Gündem

Yusuf Ziya Cömert: Bazı ekran uleması çalışmıyor, bilmiyor, yuvarlıyor, göz göre göre sallıyor!

'Ekran alimi içten olmalı, kendini ucuz bir fiyata satmamalı'

29 Haziran 2015 15:22

Ramazanda televizyon kanallarda din adamlarının dini içerikli yayın yapan programlardan ücret almasının normal olduğunu belirten Yeni Şafak yazarı Yusuf Ziya Cömert, “Yeter ki, hocalar, doğruyu söylesin. Bilmediği durumlarda gürültüye getirmesin, 'çalışayım, bir dahaki programda anlatayım' diyebilsin. Demiyor bazıları, okumamış, bilmiyor, göz göre göre sallıyor” dedi.

Cömert yazısında, “Şimdi hocam, diyelim, Kerbela'yı anlatıyorsun. Birinci defa anlattın. Sözün bir yerinde, dinleyicinin çok duygulandığını gördün. İkinci anlatışta, aynı yerdesin. Ve üçüncüde. Dördüncüde, beşincide... Biliyorsun, şimdi bir şey diyeceksin ve dinleyenler ağlayacak. Ve diyelim kırkıncı defa bu tekerrür edecek. Rutinleşmiyor mu?” ifadelerine yer verdi.

Yusuf Ziya Cömert’in Yeni Şafak gazetesinin bugünkü (29 Haziran 2015) nüshasında “Ekran Uleması” başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:

Siyasete daldık gidiyoruz. Ramazan-ı Şerif ne oldu haberimiz yok.

Gafletin bir başka çeşidi yaşadığımız. 'Bilinç' kisvesiyle aramızda dolaşıyor.

Hızla geçip gidiyoruz Ramazan'ın içinden. Tramvayla pazar yapmak gibi.

Bu gün (dün) bizim mahallenin pazarıydı. Pazar yaptım. Herhalde buradan çağrışım yaptı.

Acelem vardı, pazarın hemen girişindeki pazarcılardan aldım gittim. Bunlar, galiba bir sülale. Tezgahın başında on kişi var.

Nereli olduklarını sormadım ama Kürtler. Esnaflıkları da iyi.

Ramazan'da insanın kafası başka bir 'işletim sistemi'yle çalışıyor herhalde. Neyi hatırladım.

Otuz seneye yaklaştı, Kocamustafapaşa'daki Cuma Pazarı'nda Sabah Kara'ya rastladım. (Şimdi de rastlasam iyi olur.)

O zaman da Kürt pazarcılar vardı.

Sabah, Kürtçe konuşana muamelelerinin daha iyi olduğunu söyledi. Şimdi hepsi profesyonel oldu. Kürtçe konuşmasan da iletişimleri iyi.

Tamam da, tramvay neydi o deminki?

Tramvay?

Biz de Ramazan-ı Şerif'in içinden transit geçiyoruz. Odur herhalde. Ramazan kafası, troleybüs demediğime dua edin.

Bugün, Ramazan'ı bahane ederek, sağda solda söyleyip de henüz yazmaya fırsat bulamadığım bir bahsi açacağım.

Hocalar.

Ekran hocaları.

Ben ilmi sohbet dinlemeyi severim.

Dinlerken yeni bir şey öğrenmeyi ümid ederim.

Ekrandaki hocanın, bir kaç dakika içinde, beylik lafların ötesine geçip ciddi ciddi, bir şey öğreteceğini hissedersem, dinlemeye devam ederim.

Eğer ilimden ümidim yoksa, üslubuna, anlatım zenginliğine, bakarım.

Gerçekten, bazıları çok renkli, çok eğlenceli anlatıyor.

Bazılarınınsa şivesi çok tatlı.

Mesela, Necmettin Nursaçan Hoca, babamın da arkadaşıdır. Hem ilim sahibidir, hem de şivesi tatlıdır.

