Taraf gazetesi yazarları Yıldıray Oğur ve Alper Görmüş ile Ahmet Altan arasında başlayan tartışma devam ediyor.
Yıldıray Oğur, "Kimseyi kırmak istemem. Ama bu gazetenin ekranlarına bakmaktan kaybettiğim keskin Rizeli gözlerim şimdi bana oyunlar oynasa da o ışığı görüyorum. Ve kimsenin hatırı için de görmüyorum demeyeceğim" dedi.
Ahmet Altan da dün (10 Ekim 2012) "Taraf'ta kavga" başlığıyla yayımlanan yazısında şöyle demişti:
"Gazeteciliğe ve köşe yazarlığına bu gazetede başlamış, beş yıl bu gazetenin yazıişlerinde çalışmış Yıldıray Oğur, yazısını demokratların 'gözüne gözlük' önererek bitirmenin zekâya, zarafete, saygıya, terbiyeye uygun olup olmadığını bile sorgulayamaz hâle geldiyse, bizim de artık meselelerimizi açıkça ve net tartışmamız gerekiyor demektir."
Yıldıray Oğur'un "Üzgünüm, ben hala o ışığı görüyorum" başlığıyla yayımlanan (11 Ekim 2012) yazısı şöyle:
Üzgünüm, ben hala o ışığı görüyorum
Karanlıklar içinde bir ışık görülüyor. Ona yaklaştıkça büyüyor, uzaklaştıkça küçülüyor. Uzun süredir böyle. Sırtınızı dönerseniz, gözünüzü kapatırsanız elbet göremezsiniz. Ama orada hâlâ bir ışık var. Belki de 30 yılda pek çok kez tekrarlandığı gibi tünelin ucunda görünen o ışık üzerimize gelmekte olan bir TIR’ın farları. Ama ya o karanlığı aydınlatacak ışıksa?
Başbakan Erdoğan’ın salı günkü grupta yaptığı konuşma sırasında o ışık küçüldü. Başbakan milliyetçiliğe teslim oldu. Daha doğrusu şöyle “Başbakan milliyetçiliğe teslim Volume 46”.
Aslında daha kötülerini de görmüştük. 2007’de bütün Türkiye’yi “Kurban olam ayına yıldızına” afişleriyle donatmıştı mesela. Sonradan öğrendik ki Ali Taran’ın kapısı çalındığı günlerde, PKK liderleriyle de Oslo görüşmeleri başlamıştı herhalde.
Peki, “Hakkâri’de çocuklara, kadınlara da polis müdahale eder” minvalinde söylediği skandal sözlerden bir süre sonra kim inanır İmralı’yla görüşmelerin başlayacağına? “Ben olsam Öcalan’ı asardım” dediği akşam, muhtemelen Öcalan’la barış konseyinde anlaşılmıştı. Genel yayın yönetmenlerinin katıldığı bir iftarda Almanya örneğini vererek ısrarla sorduğum anadilde eğitim sorularıma cevap verirken Kürtçe seçmeli derse bile hayır dediğini hatırlıyorum.
1993’ün kasımında da John Major da birkaç gün önce balıkçı dükkânı havaya uçurup dokuz sivili öldürmüş IRA ile görüşmeler yürütülüp yürütülmediğini sorgulayan Avam Kamarası’nın karşısına geçip şöyle demişti: Bay Adams’la ve İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’yla oturup konuşmak mı? Bunun düşüncesi bile midemi bulandırıyor!
Birkaç ay sonra hükümetin IRA ile uzun süredir görüşmekte olduğu ortaya çıktı. Adı bile unutulmuş Major, İngiliz tarihinin en ilerici ve demokrat başbakanı değildi.
Belki de ülkesindeki iç savaşı bitirmek, etnik sorunu çözmek için ille de demokrat, hoşgörülü bir lidere ve tam demokrasiye ihtiyaç yoktur?
IRA meselesini barışla çözüp, Nobel Barış Ödülü olan selefi Blair, tarihe yalanlarla Irak’ı kana bulayan bir işgalci olarak geçmişti.
El Beşir ise en radikalini yapmıştı, referanduma gidip, savaştığı etnik gruba ayrılmak isteyip istemediklerini sormuştu, “istiyoruz” cevabına saygı duymuştu. Peki, savaş suçlusu Beşir demokratlıktan mı yapmıştı bunu?
Peki, ya De Klerk, aparthaid rejiminin ünlü ailelerinden birinden gelen bir ırkçı olarak nasıl Mandela ile el sıkışıp, birlikte Nobel Barış Ödülü’nü kaldırdı dersiniz? Büyük bir demokrat olduğu için mi?
