşuna gidiyordu.. Çok güzel bir birlikteliğimiz olmuştu rahmetli Necdet Konak'la. Bir de, uzun süre Molla Kasım'ın kim olduğunu, gazete yönetimi bilmiyordu, ama Fehmi Koru biliyordu. Alaeddin Kaya bilmiyordu mesela. Hatta bir yayın kurulu toplantısında, Alaeddin Kaya dedi ki: 'Molla Kasım diye birisi yazıyor, durmadan size çakıp duruyor. Kim bu herif? Bunun kulağını çekin.' (Gülüyor)
Sizi çok mutlu ettiğini görüyorum o dönemin.
Tabii bir tür terapi yani, çünkü çok geniş şartlarda çalışmıyorduk. Bir de Hakan Albayrak'ın yazdığı Werner Hugo' su vardı. Molla Kasım'a kinaye, Werner Hugo diye bir tip. Alman asıllı, Türkçeyi doğru düzgün konuşamayan. Hatta Molla Kasım ondan bahsederken, 'Alaman yavrusu' diye bahsederdi.
Bütün bunlar, sizin yüzünüzü güldüren mutlu eden hatıralar, lakin Zaman Gazetesi, sizin o gönderilmenizden sonra bir cemaat yapılanmasına dönüştü. Bu cemaatleşmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi bizden sonra, Mehmet Şevket Eygi geldi Zaman'a, sonra o da gitti, başkaları geldi. Hiç bizim tarzımız olmayan bir gazete ortaya çıktı, Fethullah Gülen grubunun elinde. Benim gazeteyle ilişkim kalmadı. Alıp okuduğumu da hatırlamıyorum. Gazetenin daha ileriki yıllarda, daha büyüdüğü, Fethullah Gülen'in ortalıkta daha çok görüldüğü tarihlerde, bütün böyle tanınmış insanları, sinema sanatçılarını davet ettikleri yıldönümü şeyleri yaparlardı mesela, beni hiç çağırmamışlardı. Çok yıllar sonra, 2000'li yılların başı olabilir, bir kere biz de davet edilmiş olduk. O kadar yani. Tabii o dönemlerde birtakım okullar açılıyor, biz o faaliyetlerini 'hayra hizmet eden eğitim çalışmaları yapıyorlar, yurt dışında okullar açıyorlar, Türkçenin ve Türk kültürünün tanıtılmasına vesile oluyorlar' diye, iyi duygularla, o faaliyetlerini uzaktan takip ediyorduk. Bütün bunların nasıl döndüğünü, ne amaca matuf olduğunu falan düşünmeksizin, bilmeksizin, kondurmaksızın, biz herkes gibi, onların bizden farklı, bizim gibi düşünmeyen, farklı bir meşrepten, farklı bir anlayıştan ama yine de o geniş dairenin içinde insanlar olarak görüyorduk.
Yani Müslüman bir gruptur, Zaman, Müslüman bir gazetedir.
Müslüman gazete tabirini, bizim kendi çıkardığımız tarihlerde hiç kullanmadık.
Hangi tabiri tercih edersiniz?
Gazete. 'Gazete gazetedir' diye benim bir yazım vardır. 'Gazete gazetedir', yani gazetenin bir parti olmadığını, bir cemaat olmadığını, bir düşünce kulübü olmadığını, 'gazetenin gazete olduğunu' anlatmaya çalışan bir yazımı hatırladım şimdi. 'Gazete gazetedir.'
Peki Zaman Gazetesi, Fethullah Gülen cemaatine devretti ama sonrasında içinde bulunduğu bu grup nasıl paralel yapıya dönüştü?
Zannediyorum özellikle emniyete, istihbarata, askeriyeye ve yargıya nüfuz etmeye başladıkları zaman, bazı yabancılar bunların Türkiye'de bazı operasyonlar için kullanışlı hale geldiklerini, o güce ulaştıklarını düşünerek, bunlara daha çok nüfuz ettiler. Veya başından beri bu hazırlıkların içinde oldular...
Gazete gazetedir dediğiniz için, gazetecilerin böyle algı yönetimleri yapmak gibi bir görevleri var mıdır?
Görevlendirilmişlerse vardır. Yani gazete olmaktan kaynaklanan bir görev değildir bu. Birileri görevlendirilmişse, o zaman gazeteyi de bu amaçla kullanırlar. Ve onlar görevlendirilmişlerdir. Eğer bir gazete gazete değilse, o zaman başka bir şeydir. Başka bir şey olduğunda, başka şeylerin tabi olduğu hukuk kurallarına göre değerlendirilir.
Zaman Gazetesi'nde yeniliklere gidiyoruz. Ne önerirsiniz bizlere?
Hayırlı olsun. Ben şunu söyleyeyim, çok zor bir işe soyunmuşsunuz. Bu gazeteyi salim bir çizgide, gerçekten bir gazete olarak sürdürmeye çalışan ekibin işinin gerçekten çok zor bir iş olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu gazetenin bagajı çok yüklü. Bu bagajı nötrleyecek bir gazetecilik yapmak zor görünür bana, her gün bu bagajın ağırlığını hissedersiniz. Normal bir gazetecilik gerilimini çok aşan bir psikolojik ortamda çalıştığınız, çalışmaya devam edeceğiniz anlamına gelir. Allah kolaylık versin.
© Tüm hakları saklıdır.