Tempo24
Yazar Oya Baydar, öncelikle “kendi kuşağına, 1968’lilere” hitaben kaleme aldığı yazıda, darbe girişimlerinin de dava konusu edildiği Ergenekon sürecine çarpıcı göndermelerde bulundu. “Bu açık mektup, siz arkadaşlarıma, eski yoldaşlarıma şu basit soruyu sormak içindir: (…) Nasıl oldu da kimileriniz darbeci zihniyetin destekçisi oldunuz?.. Karşınızda / karşımızda iktidardan düşmesini tutkuyla istediğimiz bir siyasal güç odağının varlığı darbeciliği meşrulaştırabilir mi” diye soran Baydar, adını ima ederek Prof. Dr. Mümtaz Soysal’a da eleştiriler yöneltti.
Adını anmadan Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın “gazeteci” olduğu için değil “darbe planlarına bulaştığı için” tutuklandığı mesajını veren Baydar, önemli bir temsilcisi olduğu Türkiye solu için, “Yoksa darbecilik, diktatörlük ve vesayet sol geleneğimizin bir parçası mı?” sorusunu gündeme getirdi.
Oya Baydar’ın “Darbe çocuklarına açık mektup” başlığıyla Taraf (14 Mart 2009) gazetesindeki köşesinde yayımlanan yazısı şöyle:
Bu açık mektup aslında kendi kuşağıma; 68’lilere. Ama, darbeler söz konusu olduğunda, aynı zamanda 78’lilere ve daha gençlere de.
Bazılarınızın, yazdıklarıma öfkeleneceğini biliyorum. Yine de siz arkadaşlarımı, eski yoldaşlarımı, kendi kuşağımı ve ardından gelen kuşağı, yalansız, riyasız seviyorum ben. Çünkü bizler, Türkiye’nin umut ve masumiyet çağının çocuklarıyız. Gerçekleştirmeyi başaramamış olsak da savaşsız, sömürüsüz, adil bir dünya ve devrim uğruna yaşamlarını, gençliğini, aşklarını feda etmekten çekinmemiş olanlarız. Bir yanda büyük hatalarımız, ölümcül yanılgılarımız, öte yanda özverimiz, devrim inancımız ve umudumuzla, bir başka çağın trajik kaderli insanlarıyız. Bugün ayrı saflarda yer alsak bile, bizi birbirimize bağlayan bir geçmişimiz var. Benzer yanılgılardan, aynı yenilgilerden ve aynı devrimci ütopyadan, aynı zafer tutkusundan geliyoruz.
27 Mayıs’ta çoğumuz çok gençtik, çocuktuk, ne olduğunu tam anlamamıştık. Ama 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, darbe yönetimlerinin işkencehanelerinde, askerî tutukevlerinin koğuşlarında, hücrelerinde, sürgün olup sığındığımız yabancı ülkelerde aynı kaderi yaşadık. Yoldaşlarımızı darbecilerin darağaçlarına, kurşunlarına, işkencelerine kurban verdik. Sıkıyönetimleri, müdahaleleri, darbeleri iyi biliriz; ülkeye, halka nelere mal olduklarını da.
Bu açık mektup, siz arkadaşlarıma, eski yoldaşlarıma şu basit soruyu sormak içindir: Nasıl oldu da buralara geldik, nasıl oldu da kimileriniz darbeci zihniyetin destekçisi oldunuz? Nasıl değiştiniz böyle? Karşınızda/ karşımızda; vatana millete zararlı gördüğümüz, ideolojik karşıtlık içinde bulunduğumuz, söylemi ve eylemiyle ters düştüğümüz, iktidardan düşmesini tutkuyla istediğimiz bir siyasal güç odağının varlığı darbeciliği meşrulaştırabilir mi? Bir darbe, bize karşı yapılmışsa kötü, başkalarına karşı yapılmışsa iyi olabilir mi? Arkalarını ordu gücüne ve desteğine dayamış, özgürlükleri sadece kendi ideolojilerinin özgürlüğü, demokrasiyi hemen vazgeçilebilecek bir süs, içi boş bir söz sayan bir takım darbe heveslilerine ve onların kullandıkları vurucu çetelere kol kanat germe noktasına nasıl geldiniz? Hangi umutsuzluklar, hangi hayal kırıklıkları, hangi dogmatik dirençler, hangi “mahalle baskıları” getirdi kimilerinizi darbeseverliğe?
