Kültür-Sanat

"Yok canım, niye korkayım? Orada beni Selahattin Hilâv bekliyor, karım bekliyor"

Ayşegül Sönmez'in ressam Yüksel Arslan ve Ömer Uluç'la yaptığı röportajda hayatını anlatıyor

20 Nisan 2017 20:26

84 yaşında Paris'te, hayatını kaybeden ressam Yüksel Arslan için sanatatak sitesinde Ayşegül Sönmez sanatçının kendisiyle ve 2010 yılında İstanbul'da hayata gözlerini yuman ressam Ömer Uluç'la yaptığı röportajı paylaştı.

sanatatak.com'da "Aslan ile Kaplan" başlığıyla yayımlanan röportaj şöyle:

Hayatımda yaptığım, yapmayı en sevdiğim, en unutulmaz söyleşim. Tarihi bir ân, tarihi bir kareydi benim için Ömer Uluç ve Yüksel Arslan’ı, bu iki dostu, dev sanatçıyı bir araya getirmek. Sonunda Ömer Uluç, Tophaneli dökümcü yakışıklı Vasil’in şarkısını söyledi. Sabahları içip öğlen Atina uçağına binen Vasil’in şarkısını. Şarkı, Dilber hanım’ın, Yüksel Arslan’ın annesinin, küçükken onları yıkarken söylediği şarkıydı.

Ömer Uluç: Bu da mı başımıza gelecekti? Meşhur ressamlar buluştu demek…

Yüksel Arslan: Çoktan ölmüş de olabilirdik… Selahattin bekliyor bizi, sofrayı kurmuş rakıları açmış…

Y.A: Burası Manhattan gibi olmuş. ( Manzarayı işaret ediyor…) Ö.U: Tabii ya…

Y.A: Bana bak, Laurel ve Hardy gibiyiz. Geceleri de Marx biraderler gibi olabiliriz. Gece üçte Marx birader, sabah Laurel ve Hardy… Sen Chico… Ben de o dilsiz kıvırcık… Groucho muydu? Kadınların elini sıkacağına ayağını veren vardı ya… (Kahkahalar…) Marilyn Monroe’yle dans ederken ne der: ‘Nefes alsan kâfi’, bunu seslendiren de Ferdi Tayfur. Adalet Cimcoz’un kardeşi…

Sizin zamanın en güzel kadını kimdi?

Y.A: Güner’di… Çerkez. Esmer mavi gözlü…

Ö.U: Ne esmeri sarışın…

Y.A: En baba kadın, bizimle Lefter’in meyhanesinde Güner Kuban’dı. Çirkin kadın yoktur ki…

Ö.U: Güngörmüş adam diye buna denir. Ne laf ama…

Sezer Tansuğ, bir yazısında sizi “kadim ehramlar” ilan ediyor. Bir piramitten bahsediyor ve bu piramidin ehramları “Yüksel Arslan, Ömer Uluç ve Cihat Burak”tır diyor.

Y.A: Sezer, bizi tutardı.

Ö.U: Tutardı evet düşmeyelim diye… Piramidin tepesinden…

Y.A: Bizi at sanıyordu galiba… (Kahkahalar…)

Lefter meyhanesinden ne günlere… Biriniz de kafein kahve, diğeriniz su içiyorsunuz oda sıcaklığında…

Y.A: Altmış sene aralıksız sigara ve içki içtim. Bir ara altı ay kadar haşhaşa takıldım. Henri Michaux zamanı… Hiç uçmayayım, ben yine yerde sürüneyim dedim, döndüm içkiye… Bir kere de meskalin aldım. Meskalin alınca yine gökten yeryüzüne düştüm fare gibi…

İçki içmeyi özlemiyor musunuz?

Y.A: Yok, hiç özlemiyorum. 60 sene yeter. Bazı dostlar içkiyi bırakırlar arada mesela… Bende öyle bir şey yok. Her gün içtim. Hiç aklıma gelmedi ara vermek, o yüzden mideyi deldim. Allah’tan başka bir yer delinmedi.

