Hanif Kureishi (Fotoğraf: Keir Kureishi)
29 Ocak 2020 11:10
Hanif Kureishi'nin Türkiye'de yeni yayımlanan romanı "Hiç"...
"Her şeyi kaybetmek üzere olan birisinin hikâyesi," diye söze başlıyor Kureishi, geçtiğimiz Kasım ayının sonunda ilk defa Türkçe çevirisiyle Everest Yayınları tarafından yayımlanan son romanı için.
Londra'da Noel-yılbaşı tatilinden hemen önce, caddelerin Noel süsleriyle cıvıl cıvıl ışıklandırıldığı, gökyüzünün çoktan zifiri karanlık olduğu bir akşamüstü Kureishi'nin evinindeyiz. Salona bitişik olan açık plan mutfağında, masa başında karşılıklı oturuyoruz, bir yandan yazarın hazırladığı bitki çaylarımızı yudumluyoruz. Kureishi'nin, zevkli bir şekilde döşenmiş evinde atmosfer aile evi sıcaklığında ve samimiyetinde. Loş ışıklı salonun duvarları irili, ufaklı resimlerle kaplı. Salonla mutfak arasında bir duvara paralel, yerden yukarıya doğru, sıra sıra, üst üste dizilmiş, yazara ait, sayısız, farklı dillerde ve edisyonlarda yayımlanmış kitaplarından oluşmuş tepecikler gözüme çarpıyor.
"İnsanın parasını, yeteneğini, toplumdaki yerini ve eşini yitiriyor olmasının bilincine varması üzerine," diye ekliyor Kureishi, kitabının içeriği ile ilgili.
Romanın başkahramanı Waldo, zamanında bol şöhret ve başarı yakalamış olan, yaşlı, Pakistan asıllı bir film yönetmeni. Yıllarca kokain kullanmaktan ötürü zayıf düşen kalbi takılan stentlerle desteklenmiş; prostat kanseri, ülser ve şekerden mustarip yatalak bir yaşama mahkum ikamet ettiği Londra'daki dairesinde kendisinden yirmi iki yaş daha genç, güzel eşi Zee (Zenab) kendisinin bakımıyla ilgilenmektedir. Son zamanlarda dairelerine sıkça uğrayan Eddie, yaşlı film yönetmenin otuz yıldır peşinde dolaşan "parazit" türünden bir münasebetsizdir. Eşinin kendisini Eddie ile, tam burnunun dibinde aldatıyor olabileceği düşüncesi Waldo'yu içten içe kemirmektedir. Kureishi zaten hiç vakit kaybetmeden ilk satırlarda sözünü esirgemeyen kahramanın ağızından konuya dokunduruyor:
"Yaşlı ve hasta olduğum, spermimin tamamen tükendiği ve vaziyetin daha da kötüleşmesine hiç ihtiyaç duymadığım bir gece, o sesleri tekrar duyuyorum. Zenab'ın yatak odasında, yani yan odada seviştiklerine eminim."
Kureishi'nin ilk romanı, Varoşların Budası* yazarın insanı yer yer kahkahalara boğabilecek potansiyeldeki keskin mizah anlayışını ortaya koymuştu. Bu son romanında da bulunduğu durumun vahimliğine rağmen pes etmeye henüz niyetli olmayan Waldo'nun, mahkum olduğu hasta yatağından ya da oturtulduğu tekerlekli sandalyesinden, bol nükteli cümleler eşliğinde, kafasında bir yığın entrikalar düşünüp bunları zekice teker teker gerçekleştirmesine şahit oluyoruz.
Kureishi, "Bir dönem çok noir okuyordum ve Netflix'te film-noirlar izlemeye kendimi adamıştım. Bunun etkisiyle böyle bir roman ortaya çıktı. Her noir'da olduğu gibi, karakterlerin hepsi bir hinlik peşinde," diye bana açıklama getiriyor.
Yazara konuşmamızın ilerleyen dakikalarında günlük yazma rutininin nasıl olduğuna dair bir soru yöneltiyorum. Bana, çoğu yazar gibi, sabahları kalkar kalmaz yazmaya koyulduğunu ve mesleğinin bir parçası olan tek başına çalışmanın yaratabildiği yalnızlığı, bazen evine akşamüstü sularında, çat kapı ziyarete gelebilen dostlarla, çay eşliğinde, sohbet ederek gidermeyi sevdiğinden söz ediyor. Nitekim, beni, rahat, ev kıyafetleriyle karşıladıktan sonra mutfağında geçen keyifli diyaloğumuz, tek taraflı bir söyleşiden daha çok dostane, karşılıklı bir hoşbeş havasında.
