Kültür-Sanat

'Yorgunum ama ütopyama sadık kaldım'

Oya Baydar’ın Almanca'ya çevrilen 'Kayıp Söz' romanı, yayımlanmasının ardından Alman edebiyat çevrelerinde büyük ilgi görüyor.

27 Ekim 2008 02:00

Oya Baydar’ın Almanca'ya çevrilen 'Kayıp Söz' romanı, yayımlanmasının ardından Alman edebiyat çevrelerinde büyük ilgi görüyor. Alman basınında yer alan söyleşilerde Baydar’a yöneltilen sorular daima kitabı ile başlasa da sonunda konu, Türkiye’nin içinden geçtiği çalkantılı dönemlere ve yazarın kişisel deneyimlerine geliyor. Aşağıda, Alman TAZ Gazetesi'nin Oya Bardar ile yaptığı röportajı yayımlıyoruz.

TAZ: Sayın Baydar, “vatanperver” misiniz?

Oya Baydar: Vatanperver mi? Hayır, kendimi böyle adlandırmam. Ülkemi severim, sevdiğim için de sorunlarıyla yüzleşmekten kaçınmam. Vatan için ölürüm gibi içi boş sözler bana göre değil, ille de ölünecekse insanların haklarını korumak için ölünmeli.

TAZ: Almanya’da da vatanseverlik tartışmaları hep sürüyor. Almanların pek çoğu bu sözü utanç duymaksızın söyleyemezler. Bu duyguyu anlayabiliyor musunuz?

O.B: Evet, çok iyi anlayabiliyorum. Alman tarihinde de ağır olaylar var. Kendisini vatansever olarak niteleyen bir kişi, hemen tutucu kanada dâhil ediliyor. Türkiye’de de bu kavramın giderek olumsuz bir içerik kazandığını söyleyebilirim. Ülke ortasından çatlamış, halk cephelere ayrılmış durumda, aradaki uçurum derinleşiyor. Ordu ve sivil bürokrasi içindeki, askerî darbe özlemi besleyen güçlü mihraklar bir yanda, devlete hâkim olmaya çalışan dinsel muhafazakâr akımlar öte yanda... Giderek milliyetçiliğe kayan Kemalistlerin, dinci-muhafazakâr yeni sermaye kesimlerine dayanan iktidar partisine karşı yürüttükleri mücadele... Bunların hepsi kendilerini “vatansever” olarak niteliyorlar.

TAZ: Almancaya yeni çevrilen romanınız Kayıp Söz‘de Türkiye, terör, şiddet ve milliyetçilik kıskacında bir ülke olarak görülüyor. Ülkenize bu denli eleştirel yaklaşmanız neden?

O.B: Gerçekten sert eleştirdiğimi mi düşünüyorsunuz?

Alternatif demokratik bir sol arayış var

TAZ: Değişim sürecinden korkan, azınlıklar üzerinde baskı uygulanan ve solda yer alanların yitirdikleri anlamın peşinden koştukları bir ülke anlatıyorsunuz.

O.B: Günün gerçeklerini sergiliyorum. Ülkem, bir süreden beri destabilizasyon ve cepheleştirme amaçlı bir psikolojik harekâtla karşı karşıya. Gençler, yollarını bulmakta ve hayal kırıklıklarını aşmakta zorlanıyorlar. Eski soldan gelenlerin pek çoğu ise hayallerini ve sözlerini kaybetmiş durumdalar. Yaşamakta olduğumuz parçalanmanın, ayrışmanın sonucunda, günümüzde sol çok değişti ve kavram Batı’daki anlamını yitirdi. Bizde sol ikiye ayrılmış durumda şimdi: Ulusalcılar ve karşıtları... Ulusalcılara karşı olanlar yeni ve demokratik bir sol alternatif arayışı içindeler.

TAZ: Türkiye’den bir yazar olarak Frankfurt Kitap Fuarı’nda, bir zamanlar kaçmak zorunda kaldığınız, düşünceleriniz yüzünden güçlüklerle karşılaştığınız ve her an başınıza bir şey gelebilecek bir ülkeyi temsil etmeyi nasıl açıklıyorsunuz? 

