Gündem

Yeni Şafak yazarı: AB, Cumhurbaşkanlığı'nı hiçe saydı, Başbakanlık sessiz kalmamalıydı

Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, "Biz Erdoğan'la değil Davutoğlu ile müzakere ediyoruz" demişti

07 Nisan 2016 13:43

Yeni Şafak gazetesi yazarı Merve Şebnem Oruç, Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz'un, mülteciler konusunda "Biz Tayyip Erdoğan'la anlaşmadık, Türkiye Cumhuriyeti ile anlaştık. Biz Ahmet Davutoğlu yönetimindeki hükümet ile müzakere ediyoruz, oldukça ciddi bir ortak" şeklindeki sözlerine tepki gösterdi. "Doğrusunu isterseniz, o gün Başbakanlığın jet hızıyla “Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Erdoğan'dır” mesajını net biçimde veren bir açıklama yapmasını bekledim. O açıklama gelmedi" ifadelerini kullanan Oruç,  "Başbakanlık yetkilileri Schulz'un bu ifadelerini görmemiş olabilir; ancak radarların alabildiğine keskin biçimde açık olması gereken bir dönemden geçerken böyle bir dikkatsizlik, 'Davutoğlu Erdoğan'ın gölgesinde kalıyor' kampanyasının perçinlenmesine neden oluyor. AB ile polemiğe girmek istemiyor olabilirsiniz, ama söz konusu olan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı... AB Parlamentosu Başkanı bu makama ateş etmekte sakınca görmüyorsa, buna verilecek cevap sessiz kalmak olmamalı" diye yazdı.

Merve Şebnem Oruç'un, "Martin Schulz Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı makamına ateş ederken" başlığıyla yayımlanan (7 Nisan 2016) yazısı şöyle: 

Türkiye gerekirse yansın, yeter ki Erdoğan gitsin” kampanyası Erdoğan'ın Amerika seyahati süresince hız kesmedi. İçeride ve dışarıda ona yönelik kampanya dış politikadan basın ve medyaya, çözüm sürecinden kadına yönelik şiddet ve çocuk istismarına Türkiye'deki hemen her gündemi kapsıyor.


Hatırlarsınız, Erdoğan Başbakanlık, Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanlığı koltuğunda otururken, ve Erdoğan karşıtlığı henüz bu denli tavan yapmamışken, Türkiye'nin dış politikasına yönelik eleştiriler Davutoğlu'nu da hedef almaktaydı. Davutoğlu, Arap 2012 sonrası özellikle Suriye meselesi nedeniyle, 'stratejik derinlik' perspektifi, 'komşularla sıfır sorun' politikası üzerinden eleştirilerden bolca nasibini almaktaydı. Ya da çözüm süreci ve Ak Parti'nin Kürt açılımı nedeniyle Beşir Atalay, Yalçın Akdoğan gibi isimler gelen eleştirilere konu olmaktaydı.

Ancak, son birkaç yılda bitmek bilmez bir kaşıntıya dönüşen Erdoğan alerjisi, Ak Parti'nin önde gelen politika yapıcılarına yönelik eleştirilerin sönümlenmesi ve tüm enerjinin tek bir hedef üzerinde, Erdoğan'da, toplanması noktasına geldi. Çözüm sürecinin kendisi ya da yeniden çatışmaların başlaması üzerinden iktidara eleştiri mi getirilecek, hedefe sadece Erdoğan kondu. Eleştiri Suriye politikasına mı olacak, Erdoğan'dan başka kimseye ateş edilmez oldu. Sanırsınız, çocuklara ve kadınlara yönelik istismar ve taciz daha önce hiç yoktu da 'Erdoğan'ın Türkiyesi'nde başladı. Zannedersiniz, Türkiye daha önce çok sesli bir özgürlükler ülkesiydi de Erdoğan'la beraber kısıtlamalar başladı. Mevcut anayasaya uyuyor olmak bile anayasayı çiğnemek, hukuka aykırı hareket etmek şeklinde yankı bulur hale geldi.

İşte en sıcak örneklerden biri: Karaman'da ortaya çıkan korkunç vaka üzerinden yürüyen tartışma dahi sadece Ensar Vakfı'na yönelmiyor, “İşte Erdoğan'ın yeni Türkiyesi bu!” mesajları havada uçuşuyor. İktidarı, iktidarın politikalarını eleştirmek, belli bir zümre tarafından hızla Erdoğan'a karşı yürütülen bir kampanyaya dönüşüyor. Komployu görenler de haliyle, vakfa dair eleştirileri varsa bile, Erdoğan'a yönelik kampanya ateşine odun taşımamak için yutmak zorunda kalıyor. Komploya tepki gösterenlerse yine aynı zümre tarafından 'çocuk tacizi/tecavüzü' aklayıcı ilan edilmek gibi bir linçle karşılaşıyor. Ensar Vakfı'nın söz konusu meselede bir suçu değil ama sorumluluğu olduğu fikrini savunup, normal bir ülkede yaşayıp normal şartlar altındaymışız gibi tartışmaya çalışanlar da Erdoğan'ı sevenler tarafından söz konusu komploya alet olmakla suçlanıyor. Ve her konu gibi en hassas meselelerden biri olan çocuk tacizi meselesi de Erdoğan karşıtı ve taraftarı olmak çerçevesinde kilitleniyor.