Bir televizyon programında, 12 Mart’ın saygın ve mümtaz direnişçisi, bir zamanlar tanışım da olan anayasa profesörünün sözlerini duyunca, “ört ki ölem” dedim kendi kendime. Şu anda darbeye teşebbüs suçuyla yargılanmakta olan sanıkları temize çıkarmak için, “Diyelim ki darbe yapmayı konuşmuş, planlamış olsunlar, bu bir suç değildir,” diyordu. Darbe hazırlığının kuvveden fiile çıkması halinde zaten işin bitip darbecilerin iktidar olacağını ve sonrasında yaşanacakları en iyi bilenlerden biriydi oysa. İşte vicdanın karardığı, insanın kendini inkâr ettiği an diye düşündüm.
Sonra, davanın bir başka sanığına destek vermek için birbirinizi kırdığınıza tanık oldum. İnsan, en büyük suçu işlemiş dostunu bile yalnız bırakmaz, ona dostluk elini esirgemez, bunu saygıyla karşılıyorum. Ama sizler orada basın ve düşünce özgürlüğü adına bulunduğunuzu söylüyordunuz. O arkadaşımızın tutukluluk nedeninin ve dava dosyasındaki yerinin gazeteci olarak yazdığı yazılar falan değil, darbe planlarına bulaşmak olduğunu bilmiyor muydunuz? Neydi sizleri darbe teşebbüsü suçlamasını aklamaya, desteklemeye sürükleyen? Haksız, hukuksuz bir ithama, darbe ithamına maruz kalmış meslektaşınızla dayanışma için orada bulunduğunuzu söyleseydiniz; Hrant Dink her duruşmasında Ergenekon davasının elebaşı sanıkları tarafından adım adım ölüme gönderilirken aklınıza gelmeyen böyle bir toplu destek eylemini, yine de alkışlayabilirdik. Ama orada, “Arkadaşımız darbeci değildir, onun darbeye teşebbüsten tutuklanmasına itirazımız var,” diyemiyordunuz ki. “Düşünce ve basın özgürlüğünü savunmak için buradayız,” diyordunuz. Darbeciliği ne zamandır düşünce özgürlüğü kapsamında bir temel hak saymaya başladınız?
* * *
Türkiye tarihinde ilk kez, bir sivil mahkemede darbe teşebbüsü ve darbeci zihniyet yargılanıyor. İki yıl önce, ülkeyi adım adım darbe ortamına götürmek isteyen bu zihniyet, “Tehlikenin farkında mısınız?” manşetleri atıyordu. Şimdi ben “Umudun farkında mısınız?” arkadaşlar, darbecilik ilk kez suç oluyor, diyorum.
Bu davanın sanıkları, kamu vicdanı ve tarih önünde çoktan mahkûm olsalar da bir şekilde aklanabilir, biraz da sayenizde paçayı kurtarabilirler. Darbeye teşebbüs suçları sabit görülse bile, adalet mekanizması üzerinde yaratılan baskılar ve müdahaleler sonucunda, zaten işin şovuyla yetinen sivil iktidarın askerle uzlaşmasıyla dava düşebilir, beraatla da sonuçlanabilir. Bu ihtimali gözden uzak tutmadığım gibi, güçlü de görüyorum. Ama düşünün ki bir ilk gerçekleşiyor, darbecilik suç sayılıp yargılanıyor. Kaplumbağa veya mehter adımlarıyla ilerleyen sivilleşme ve demokratikleşme sürecimizde bunun nasıl bir adım, nasıl bir eşik atlama olduğunu ve bu davanın, 12 Eylülcülerin, 28 Şubatçıların yargılanmasına da kapı açabileceğini hiç düşündünüz mü? Umudun farkında mısınız?
Darbeler atlatmış, darbelerle örselenmiş, hayatları kararmış, en yakın yoldaşlarını darağaçlarında, işkencehanelerde, sokak köşelerinde kaybetmiş kuşaklara, siyasal kaygılar, ideolojik saplantılarla değil vicdanın diliyle, yüreğimle seslenmek istiyorum. Darbe özlemi ve zihniyeti değişmedi; giderek karikatürleşti, çağdışı kaldı, o kadar. Peki, nedir bu darbeseverlik? Yoksa darbecilik, diktatörlük ve vesayet; sol geleneğimizin bir parçası mı? Öyle bile olsa, bir çağın, bir dünyanın değiştiği şu son otuz yıl hiçbir şey öğretmedi mi bize, yenilgilerden de mi öğrenmedik?
Hatalarımıza, zaaflarımıza rağmen, devrim umudunun ve özgür bir dünya hayalinin kanatlarına binmiş ‘güneşi zapta çıkan’ bir kuşağın çocukları olan bizler, bu soruyu kendimize soralım, cevabından da korkmayalım. Asıl korkmamız gereken, tarihe darbeseverler olarak geçmektir.