Arap Baharı'nın devrimci dinamiklerinin üzerinden geçen sekiz yılın ardından, insanların demokratik ve onurlu bir yaşam umudundan geriye fazla bir şey kalmadığını görmek için, halihazırdaki siyasi haritaya kısaca göz atmak yeterli.
Yakın tarihte Arap halklarının gerçekleştirdiği en büyük kitlesel hareket olan bu isyanlar sırasında öne çıkan "ekmek, özgürlük ve sosyal adalet” mevhumlarının yerine bugün büyük ölçüde kaos ve tahribat hâkim. Libya'da devlet çökmek üzereyken Arap dünyasının "fukara evi” konumundaki Yemen'de BM "dünyanın en büyük insanî felakatinden” söz ediyor. Mısır ise ürpertici ve aldatıcı bir ölüm sessizliğine gömülmüş durumda.
Diğer yandan Arap Baharı'ndan nasibini alan pek çok ülke yerel çatışmalara sahne oluyor. Yıllardır devam eden mezhepçilik motifli şiddetli çatışmaların körüklediği karmaşık Suriye sorunu, gerek bölgesel gerekse uluslararası çapta "emsal teşkil eden bir savaş” niteliğine kavuştu. Esad hanedanının korku iktidarına karşı başlatılan barışçı halk hareketi, şimdi bir dünya sorunu haline dönüştü.
Sadece Arap Baharı'nın anavatanı Tunus'ta diktatörlükten demokrasiye geçişin başarılı olma ihtimalı var gibi. Bu da ülkedeki ekonomik sorunların kontrol alınmasına bağlı. Batı'nın, Tunus'daki demokrasi modelini destekleyip koruması gerekiyor.
Otoriter restorasyon ve duraklayan reformlar
İyi ama, bu duruma nasıl gelindi? Arap Baharı ile oluşan, özgür ve onurlu bir yaşam umuduna dair olumlu havadan geriye neden bu kadar az şey kaldı? Bunun pek çok nedeni var. Öncelikle bu kültürel değil, dikatörlükten kalan mirasla ilgili bir durum. Gelişmeleri anlayabilmek için şu gerçeğin bilincinde olmalıyız: Arap Baharı, Arap ulusal devletlerindeki krizleri tetiklemekten ziyade, zaten mevcut olan krizleri gün yüzüne çıkardı.
Krizin ana nedeni, iktidardaki (askerî) elit zümrenin, modern bir devlet sistemini tesis topyekün başarısız olmasıdır. Zira bu elitler, devletin zayıf kurum ve kaynaklarını, genelde kendi menfaatleri doğrultusunda kullanıyor. Aynı zamanda çoğunluğu teşkil eden sıradan vatandaşın gündelik sorunlarından da kopuk vaziyetteler. Başta Mısır olmak üzere sosyal sözleşmelerin iptal edilmesi de vatandaşların aidiyet duygularını yerle yeksan etti.
Bu da zamanla söz konusu ülkelerin çoğunu "korku cumhuriyetlerine” dönüştürdü. Ekonomi giderek zayıflarken, uygulanan baskılar daha da arttı. İslamcı partiler, bir karşı güç haline gelirken aynı zamanda sosyal gelişmenin önüne ket vurdu.
Alternatif olabilecek liberal-halkçı bir düzene karşı ise Arap iktidarları bilinçli olarak mücadele etti. Arap despotlar, İslamcılardan fazla endişe duymuyor. Çünkü bir tercih yapılması gerektiğinde, Batılı ülkelerin "ehven-i şer” olarak kendilerinden yana tavır alacağını gayet iyi biliyorlar.
Arap Baharı sonrası reformlarda duraklama
2013 yılından itibaren eski koşulları değiştirmek amacıyla girişilen otoriter restorasyon, devrime sahne olan pek çok ülkede gerek güncel gerekse geleceğe dair sorunların çözümüne cevap niteliği taşımadı. Bu durum endişe verici, zira devrimlere gerekçe teşkil eden sosyo-ekonomik koşullar daha da vahim hale geldi. Bugün Arap halkının üçte biri 23 yaşın altında. Önümüzdeki 20 yılda Arap âleminde 50 milyon yeni istihdam alanına ihtiyaç var ve bunun nasıl mümkün olacağını kimse bilmiyor. Bu nedenle köklü siyasi ve ekonomik reformlar yapmayan Mısır gibi ülkelerin yakın gelecekte "yönetilemez” hale gelmesi kuvvetle muhtemel.
Batı'nın çabası işte tam da bu noktaya odaklanmalı. Almanya ve partnerleri, yardım tekliflerini koşullara bağlamalı. Yaygın durumdaki yolsuzluğun önlenmesinde küçük de olsa adım atılması, orta direğe yönelik ekonomik reformlar, sivil toplumun ve hukuk devletinin güçlendirilmesi, bu koşullar arasında olmalı.
Batılı başkentler, istikrarın sözde güçlü ve baskıcı rejimlerle sağlanabileceği hayalinden ise vazgeçmelidir. Zira zorbalık gerçekte asla istikrarlı değildir.
Loay Mudhoon
© Deutsche Welle Türkçe