Ö.U: Ödü kopar.

Ölümden korkuyor musunuz?

Y.A: Yok canım, niye korkayım? Orada beni Selahattin Hilâv bekliyor, karım bekliyor. Geçenlerde bayağı oldu, Malakoff’a antikacı dostlarıma gittim, Paris’in dışına… Tanırsın onları…

Ö.U: Evet, bir kızları vardı. Güzel bir kızdı.

Y.A: Çapkındı bu Ömer. Kadınlara bir bakardı, kadınlar erirdi. Ben de gençken çapkındım. Clark Gable bıyığı vardı bende ama pek kimseyi çarpamadım. Bu çarpardı ama buna da Sevim Burak çarpardı.

Siz ve Selahattin Hilav… Üçünüz mü takılırdınız daha ziyade?

Y.A: Hayalet Oğuz da vardı. Böyle nasıl bir adam… Galata köprüsünden geçerken rüzgâr varsa cebine taş koy derdik, uçabilir.

Ö:U: Çok zayıf bir adam. Rüzgârsı bir adam. Her lafa girer. Her yerden çıkar. Cin gibi… En büyük özelliği hiçbir şey imzalamamış hayatında. Kimliği yok, hiç olmamış.

Y.A: Kızınca herkese bir laf takardı. Ahmet Oktay’a Limon Kafa derdi. Ferit Öngören’e Asya Güzeli… Selahattin Hilâv’a kızınca, ona da Ada Güzeli derdi.

Ö.U: Selahattin gençken Büyükada’da jön seçilmiş. Yarışmada Orhan Günşıray birinci, Selahattin Hilâv da ikinci…

Y.A: Nil meyhanesinde Ömer’le bana da kızdı bir akşam. Yukarıdan bir şişe rakı istedi. Bize fırlattı. Allah’tan şişe ikimizin arasından geçip duvara çarptı.

Bu içki sofralarında birbirinizin üretimleri hakkında konuşur muydunuz? Tartışır mıydınız?

Ö.U: Böyle üretmek müretmek gibi laflar, bunlar hep yeni laflar… O zaman böyle laflar yok. O zaman ürettim, üretiyorum, ayıp şeyler. Kimse kendisinden kolay kolay bahsedemez. Kimse öyle şeyler söylemez. Söylemediği gibi herkes hiçbir şey yapmadığını iddia eder. Düşünüyorum da, her dönemin kendine göre bir stili var. O zaman öyleydi.

Y.A: Tabii, sanat, resim mesim kimin umurunda? Şiir başka bir şeydi ama…

Ö.U: Resim mesim böyle artizanal şeyler, ayıp şeyler…

Y.A: Selahattin şeyhimiz, o, zaten çok kızar böyle şeylere. Kim bir şişe rakı yolluyor, ona bakardık. Lakerda var mı mesela…

Ö.U: Hesabı kim ödeyecek, oradan sonra nereye gidilecek? Bunlar daha önemliydi. Şaka değil yani…

Çalışmayınca ama, insan suçluluk duyabiliyor. Günün deyişiyle üretmeyince demek istiyorum. Resim yapmayınca, yazı yazmayınca…

Ö.U: Öyle suçluluk duyulmuyor. Çok zeki, ilginç adamlar var etrafta. Bu zaten mümkün değil. Cahit Irgat gibi adamlar etrafta. Münir Özkul var. Tosun Moran var. Vahit Moran’ın oğlu. Polo Kulübü diye bir yer açmış. Beyoğlu’nda bir bodrum katı. Hapishaneden çıkan, Amerika’dan gelen, buraya iner. Kemal Tahir, Güner Sümer, Nur Sabuncu, Kenter’ler, herkes… Bir akşam Galatasaray Lisesi’nin köşesinde hepimiz birbirimize sarıldık. Fuat Süren, karısı, Cem Kabaağaç, -o bizim ‘haute’ sosyete ajanımız. Sen de vardın Yüksel. Hatırlıyor musun? Rüzgârlı, yağmurlu bir hava… Nedense birbirimize sarıldık. Bir birlik yaptık. Bir çeşit bir liga yaptık.