Ak Parti iktidarı ve özellikle Davutoğlu'na yönelik eleştirilerse yine tek bir tez etrafında toplanıyor: “Erdoğan'ın kontrolü/gölgesi altında kalmak.” Neredeyse bir kışkırtmaya varan bu yaklaşım, Davutoğlu'nun aslında Erdoğan'dan çokça konuda fikren ayrıldığı, ancak 'zayıf olduğu için' Erdoğan'a karşı gelemediği mesajını kamuoyuna pompalarken Erdoğan'ın 'despot' bir lider olduğu yalanı da katmerleniyor.

CHP liderinden Kandil'e, muhalif medyadan uluslararası basına pek çok alanda aynı dilin kullanılması, bu yaklaşımın rastlantı olmadığını, bilinçli ve kasıtlı olduğunu anlamamıza yetiyor. Aslında şaşırtıcı değil. Zira meşruiyetini sorguladıkları lider en zorlu zamanlarda bile ardı ardına kaç seçim kazandı; en ağır saldırılar altındayken doğrudan halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı seçildi. Gayrimeşru ilan etme çabası boşa çıkınca sıradaki saldırı 'yürütemezlik' çevresinde toplanmak zorundaydı. Ancak yürütmeye yönelik eleştiriler, Başbakan'ı ve Bakanlar Kurulu'nu da kapsayacağı için hedef odaklamak gerekiyordu, bunun da yolu öncelikle Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasında yaklaşım farkı var şeklinde resmetmekti. Bu sistematik, aynı zamanda yıllarca bir arada uyum içinde çalışmış kişilerin arasındaki koordinasyonu bozmayı da beraberinde getirecek ve 'ülkeyi yönetememe' iddiası, kendini gerçekleştiren kehanet misali vücut bulacaktı.

Dışarıda da aynı kampanyanın yürütüldüğüne bir örnek, hafta sonu Alman Bild am Sonntag Gazetesi'ne konuşan Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz'un ifadeleri. Washington seyahati ve Obama'nın, daha sonra Erdoğan tarafından yalanlanan, basın özgürlüğüne ilişkin endişelerini Cumhurbaşkanı'na ilettiği yönündeki sözlerinin ve üstü kapalı tehditlerinin hemen ardından gelen Schulz röportajı zamanlaması açısından manidardı. Ayrıca Schulz'un elini tabanca yapmış, ateş eder gibi bir fotoğrafıyla yayınlanması bakımından da oldukça çirkindi. Türkiye-AB arasında varılan anlaşmaya ilişkin olarak, “Biz Erdoğan'la anlaşmadık, Türkiye Cumhuriyeti ile anlaştık. Biz Davutoğlu yönetimindeki hükümet ile müzakere ediyoruz. Oldukça ciddi bir ortak,” şeklinde konuşan Schulz'un sözleri, adeta Türkiye Cumhuriyeti'nin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığını hiçe sayıyordu.

 

Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz'un, mülteciler konusunda "Biz Erdoğan'la anlaşmadık, Türkiye Cumhuriyeti ile anlaştık. Biz Davutoğlu yönetimindeki hükümet ile müzakere ediyoruz, oldukça ciddi bi

 



Doğrusunu isterseniz, o gün Başbakanlığın jet hızıyla “Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Erdoğan'dır” mesajını net biçimde veren bir açıklama yapmasını bekledim. O açıklama gelmedi. Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde, Çarşamba günü öğleden sonrasında, Schulz'un ifadelerine yönelik bir açıklamanın hala yapılmamış olması üzücü. En iyi ihtimalle, Başbakanlık yetkilileri Schulz'un bu ifadelerini görmemiş olabilir; ancak radarların alabildiğine keskin biçimde açık olması gereken bir dönemden geçerken böyle bir dikkatsizlik, “Davutoğlu Erdoğan'ın gölgesinde kalıyor” kampanyasının perçinlenmesine neden oluyor. Öyle ki, Türkiye'de Sözcü gazetesi bile, Schulz'un bu ifadelerini, 'Davutoğlu'na bir destek olarak da yorumlanıyor' diyerek verdi. AB ile polemiğe girmek istemiyor olabilirsiniz, ama söz konusu olan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı... AB Parlamentosu Başkanı bu makama ateş etmekte sakınca görmüyorsa, buna verilecek cevap sessiz kalmak olmamalı.