Sivil toplum kuruluşlarının (STK) Türkiye gibi ülkelerde 'tehlikeli mesele' olduğunu iddia eden Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan, "'Bak, hesap sorulabilir bir devlet haline getirdik ülkeyi' cümlesi şık bir cümledir zira. Ancak son tahlilde devlet, 'işine o kadar da karışılmasını' istemez elbette. Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelerde 'sivil toplum kuruluşu olmak' ateşten gömlek giymeye benzer." dedi.
İsmail Kılıçdarslan'ın, "Tehlikeli bir mesele: STK’lar" başlığıyla yayımlanan (12 Temmuz 2016) yazısı şöyle:
Dün sosyal medyada meseleye dair birkaç kelam edince hem epey katkı hem de epey eleştiri geldi. Ben de 'bu tehlikeli meseleyi daha geniş şart oldu' diyerek sarıldım kaleme.
Evvela STK'ları niçin 'tehlikeli mesele' olarak tanımladığımı açık edeyim. Türkiye gibi ülkelerde aslında devlet toplumun 'sivil' olmasını hem ister hem istemez. Malum, toplum bu kuruluşlar eliyle ne denli sivilleşirse devletin hesap verme zorunluluğu da o denli artar. Bu, bir yere kadar 'halktan oy isteyerek iktidara gelecek olan' hükümetin işine gelir. 'Bak, hesap sorulabilir bir devlet haline getirdik ülkeyi' cümlesi şık bir cümledir zira. Ancak son tahlilde devlet, 'işine o kadar da karışılmasını' istemez elbette. Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelerde 'sivil toplum kuruluşu olmak' ateşten gömlek giymeye benzer.
Sivil toplum kuruluşlarının 'dikkate değer olanları' bana kalırsa cidden sivil ve cidden toplumsal karşılığı olan kuruluşlardır. Gerisini konuşmaya değmez. Devleti yöneten mekanizma ile tam uyum içerisinde, hiçbir söz söylemeden, hiçbir eleştiri getirmeden, hiçbir öncülük etmeden sadece 'devletin sağladığı ve/veya sağlayacağı imkânlardan yararlanmak için' faaliyet gösteren kuruluşu en yakın çöp tenekesine atabilirsiniz bana kalırsa. Diğer yandan tek derdi devlete ve millete düşmanlık etmek, kendi ülkesini her koşulda zor durumda bırakmak olan sözde STK'ları çöp tenekesine atmaya bile değmez.
'Şu toplumsal karşılık' meselesi de önemli tabii. Kuruluş sermayesi belirsiz, çalışmalarını büyük oranda 'gönüllülük esası' ile yürütmeyen, yerli ya da yabancı herhangi bir devletin/sermayenin desteği olmasa ayakta duramayacak kuruluşların 'sivil toplum kuruluşu' olarak isimlendirilmesi çok yanlış olur. Bunlara daha çok 'proje kuruluşlar' denmeli.
Herhangi bir terör örgütü ile yapısal bağlantısı olan, o örgütün 'legal işlerini' yapan kuruluştan 'sivil toplum kuruluşu' diye bahsetmek de ancak bizim ülkemize mahsus bir garabettir herhalde. Doğrudan PKK'nın, doğrudan DHKP-C'nin, doğrudan FETÖ'nün kontrol ettiği dernek, vakıf, insiyatif vb.'den STK mı olur Allah aşkına?
Dönelim şu 'eleştiri' işine. Türkiye'de çokça yanlış anlaşılan bu zavallı kavramın namusunu düzeltmek çok zor olduğundan buna kalkışmayacağım. Ancak şu kadarını söylemekte fayda var. Eleştiri 'bir şeyin daha güzel, daha doğru olmasını sağlamaya yönelik' en verimli mekanizmadır. 'Bu noktada STK'lar Türkiye'de eleştiri işini üstleniyorlar mı?' diye sorulursa cevabım 'genel olarak hayır' olacaktır. Ya devleti yöneten aklın ürettiği her şeye canhıraş şekilde karşı ya da devlet aklının ürettiği her şeye gövdesini siper ederek taraf! Buradan bir bereket çıkmaz, çıkabilemez.
Bugünün Türkiye'sinde sivil toplum kuruluşlarını kabaca ve tam ortadan ikiye ayırabiliyor olmamız en büyük sorundur böylelikle: Hükümete yakın ve hükümete karşı. İstisnaları yok mu peki? İstisnalar var elbette; ancak o kadar azlar ki sadece kaideyi sağlamlaştırmaya yarıyor varlıkları.
Gelelim bir hikaye anlatarak bizim mahallenin STK'larına. Bir süre önce bir grup 'iyi anlaşan arkadaş' bir bakanımızla bir istişare yemeğinde buluştuk. Bakanı beklerken ben dedim ki: 'Arkadaş, şu kadar insanız. Neredeyse bir küçük cemaatiz. Sayın bakandan birkaç bina, bir miktar maddi yardım falan talep edip bir STK kursak ya.'
Elbette gülüştük bu espriye. Fakat gülerken şunu hepimiz biliyorduk: Türkiye'de bu işler tam olarak böyle yürüyor maalesef. Bizim şakasını yaptığımız şeyin adına Türkiye'de 'STK'cılık' deniliyor. Yaygın sosyal medya kalıbıyla söyleyecek olursak 'gerçek sivil toplumculuk bu değil!'
Bir hikâye daha anlatayım. Hatırı sayılır bir ilçenin belediye başkanlığını kazanan Refah Partili başkana iki abimiz gelmiş. Selam kelam faslından sonra 'başkan, bize iş ver' demişler. Başkan da canı sıkkın 'hangi sektörde çalışıyorsunuz?' diye sormuş. Abilerimiz cevap vermiş: 'Sen hangi sektörde iş vereceğini söyle, biz şirketi ona göre kurarız.'
Üzülerek söylemeyim ki bizim mahallenin STK'ları -az sayıda şahane örneği dışarıda tutarak konuşuyorum elbette- bu iki abimizin yaptığından daha fazlasını yapıyor değiller.
Yol açmak, yöneltmek, önermek, öncü olmak dururken 'yoldan parsa kapmak', 'yönetmek ya da bütünüyle yönetilmek', 'sessizce onaylamak' ve 'hep bir adım arkada durmak' gibi ilkelere yapışıyorlar.
'Etten önce kazana düşmemeyi' kollayarak sivil toplum kuruluşu olunmuyor ki birader.
Ne diyordu Eder: 'Yalnız hafızım. Şu vakıflardan bina tahsisatı işi çok iyi fikirmiş. Bizim yukarıda tanıdık abiler var. Onları aratırız gerekirse. Sen yeri bulmaya bak.'