Y.A: Ben seni tam ne zaman tanıdım? 1958 değil mi? Amerika’dan yeni dönmüştün.

Ö.U: Evet, Selahattin de Paris’ten dönmüştü. Türkiye adamı çağırır arada sırada, gelirsin. Paris’e gidersin. Sonra pat gelirsin.

Y.A: Ben sana hep söylüyordum Paris’te bir bok yok diye…

Ö.U: Ben daha gittiğim gün, ne arıyorsun burada, dedi.

Y.A: 1960’larda Paris sanat merkezi olmaktan çoktan çıkmıştı biz oraya gittiğimizde…

Ö.U: Benim orada ilk sergim 1965’te.

Y.A: Hatırlamaz mıyım? Rue Grégoire des Tours’da.

Peki bunca yıl gelmedi Arslan sizce hata mı yaptı? Şimdi de büyük bir ilgi, ihtimamla karşılanıyor yazık olmadı mı?

Ö.U: Hata diye bir şey söylenemez. Gerçekten söylenemez. Belki zamanında gelmeyerek hata yaptığını düşündüğüm zamanlar olmuştur ama şimdi düşünüyorum, bu sergi on sene önce olsaydı ne olacaktı? Allah’tan buna yetiştin. Biraz daha geç kalsaydın… (Kahkahalar…)

Yeterince hırslı değil miydi? Hırslı değil miydiniz?

Ö.U: Yüksel gibi adamların başka türlü hırsları vardır. Ne o, ne ben, biz, hiçbir zaman misyon adamı olmadık. Asıl düşüncemiz bu bizim. Misyon adamı olmamak. Ben mesela paraya sıkıştığım için Afrika’ya gittim. Keşif, ilkel kültürleri yakından tanımak için değil. Yüksel, oraya gitti çünkü burada bir bok yoktu. Çok erken üstelik 1961’de gitti.

Y.A: O dönem ne güzel de içiyorduk. Hem de Boğaz’da. Paramız vardı çünkü. Robert Kolej’den bizden resim alıyorlardı. Benim zarfım bekçiye bırakılıyordu. Zarfı alıp hemen orada içiyorduk. Breton’dan mektup geldi. 1959’da çıkamadım. Başka bir Amerikalı koleksiyoncu Fransız bir galeriye göstermiş resimlerimi. O da Abidin (Dino) ve Mübin’i (Orhon) çağırmış, kim bu? Arslan mı sıçan mı? (Kahkahalar…) diye sormuş. İşte o dönem 200 dolara çıkılıyordu. Çıktım.

Ö.U: Şöyle görmen lazım. Bu gitmek bir bunalım meselesi değil. Türkiye’de hiçbir şey beklemiyor bizim gibi adamları. Akademi sergi yapacak, bizden de resim istediler. Yüksel’le birlikte götürdük. Hatırlıyor mu, bilmiyorum. Resimlerimizin karşısına geçip hahaha dediler, geri getirdik. Bir Alman Kültür Merkezi var, bir de bir tane galeri. Alman Kültür Merkezi’nden de bize dediler ki, gidin Almanca öğrenin, sizi Almanya’ya gönderelim.

Y.A: Evet. Almanca öğrenin dedilerdi… (Gülüyor.)

Ö.U: Gittik kursa. 1960 sonu… Orada işçiler var. Her zaman olduğu gibi teneffüste sigara içiyorlar, dertliler, bu ne dil diyorlar. Her şeyi anladık da, Köln ne demek, onu anlamadık. O gün kaçtık biz. Doğru pasaja… Anladık ki bu işi kıvıramayacağız.