Batının da tavrı değişmeli 

O.B: Burada Türkiye’yi temsil etmiyorum, sol kökenli Türkiyeli bir yazarım sadece. Ama sizlerin de bakışlarınızı değiştirmeniz gerekiyor. Türkiye bir çelişkiler ülkesidir. İyi şeyler yanında kötü şeyler, gelişmeler yanında gerilemeler... Tablo sandığınız gibi siyah ve beyaz değil. Güçlüklerimiz var, ama Türkiye’de önemli ve güzel şeyler de oluyor. Bunlarla daha az ilgileniyorsunuz nedense.

TAZ: 301. madde var oldukça sol nasıl gelişme gösterebilir? Türkiye’de bu maddeden yargılanmak hâlâ mümkün.

O.B: Çok abartmayalım. Daha bu maddeden kimse asılmadı!.. (Buruk bir gülüş.) Tabii ki şaka ediyorum. Bu madde mutlaka kaldırılmalıdır, ama 301’den de kötü başka maddeler olduğunu ve asıl önemlisinin zihniyetlerdeki değişiklik olduğunu da unutmayalım.

TAZ: Elif Şafak, “Batılıların, Batılı olmayan yazarlara karşı bir çeşit merhamet beslediklerinden” şikâyet ediyordu. Bu görüşe katılıyor musunuz?

O.B: Evet, tümüyle katılıyorum. Batılı bakış, öteden beri bizleri himaye etmek, bir fanusun içine koyup orada korumak ister. Bu himayeci bakış, iyi niyetli de olsa küçümseme içerir. Acıma ciddiye almayı engeller.

TAZ: Romanınıza dönecek olursak, PKK’ye karşı savaşan Türk askerleri kadar Kürt ayaklanmacıların duygularını da anlayıp aktarabiliyorsunuz. Bu duygu senfonisi nasıl oluyor?

O.B: Bir oğul kaybetmenin ne demek olduğunu yüreğimde duyuyorum. O acıyı, arkada kalanların acısını biliyorum. Yıllardan beri süren bu savaşta Türk ya da Kürt, genç insanlar
ölüyor. Oysa bu savaşı sona erdirebilir, barışçı bir çözüme ulaşabilirdik.

TAZ: Bunları söyleyince vatan haini denmesi sizi yaralamıyor mu?

O.B: Hayır. Ülkesini ve insanlarını gerçekten sevenlerin vatan haini ilan edilmeleri sık rastlanan bir olaydır. Bazı konularda asıl böyle denmemesi yaralardı beni.

TAZ: Sol bir aydın ve yazar olarak Türkiye’de her zaman siyasal kovuşturma ve güçlüklerle karşılaşacağınızı bile bile, 1980 darbesinden sonra siyasal sürgün olarak yaşamak zorunda kaldığınız Almanya’dan, 1991 yılında neden Türkiye’ye geri döndünüz?

O.B: Köklerime, dostlarıma, yetiştiğim alıştığım toprağa geri dönmek istedim. Toprağına dönmek insanın en temel güdülerinden biridir. Kendimi ait hissettiğim ülkem için bir şeyler yapma isteğim de vardı.

Benim kuşağım hakkim karşısına çıkmaya alışıktır

TAZ: Türk milliyetçileri sizi korkutmuyor mu? Mesela Orhan Pamuk sürekli olarak tehdit ediliyor. Farklı düşüncede olanlar, eleştirenler cinayetlere kurban gidebiliyor.

O.B: Bir gün hepimiz öleceğiz, benim de başıma gelebilir. Tabii ki güçlüklerimiz var, belli bir kesimden gelen tehditler var, ama abartmayalım. 70’li, 80’li, hatta 90’lı yıllarla karşılaştıracak olursak, aydınların, yazarların durumunun eskisi kadar kötü olmadığını kabul etmemiz gerek. Düşünce ve ifade üzerindeki yasakların bir bölümü kalktı, bir bölümünün cezaları hafifledi ama tabii ki hâlâ tehditler ve yasaklar sürüyor. Size bir şey söyleyeyim: Benim kuşağım hâkim önüne çıkmaya ve topa tutulmaya alışık bir kuşaktır. Bu bir mücadeledir, göze alamayan bu yola hiç girmemeli.

TAZ: Hrant Dink’in öldürülmesi, Orhan Pamuk’a yöneltilen suçlamalar, başka yazarlara açılan davalar, bunların hepsi milliyetçilerin aydınlardan korktuklarının belirtileri. Sizin çalışmalarınız açısından bunun anlamı nedir?

