Yeni Şafak yazarı Fatma Barbarosoğlu, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un "30 bin Kürt'ü ve 1 milyon Ermeni'yi öldürdük" ifadesiyle ilgili olarak "Yazılan tivitlerden Orhan Pamuk'un tek bir romanını okumamış olduklarını, sadece 'kötü bir zamanlama' ile Ermeni tehciri ile ilgili söylemiş olduğu cümlelerden haberdar olduklarını görüyorum" dedi. "Yüzyıl sonra Orhan Pamuk hiç tartışmasız 'milli yazar' olacaktır" diyen Barbarosoğlu, "Yüz yıl beklemeyelim bu günü konuşalım diyorsanız bu sorunun cevabını ben değil bir Avrupalı, Tim Parks versin: 'Pamuk güçlü bir mekan duygusu sunabilir, ama bu mekan duygusu giderek daha belirgin biçimde Türkiyelilerin kendilerinden çok Türkiye dışındakilere yönelik'" diye yazdı.
Fatma Barbarosoğlu'nun "Milli ve yerli/ Milli olan kimdir?" başlığıyla yayımlanan (28 Aralık 2016) yazısı şöyle:
Sosyal medyada Orhan Pamuk hakkında yazanlara rastlıyorum bazen. Yazdıkları tivitlerden Orhan Pamuk'un tek bir romanını okumamış olduklarını, sadece “kötü bir zamanlama” ile Ermeni tehciri ile ilgili söylemiş olduğu cümlelerden haberdar olduklarını görüyorum.
Gençlerin Nobel Edebiyat Ödülü'ne sahip yazarın tek bir romanını okumadan onun hakkında konuşuyor olmalarına şaşıracak mıyız?
Hayır.
Türkiye'de “Ben roman okumam!” cümlesi düşünsel soyluluk olarak ortaya konan bir cümledir. “Ben roman okumam” diyen kimse roman okuyacak kadar boş vakti olmadığını en şık ve en entelektüel şekilde ortaya koyduğunu düşünür.
Roman okumadığını söyleyen kişiler ne okumaktadır? Genellikle okumakla pek araları yoktur.
Türk erkekleri roman okumaktan korktuğu kadar dizi film izlemekten de korkan bir yapı gösterir genellikle. Dram ya da dizi film izlediklerinde üzülmekten korkarlar. Ama şiddet, macera içerikli filmleri gönül rahatlığı ile izlemeyi başarırlar.
Sözü nereye getireceğim...
Roman okumak ya da tv filmi/dizisi seyretmek bizi başkaları ile konuşmaya sevk eder. Bir kitabın sayfalarından ya da bir filmin sahnelerinden konuşacak bir şeyler buluruz. Tasada ve kıvançta, kederde ve sevinçte buluşmayı başarırız. Son yıllarda üzerinde konuşabildiğimiz diziler Türk dizileri değil, daha ziyade yabancı diziler. (Türk diziler bizi “ifsad” ederken; yabancı diziler Black Mirror, West World örneğinde olduğu gibi gelecek okumalarına davet ediyor.)
“Süper Baba” ya da “Perihan Abla” dizileri üzerine konuştuğumuz/ konuşabildiğimiz zamanlardan günümüze ne değişti? Artan çeşitlilik (tv kanallarının çoğalması) içinde aynı filmi aynı mekanda seyrettiğimiz (her odada bir ekran) insanların sayısı azaldı.
Diziler annemin dizisi, ablamın dizisi, kardeşimin dizisi tanımlaması ile anılır oldu.
Günlük hayatta en çok şu cümleleri duyuyoruz: “Birbirimizle konuşamaz olduk”, “konuşacak bir şey bulamıyoruz.” Bu cümlelerin muhtevasını siyasal düzleme taşıdığımız zaman karşımıza çıkan cümle şu: “Diyalog kanalları kapandı.”
Diyalog kanallarının kapandığını söyleyenler genellikle bu durumu hükümet eleştirisine delil olarak ortaya koyuyor.
Her hükümetin eleştirilecek icraatları olur. Ülkeleri birbirinden ayıran, demokrasi kültürünü yerleştiren ya da asılı bırakan durum, eleştirinin mahiyetidir. Sağlıklı bir eleştiri kültürü için, eleştiriyi ortaya koyan kişiden şu özellikler beklenir: Zamanı kavrayan sezgi ve gözlem, eleştirilen konu ile ilgili bilgi, ne nerede nasıl söylenir konusunda yordam sahibi olmak.
Zamanı kavrayan sezgi ve gözlem konusunda halkın “idrak”i şaşırtıcı.
Ülkemizde eleştiriler genellikle sorunun tespit edilmesinden ziyade bir yerlere, birilerine ses vermek/ses getirmek türünden ortaya konuyor. Aydınların “ses odaklı” açıklamaları, halkta tiyatro sahnesi icra ederek, haber olmaya “imkan tanıyan” şov diline doğru evrilmiş durumda . Bkz. fındık üreticilerinin fındık taban fiyatını protesto etmek için “rahmetli fındığın” cenaze namazını kılması.