Ya demokrasiyle, demokrat liderle barış arasında doğrudan bir ilişki olsaydı, dünyanın en demokratik anayasasını yapıp, tüm faşizan yüklerinden kurtulan İspanya’nın bir Bask sorunu kalır mıydı?
Öyle olsa, 1998’de Öcalan, yarı-askerî bir rejimle yönetilen Türkiye ile anlaşıp, silahlı mücadeleye son kararını verir miydi? Kürt bile diyemeyen bir devlete güvenip, gerillalarını sınırdışına çeker miydi? Partisinin adını değiştirir miydi?
Evet demokratikleşme barışı sağlamlaştırır, kalıcılaştırır. Ama barışın önüne daha uzun yıllar alacak tam bir demokratikleşme hedefini koymanın, bu sorunu çözmek için sandıktan demokrat bir başbakanın, Yeşiller-EDP iktidarının çıkmasını beklemenin her gün kan akan meselenin çözümünden kaçmaktan başka bir anlamı yok.
Kabul etmesi zor. Ama Kürt sorununu hayallerimizdeki o Norveçli sosyal demokrat başbakan çözmeyecek. Bu sorunu halkın en az yarısının desteğini almış, her gün cenazeler gelirken İmralı ile yine görüşürüz dediğinde bile Türklerin güven duyduğu güçlü bir lider çözecek.
Bu sorunu ölen PKK’lılar için ağlıyorum diyen bir başbakan da çözemez.. Ama bu sorunu “ölen PKK’lılar için ağlıyorum” diyen bir Emniyet müdürünü özel kararnameyle Diyarbakır’a atayan, demokrat olma ihtimali pek sevilen Kılıçdaroğlu’nun, Bahçeli’nin ihanet nidalı mahalle baskısına gelmesine rağmen o müdürü görevden almayan bir başbakan çözebilir.
Kürt sorununu ancak grup başkanvekilleri, Başbakan yardımcısı, milletvekilleri, medyası o Emniyet müdürünün arkasında duran merkez bir parti çözebilir. Bu sorunu ancak, o Emniyet müdürünün de parçası olduğu dindar geniş halk yığınlarının rızası çözebilir.
Leyla Zana’nın, evlat acısı yaşarken Sırrı Sakık’ın gördüğü ışık da buydu. Ancak AK Parti gibi toplumun yarısının desteği arkasında olan bir parti ve Erdoğan gibi geniş kitleleri elinde turan bir lider bu sorunu çözebilir. Bu özgüven yüzünden Türkiye tarihinde ilk kez bir hükümet açıktan Kandil ve İmralı ile görüşme yürüttü. Habur’u yaptı. Kürtçe seçmeli dersi getirdi, Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını savundu, anadilde kamu hizmeti vaat edebildi. İntikam çağrıları altında yeniden Oslo, İmralı görüşmesi diyebildi. O yüzden son 15 gündür ortalık duruldu.
Erdoğan, bunları çok demokrat olduğu için yapmadı. Bu sorunu çözmeden bu ülkeye istikrar gelmeyeceğini gördüğü için yaptı. Daha fazlasını da yapması için sürekli bastırmak gerekir. Anadilde eğitime kapattığı kapının zorlanması ve mancınıklarla kırılması gerekir.
Ama önce Leyla Zana’nın hatta Öcalan’ın ve büyük halk yığınlarının gördüğü barış ışığını görmek gerekir.
Uzun yıllar sonra göründü o ışık çünkü. Bir daha gelir mi belli olmaz. Kaybetmemeliyiz. Büyütmeliyiz. O ışık biz uzaklaştıkça küçülüyor, yaklaştıkça büyüyor çünkü. Bu hangi göz hastalığına delalet eder bilmiyorum. Kaç numara gözlük gerekir onu da. “Gözüne gözlük” yeşil sahalarda görmek istediğimiz hareketler bahsinde, eski İstanbul beyefendilerinin tribünlerden hakeme söyledikleri en ağır söz olarak anlatılır. Hakeme “kof kabadayı” diye bağırmaktan daha düzeyli ve zekice olduğu kesin.
34 yaşındayım. Gazeteciliğe Nadir Nadi’nin Cumhuriyet’inde başlamadığım için özür dilemeyeceğim. Köşe yazarlığı baba mesleğim değil. Bundan beş yıl önce Taraf’ta yazmak ve çalışmak için davet aldığımda mühim olmayan bir master öğrencisi ve aktivisttim. Eğer o daveti hiç almasaydım da Taraf’ın yaptıkları sonsuza kadar sıradan bir vatandaş olarak minnettar kalmama yeterdi. Kimseyi kırmak istemem. Ama bu gazetenin ekranlarına bakmaktan kaybettiğim keskin Rizeli gözlerim şimdi bana oyunlar oynasa da o ışığı görüyorum. Ve kimsenin hatırı için de görmüyorum demeyeceğim.