Y.A: Ben Almanca kimden ders aldım bir de? Tezer Özlü. Şimdi aklıma geldi. Genç bir liseliydi o zaman. Bir iki kere gittim. Sonra boş verdim. Ama galiba bu sergimden sonra Almanya’ya gidiyorum. Bir müze bana bir yer veriyor. Hiç açmadım, açmadım, şimdi o müzeden o müzeye dolaşacağım, galerilere yanaşmayacağım. Küçük işlerle uğraşmam artık. Kataloglar iyice büyümeye başlayacak. 600 sayfa az gibime geldi. 1000 sayfa bundan sonra… (Uzun uzun karşılıklı gülüyorlar…)

Birbirinizin resmiyle ilgili bir şeyler söylemek ister misiniz?

Y.A: Bilmiyorum kaç sene oldu. Bir gün birisi telefon etti. Ömer, senin üstüne bir yazı yazıyormuş. Telefonda, siz de bir şeyler söyler misiniz, dedi. Beş on sene oldu. Ne söyleyeyim? Oturduğunuz zaman sanat, resim meselelerini konuşur muydunuz? diye sordu. Nerede efendim? Biz oturduğumuz zaman resim sanat konuşmazdık biraz şiirden söz ederdik o da Selahattin Hilâv olunca, dedim. Selahattin Hilâv, bana her akşam şu şiiri söylesene derdi, ‘my dear’ derdi Horace’ın o dörtlüğünü söyle…

Niçin başka bir güneşle ısınan toprak aramalı
Kendimizden kurtulmak için vatandan kaçmak kâfi mi

Ben bunu söyleyince Selahattin coşardı. Teşekkür ederim my dear, derdi. Haftada bir kere bu şiiri söylerdim. O yüzden hâlâ hatırlarım. Yoksa ezberlemem şiir miir.

Hiç mi Ömer Uluç resmi üzerine düşünmediniz? İmkânsız gibi geliyor bu bana…

Y.A: Ben sana bir şey söyleyeyim mi? Bazı sanatçılar birbirlerini çekemezler, birbirlerini sevmezler. Kıskanırlar. Bizde bu yoktu. Çok yakın dost olduğumuz için kardeş gibi herkes kendi köşesinde çalışırdı. Biz meyhanede karşılaştığımız zaman resim yapmıyoruz. Herkes yaptığını yapardı. Bu böyledir.

Ömer Uluç, sizin resminizin ilginç olduğunu, önemli ve özel olduğunu her zaman söyler. cihat Burak’ı da söyler, sizi de söyler. Sizi orijinal bulur…

Y.A: Ben ressam değilim, Ömer ressam. Ne o benim yaptığım işe, ne de ben onun yaptığı işe karışır. Sanat ne? Bir yerden bir yere geliyor. Yaşlanıyoruz. Müzeler ilgileniyor. Para ediyormuş da, satılıyormuş da. Bunlar can sıkıcı ve bela işler.

Ö.U: Ben de mühendis ressamım. Biz akademinin dışına konduk. O zaman çünkü bir akademi vardı, bir de sokak. Biz sokaktan geldik. O ressam ressamlardan olmadık. Onları hep küçümsedik.

Sizin bu arture’lerinizi yapma biçiminiz, son derece titiz yalnız, ve hiç bu anlattığınız günlerdeki esrik hayatla bağdaşmıyor. Disiplin istiyorlar. Paris’e taşındıktan sonra evlenip düzenli bir hayata mı geçtiniz?

Y.A: Hep içki içtim ama gündüz içmiyordum. Hatta 1967’de geldiğim zaman Selahattin’le buluşmuştuk öğlen. Cağaloğlu’nda rakı söylemişti. Öğlen mi başlıyorsunuz diye sormuştum. Öğlen de içeriz sonra gider çalışırız demişti. Çok şaşırmıştım.