Tartışma ortamının yitiriyoruz. Ama yitirişimizin sebebi doğrudan siyaset merkezli mi işte bu konuda yeterince fikrimizi yormadığımızı düşünüyorum.
Paylaşma, tanışma, tartışma ortamını yitiriyoruz, bunun en önemli nedenlerinden birisinin doğal karşılaşma ortamlarını yitirmemiz olduğunu düşünüyorum.
Doğal karşılaşma ortamı nedir?
Doğal karşılaşmayı ya kitaplar, sahneler, ekran üzerinden ya da belli mekanlarda ortak zaman geçirerek gerçekleştiririz. Aynı işyerinde çalışmak, aynı kahvehaneye gitmek, aynı kütüphanede çalışmak, komşu olmak gibi.
Her yer yiyecek içecek dükkanı, kafeler pastaneler, simit saraylarından geçilmiyor. Ama o mekanlar, insanların bir başkası ile karşılaşmasını değil, kendisiyle de karşılaşmasını engelleyecek bir zaman örgütlenmesine sahip. Her daim açık olan dev ekran, bangır bangır bağıran bir müzik ile insan bulunduğu ortamda sadece kendi nesneleşmesine eşlik edebiliyor. O mekanlarda ne kitap okumanız ne de bir arkadaşınızla derin bir sohbet etmeniz mümkün.
Tim Parks, kitapları iyi kitaplar kötü kitaplar diye ayırmak kadar diyaloğa giren girmeyen kitaplar olarak da ayırmanın mümkün olduğunu söylüyor.
Kitaplarla diyaloğa girdiğimiz gibi kitaplar üzerinden de diyaloğa gireriz. Bazı yazarlar kimse ile diyaloğa giremeden “sesizlik suikastı”na maruz kalabilir.
Mahmut Makal'ın “Bizim Köy”ü ile aynı yıl yayınlanan Tanpınar'ın “Huzur” romanını düşünelim. Tanpınar'ın “Sessizlik Suikastı”na uğradığını söylemesinden anlaşılacağı gibi “herkes”, “Bizim Köy” üzerinden bir diyalog gerçekleştiriyordu.
Günümüzün “herkes”i, iyi/ kötü bir roman üzerinden konuşabiliyor mu? Bir film, bir şarkı, bir mekan?
Diyeceksiniz ki her ay onlarca eser basılıyor; raf ömrü bir gün olan kitaplardan hiç haberdar olmuyoruz bile...
Fakat, haber değeri taşıyan yazarlarımız üzerinden de konuşamıyoruz.
Bu durumda kabahat Türk edebi kamusuna mı ait, yoksa verdiği söyleşilerle kitabı üzerinden yapılması gereken tartışmayı kendisine yönlendiren Orhan Pamuk'a mı?
Velhasıl Orhan Pamuk bizim “milli yazar”ımız mıdır, değil midir?
Bu sorunun cevabı konusunda bugün hepimizin hemfikir olması mümkün değil. Ama yüzyıl sonra Orhan Pamuk hiç tartışmasız “milli yazar” olacaktır.
Yüz yıl beklemeyelim bu günü konuşalım diyorsanız bu sorunun cevabını ben değil bir Avrupalı, Tim Parks versin: “Pamuk güçlü bir mekan duygusu sunabilir, ama bu mekan duygusu giderek daha belirgin biçimde Türkiyelilerin kendilerinden çok Türkiye dışındakilere yönelik...”
Orhan Pamuk'un hem bugün “milli yazar” ol(a)mamasının hem de yüz yıl sonra “milli yazar” olacağının düğüm noktası Tim Parks'ın bu cümlelerinde gizli.
Bugünün okuyucuları olarak Orhan Pamuk'un anlattığı mekanlara aşinayız, yazdığı dili konuşuyoruz. Ama yüzyıl sonra büyük ihtimal kendisi dünya edebiyatına, konusu Türkiye'de geçen ve Türkçe yazılan romanlar hediye ettiği için “en milli yazarımız” olacaktır.
Aslolan her zaman üretimdir.
Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'te ödül alırken “yalnız ve güzel ülkem” demesi anlamlıdır. İnşa ettiği bir ürün üzerinden “konuşma hakkı” elde etmiş; “herkes” onu pür dikkat dinlerken söylemiştir bu sözü.
Sosyal medya “milliyetçileri/eleştirmenleri/mütefekkirleri” size hitaben söylüyorum: Canhıraş kurduğunuz o cümlelerin yarına kalması mümkün değil.
Aforizma üretmeye harcayacağınız mesaiyi bir ürün inşa etmeye harcayın derim.
Velhasıl bu günün “milli”leri yarın hiç “milli” olmayabilir.
Cuma günü edebi kamunun sağı /solu üzerinden devam edelim inşallah.