Kureishi, zengin kadınları baştan çıkarmayı meslek edinmiş "Eddie" karakterinin çıkış noktasının, bir zamanlar ondan ve başkalarından yüklü miktarlarda para sızdırarak yazarın o dönem hayatını esir alan ve nerdeyse altüst eden bir "dolandırıcı" muhasebeci olduğunu belirtiyor. (Yazar bu kötü deneyimini "Love + Hate" (Faber& Faber, 2015) Ask+ Nefret adlı öykü ve deneme derlemesinden oluşan kitapta, "A Theft: My Conman" Bir Hırsızlık: Benim Dolandırıcım isimli makalesinde tüm detaylarıyla işliyor.)
Ancak, Hiç'in kolay yılmayan baş kahramanı, Eddie'yi kötü amacından vazgeçirmeye ve nihayetinde karısından uzaklaştırmaya yönelik yürüttüğü çok yönlü stratejisinde adım adım ilerledikçe bu durumdan hiç hoşnut olmayan karısıyla aralarındaki tansiyon gitgide artıyor.
"Bazen birbirlerine korkunç derecede ateş püskürüyorlar ama ardından, o kırıcı sözleri hiç sarf etmemiş gibi bıraktıkları yerden tekrar devam etmeyi başarabiliyorlar," diye Kureishi'ye yorumda bulunuyorum.
Altmış beş yaşındaki yazar bana yönelttiği zekice bakışıyla şu şekilde karşılık veriyor: "Eğer bir insan birlikte olduğu kişiye arada bir hakaret edemiyorsa o gerçek bir ilişki değildir."
Kureishi, yarattığı karmaşık karakterlerinin farklı dürtülerini ve renkli, erotik maceralarını müstehcen bir dille ortaya dökmesiyle tanınan bir romancı. Fiziki acizliğine rağmen, hâlâ Zee'nin çekici bedenine karşı beslediği arzuyu sıkça dile getiren Waldo, romanın bir yerinde bu çelişkili durumuna şu şekilde açıklık getiriyor:
"Cinsel hisler azalabilir ama şunu öğrendim ki libido, tıpkı Elvis ve kıskançlık gibi, asla ölmez. Seksen beş yaşında seks yapanları biliyorum. Seks için ereksiyona, bir bedene ya da orgazma ihtiyacınız olduğunu kim söyledi ki?"
Her ne kadar Waldo kendi iç dünyasının en karanlık köşelerini ifşa etse de, er ya da geç diğer iki ana karakterin de tuhaf sapkınlıklarının, bencil ve hatalı davranışlarının arkasında yatan, içinde bulundukları kişisel koşullar ve geçmişte yaşamış oldukları travmalara dayalı psikolojik nedenler de roman ilerledikçe ortalığa dökülüyor. Ve bu romanı en anlamlı kılan, Waldo'nun, hızla gelişen, beklenmedik ve zaman zaman absürte kaçan hadiseler dizisini, lafını sakınmayan bir üslupla aktarırken, arada bir, hayata dair bulunduğu -bu cümlelerde olduğu gibi- bilgece ve dokunaklı tespitler:
"Herkes bir muamma. Kendime, ona hâlâ aşık mıyım diye sormam lazım. Tabii ki aşığım. Aşkı istediğiniz zaman musluk gibi kapatamazsınız. Aşk daha zorlaştıkça daha gerçek olur."
Kureishi'nin, başlığını yazarlığın en temel sorusundan alan yeni öykü ve deneme kitabı, "What Happened?"(Faber & Faber 2019), Ne Oldu?, Britanya'da geçtiğimiz sonbaharda yayımlandı. Yazar, makalelerin birinde, yakın zamanda vefat eden müzik dâhisi ve dostu David Bowie'nin anısına, onun cazibeli kişiliğini anlatıyor. Bir diğerinde, bir başka dostu, yazar Salman Rushdie'nin, seksenlerin sonunda yayımlanmış olan, Türkiye de dahil olmak üzere birçok İslam ülkesinde yasaklanmasına ve İran'da Ayetullah Humeyni tarafından ölüm fetvası almasına sebep olan romanı Şeytan Ayetleri'nin** tetiklediği, o tüyler ürpertici zor süreçte, radikal İslamcıların tehditleri karşısında bazı liberallerin, entelektüellerin ve hatta yazarların boyun eğen tavırlarını sorgulayarak sansürcü zihniyete yol vermenin tehlikelerinden söz ediyor. Neden Allah'ın Dediğini Yapmalıyız? adlı bu makalesinin bir yerinde, Kureishi, bir şairden alıntılıyor:
"Heinrich Heine haklıydı: Kitap yakmayla başlayanlar sonunda insanları yakarlar."
Ne yazık ki bu son derece doğru söylem Şeytan Ayetleri'nin zamanında harekete geçirdiği felaket zincirinden, Türkiye'nin de, ne acı bir şekilde nasibini aldığını hemen akla getiriyor.