O.B: Bu noktada, sadece şiddetten değil, bir süredir topluma yönelmiş bir psikolojik harekâttan, ideolojik bir savaştan söz etmeliyiz. Sözünü ettiğiniz olaylara karışmış olanların bir bölümü, aşırı milliyetçi Ergenekon örgütlenmesinin üyeleri oldukları ve Erdoğan hükümetine karşı bir darbe planladıkları iddiasıyla şu son günlerde mahkeme önüne çıkarılıyorlar. Bu dava sonuna kadar götürülebilecek mi, hüküm giyecekler mi? Henüz bilmiyoruz. Bütün bunların yazar olarak beni nasıl etkilediğine gelince, öfke ve acı veriyor, ama yazma itkisini de kamçılıyor. Belki geçmişte, daha kötülerini yaşadığımız için...

Ötekileştirilen mağdura kayıtsız kalamayız

TAZ: Romanınızdan bir bölüm aktarıyorum: “Oralarda yaşayanlar; yoksul bıraktığımız için utancımız, zulme direndikleri için övüncümüz, Kürt sözcüğünü kullandık diye, adlarına hapislerde yatarak vicdanımızı rahatlattığımız halkımızdı.” Kahramanınız gibi siz de ezilen azınlıkların haklarını savunuyorsunuz. Sizi buna iten nedir?

O.B: Öncelikle bir vicdan meselesi bu. Türkiye’nin güneydoğusunda her gün insanlar ölüyor ve bizler sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamayı sürdürüyoruz. Birçoğumuz, bu duruma karşı yeterince bir şeyler yapamadığımız duygusuna sahibiz. Bu bir merhamet veya sempati sorunu değil, vicdanımızın adalet ve eşitlik talebi. Kürt sorunu bu ülkenin çözmemiz gereken en önemli sorunu. Bu sorunun çözümünde atılacak adımlar devletin demokrasiye ne derece niyetli ve yatkın olabileceğinin de ölçütüdür. Kürt kimliğinin ve kültürünün resmen ve eşit haklarla tanınması gerçekleştirilmeden çağdaş bir Türkiye’ye ulaşılamaz ve toplumun parçalanmışlığı sürüp gider. Romanımın adı olan “Kayıp Söz”, bir bakıma Kürt dili üzerindeki baskıların da metaforu sayılabilir.

TAZ: Sadece Kürtlerin değil, ötekileştirilen bütün çevrelerin, azınlıkların da yanında yer aldığınızı biliyoruz.

O.B: Kürtler olsun, Ermeniler olsun, diğer azınlıklar olsun, ötekileştirilip mağdur edilenin trajedisine yabancı kalamayız. Mesela, Doğu’daki Güneydoğu’daki insanların bunca zamandır uğradıkları mağduriyet veya yüzyıl önce yüz binlerce Ermeni yurttaşımızın ölümüyle sonuçlanan olaylar karşısında, devletin bu insanlardan en azından bir özür borcu yok mudur? Ben kendi adıma, hepsinden özür dilemek isterdim, eğer bir işe yararsa...

Yorgunum ama ütüopyama sadık kaldım

TAZ: Bir başka söyleşinizde “Benim kuşağım dünyayı değiştirmek için yola çıkmıştı, şimdilerde 60 yaşını aştık ve hayal kırıklığı duyuyoruz” demiştiniz. Neden?

O.B: Bir gün geldi, dünyayı değiştiremediğimizi, daha iyi bir dünya kuramadığımızı apaçık gördük. Değişenler bizler olduk. Türkiye’ye gelince, hele de son zamanlarda bir adım ileri atarsak iki adım geri gidiyoruz. Eski yol arkadaşlarımızdan çoğu sosyalizm ütopyasından vazgeçtiler, değiştirmek için çabaladığımız düzene şu veya bu biçimde uyum sağladılar.

TAZ: Siz o ideallere sadık kalabildiniz mi peki?

O.B: Ütopyama ve dünyayı değiştirme idealine sadık kaldığımı sanıyorum. Sol kimliğimden vazgeçmedim. Ama artık solun yeniden tanımlanması, yeni düşünceler, yeni sözler, yeni bir ufuk araması gerekiyor. Şimdilik Türkiye Barış Girişimi çevresindeyim ve şoven milliyetçiliğe karşı direnmeye çalışıyorum.

TAZ: Bunca yıldır yorulmadınız mı?

O.B: Doğrusunu söylemek gerekirse, evet, biraz yorgunum.

(Röportajın Türkçe çevirisi Taraf gazetesinden alınmıştır)