Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan, gündelik siyasetten 'sıkıldığı'nı belirterek "Uzunca bir süredir siyaset de sosyoloji de çok tuhaf bir aralığa sıkıştı. Bir çeşit ‘metan yorgunluğu’ oluşturdu bu sıkışma. Ne zaman patlayacağını bilmiyorum ama patladığında hiç iyi şeyler olmayacağını ön görebiliyorum. Fakat mesela bu sıkışmayı yazamıyorum çünkü yazarsam beni vatana ihanetten yargılayacak, Reis’e ihanetten asacak bir dünya gazeteci-trolün varlığı beni korkutuyor. "dedi.
"Hiçbir ahlaki düzlem tanımaksızın iftira-yalan-gıybet üçlüsünü gazetecilik falan zanneden adamlardan, kadınlardan korkuyorum." diyen Kılıçdarslan "Bence onlardan siz de korkmalısınız, zira bizi uçuruma doğru götürüyorlar." görüşünü dile getirdi.
Kılıçarslan'ın Yeni Şafak'taki yazısı şöyle:
Çok yoruldum.
Yaklaşık 4 yıldır düzenli olarak yazı yazıyorum Yeni Şafak’a. Bu süreçte zaman zaman tam yazmak istediğim, yazınca mutlu olduğum, kendimi bulduğum yazılarım da oldu; sonradan ‘keşke yazmasaydım’ dediğim yazılarım da.
Dertleşme
Yeni Şafak, doğrusu başlangıçta ‘her hafta yazacak bir yazıyı nereden bulacağım’ diye düşünüyordum, ardından ‘bir gazetede haftada iki kez ne yazabilirim ki?’ diye düşünmeye başladım. Şimdi haftada üç yazı yazıyorum ve ‘ben bu kadar disiplinli biri miydim yahu?’ diye şaşırıyorum kendime.
Evet, yazı yazmak, özellikle köşe yazısı yazmak tam bir disiplin işi.
Ben öyle ‘gazeteci topluma karşı sorumludur’ falan gibi bık bıklara inanmam. Gazetecilerin, toplumun geri kalanından ayrılmak ve neredeyse bir sınıfsal üstünlük taslamak için buldukları yalanlara yani. ‘Toplumu aydınlatmak’ falan fıstık hep şahane mavralardır nazarımda. Toplumu aydınlatmak istesem Çin’den el feneri ithal etme sektöründe daha faydalı olurum.
O halde niçin yazıyorum? Birincisi şu: Elimden bu geliyor. Kendimi bildim bileli ‘sanırım başarılıyım’ dediğim neredeyse tek iş yazı yazmak. İkincisi de şu: Yazarak kendimi, duygularımı, benliğimi tanıyorum.
‘Bu ikincisi ne işe yarıyor?’ diye soracak olursanız size verecek net bir cevabım yok. Sadece -sahih olup olmadığına dair bir tartışma kopmasından endişe ediyorum- bir hadis geliyor aklıma: ‘Kim kendini bilirse, Rabbini de bilir.’
Niçin yoruldum peki?
Bu cevabı uzun bir mesele.
Öncelikle, zaman zaman ‘aslında olmadığım’ bir adammış gibi yazmaktan yoruldum. Zaman zaman da ‘aslında olduğum’ adam olarak yazamamaktan. Fakat en çok gündelik siyasetin kirinin-pasının üstüme başıma bulaşmasından yoruldum. Sakın aklınıza bir şey gelmesin. Yazmaya başladığım ilk günden beri Yeni Şafak yönetimi yazılarıma asla müdahale etmedi. Dolayısıyla bu anlattıklarım kendiliğinden öyle gelişmiş kişisel meseleler.
Türkiye’de köşe yazıyorsanız ya kuşe-i uzlette ademiyete mahkum olacaksınız yahut yıpranma bedeliniz çok sağlam olacak. Benim açımdan ikisi de muhal şimdilik. Bu da beni gerçekten çok yoruyor.
Uzunca bir süredir siyaset de sosyoloji de çok tuhaf bir aralığa sıkıştı. Bir çeşit ‘metan yorgunluğu’ oluşturdu bu sıkışma. Ne zaman patlayacağını bilmiyorum ama patladığında hiç iyi şeyler olmayacağını ön görebiliyorum. Fakat mesela bu sıkışmayı yazamıyorum çünkü yazarsam beni vatana ihanetten yargılayacak, Reis’e ihanetten asacak bir dünya gazeteci-trolün varlığı beni korkutuyor. Ne o? Tuhafınıza mı gitti? İnsanım yahu. Korkuyorum. Bilhassa da hiçbir ahlaki düzlem tanımaksızın iftira-yalan-gıybet üçlüsünü gazetecilik falan zanneden adamlardan, kadınlardan korkuyorum. Bence onlardan siz de korkmalısınız, zira bizi uçuruma doğru götürüyorlar.
Aslında bir başka korkum da ne biliyor musunuz? Bu adamlarla, bu kadınlarla aynı seviyeden, aynı sınıftan, aynı takımdan zannedilmek. Bu bir kabus gibi gelip çöküyor omzuma zaman zaman.
Son zamanlarda duam şudur: ‘Yarabbi, bana başka ve hayırlı bir rızık kapısı ihsan et ki bu iş zillete dönüşmeden yoluma bakabileyim.’
O kapı açılana kadar mevziyi beklemeye devam elbette. Ama kırık-dökük ve oldukça yorgun olarak. Çünkü kırılmamak-dökülmemek için ‘30 yıldır hep güçlünün yanında durarak adam sınıfına koyulmak’, ‘hocasından umudu kalmayınca dümeni Reis’e kırmak’, 10 yılı aşkın süre çalıştığı gazetesinden ayrılırken yazdığı lağım gibi veda yazısında ‘ben de gidince burada kimse kalmayacak’ diyebilecek hödüklükte olmak, kendisine verilen sırrı -üstelik çarpıtarak- fahişe pazarlar gibi televizyon ekranından pazarlamak falan gerekiyor.
Ben öyle biri değilim, Allah izin verirse de öyle biri olmaktansa ‘hiç olmamayı’ tercih ederim.
Yok yok. Merak edilecek bir şey yok. Dertleştik sadece. Sen ve ben.