Cevat Akşit Hoca da güzel bir Ege şivesiyle konuşuyor.

Ömer Döngeloğlu'nun Tokat şivesi de yabana atılamaz.

Ömer Hoca'yı ben, Hilmi Oflaz'ın cenazesinde tanıdım. O gün beni ağlatmıştı.

Bu hocalar ve diğer hocalar, başka Müslümanları çalakalem tekfir etmiyorsa, ben bunları dinleyebiliyorum.

Fakat, bazı şeyler, beni, ekranda hoca dinlemekten soğutuyor.

Nedir o şeyler?

Profesyonellik.

Hocalığın değil, ekranın profesyonelliği.

Tamam, hocalığın profesyonelliği de matah bir şey değil.

Böyle işlerde içtenlik önemlidir, karşılıksızlık önemlidir.

'Ucuz bir fiyata satmamak' önemlidir.

'Kuldan ecir istememek' önemlidir.

Fakat sonuçta bir iş görülüyor.

Adam, evinden kalkıp stüdyoya geliyor, bir kaç saatini oralarda harcıyor.

Uykusuz kalıyor. Çoluk çocuğundan ayrı kalıyor.

Bu durumda, işin ücrete tabi olması normal.

Yeter ki, hocalar, doğruyu söylesin.

Bilmediği durumlarda gürültüye getirmesin, 'çalışayım, bir dahaki programda anlatayım' diyebilsin.

Demiyor bazıları, okumamış, bilmiyor, göz göre göre sallıyor.

Bazıları da, dinin köşeli taraflarını seyircinin veya rical-i devletin hatırı için yuvarlıyor.

(28 Şubat'ta daha çoktu bu 'yuvarlama'lar.)

Asıl demek istediğim 'profesyonelleşme' başka.

Bazı hocalarla konuştum bunu.

Şimdi hocam, diyelim, Kerbela'yı anlatıyorsun.

Birinci defa anlattın. Sözün bir yerinde, dinleyicinin çok duygulandığını gördün.

İkinci anlatışta, aynı yerdesin.

Ve üçüncüde. Dördüncüde, beşincide...

Biliyorsun, şimdi bir şey diyeceksin ve dinleyenler ağlayacak. Ve diyelim kırkıncı defa bu tekerrür edecek.

Rutinleşmiyor mu?

Bir oyununun repliğini yüzüncü defa tekrarlar gibi... Yani, seyirci açısından değil. Seyirci bunu fark etmeyebilir.

Hoca'nın kendisi açısından.

Sıradanlaşmıyor mu? Olay, senin için, her gün kullanılan bir anlatım nesnesine dönüşmüyor mu?

Ben, işte bazen böyle siyasi önemi olmayan, fuzuli konulara takılıyorum!

Çağrı filminde Hamza rolünü oynayan veya Bilal-i Habeşi'yi, Zeyd'i, Sümeyye'yi oynayan oyunculara da takılmıştım.

Hadi ötekilerin insanın zihnine yerleşecek kadar uzun sahnesi yok ama Anthony Quinn filmin her tarafında.

Hepimizin bir Hamza'sı var. Simasını tarif edemediğimiz ama hissettiğimiz, bir Yiğit, bir Şehit sahabi...

Filmi seyrettikten sonra, muhayyilemizdeki 'Seyyidina Hamza'nın yerine başka bir suratın, bir artist suratının yerleşme ihtimali yok mu?

Yanlış anlaşılmasın, o va'zu nasihatları da, usulünce çalışılmış filmleri de lüzumsuz görmüyorum.

Bu 'cehalet çağı'nda, bakarsın insanlar bir şey öğrenir.

Ama doğru yöntemin, yüzyüze ve yaşayarak insandan; okuyarak kitaptan öğrenmek olduğunu söylemek istiyorum.

Uygun görürseniz, bu benim Ramazan yazım olsun.

Ramazan-ı Şerif'iniz mübarek olsun.

İlgili Haberler