Rushdie'nin tartışmalı romanını Türkçe'ye çevirten ve Aydınlık gazetesinde yayımlatmaya başlayan Aziz Nesin, İslami çevrelerce hedef gösterilmişti. Pir Sultan Abdal şenliklerine katılmak amacıyla Sivas'a gelen Nesin'in ve başka aydınların konakladığı Madımak Oteli'nin 2 Temmuz 1993'te ateşe verilmesiyle 35 kişinin yakılarak öldürülmesiyle sonuçlanan ve Türkiye'nin tarihine bir kara leke olarak geçen Sivas Katliamı gerçekleşmişti.
"Çok felaket bir zamandı. Bir arkadaşımın, bir yazarın yazdığı bir kitaptan dolayı bu kadar nefreti üzerine çekmesine şahit olmak korkunç bir şeydi. Beni en çok şaşırtan şey, Rushdie'nin liberal Müslümanlardan ne kadar az destek gördüğü oldu. Ekseriyetle Müslümanlar radikal değildir. Benim burada tanıdığım çoğu Müslüman sakin bir hayat sürdürerek yaşamını idame etmek peşinde ama yine de kimse kalkıp ona sahip çıkmadı. Herkes büyük korku içindeydi. Bütün camia bu bağnazlık virüsünün içinde boğulmaktaydı," diye bana o dönemki durumun vahimliğini vurgulayarak anlatıyor Kureishi.
Pakistan asıllı Müslüman bir babanın ve İngiliz bir annenin oğlu olarak Britanya'da dünyaya gelen Kureishi'nin, meslektaşının yazdığı romandan dolayı, özellikle Batıdaki tutucu İslam çevrelerinden almış olduğu sert tepkiler, yazarın Britanya'daki bazı Müslüman gençlerin gitgide radikal İslamcılığa doğru yönelmelerinin, arkasında yatan psikolojik, sosyolojik sebepleri irdeleyen çalışmalara imza atmasına aracı olur. Kureishi'nin, adını bir Prince albümünden alan ikinci romanı, "Black Album" (Faber &Faber, 1995) Siyah Albüm, Rushdie'nin fetva aldığı yılda, yani 1989'da cereyan eder. Londra'da üniversite okumaya başlayan liberal görüşlü Pakistanlı bir ailenin oğlu olan "Shahid", Batı kültürünün sunduğu, felsefi sorgulamalar, uyuşturucu ve Rock 'n Roll kültürü ve cinsel özgürlüğün tadına varırken, aynı zamanda, okulundaki İslami öğrenci örgütünün ona verdiği aidiyet hissine kapılarak bu iki, birbirinden apayrı ideolojinin arasında seçim yapmak konusunda zorluk yaşar. Kureishi'nin muhteşem kısa öyküsü, "My Son the Fanatic" (1994) Fanatik Oğlum ise modern bir vizyona sahip, Londra'da taksi şoförlüğü yapan ve oğlunun bir gün muhasebe okuyacağı hayallerini kuran Pakistanlı bir babanın, oğlunun radikal İslamcılığa gönlünü kaptırdığını öğrendiğinde verdiği çeşitli, gitgide artan tepkilerini ele alırken her iki karakterin farklı bakış açılarından "fanatizm" olgusunu değerlendirir.
Sohbetimizin sonuna doğru, Kureishi bana Türkiye'de gazetecilerin içinde bulunduğu zor durumu, Türkiye'deki kadınların konumu ve kadın hakları hakkında sorular yöneltiyor ve ardından son İstanbul ziyaretinde Pera Müzesi'nde Murathan Mungan'la bir söyleşiye katıldığını belirtiyor. Ben de yazarın kariyerinin başına dönerek, yazmış olduğu ilk film senaryosundan söz ediyorum. Gösterime girdiği yıl, en orijinal senaryo dalında Oscar'a aday gösterilen ve ilk defa tüm dikkatleri Kureishi'nin üzerine çeken Benim Güzel Çamaşırhanem (My Beautiful Laundrette, 1985) 1980'lerin Margaret Thatcher Britanya'sında geçen, Pakistanlı bir genç adam ile Daniel Day-Lewis tarafından canlandırılan İngiliz bir dazlak arasındaki gelişen sıra dışı bir romans. Yazara, bu film senaryosuyla işlemek istediği ana temayı sorduğumda cevabı şu oluyor:
"Kendi aralarında yeni bir topluluk kurmak üzere ait oldukları farklı çevrelerden ayrılan iki genç erkek arasında geçen bir Romeo ve Juliet hikâyesi yazmak istedim. İkisi de standart dışı tiplerdi -biri gay bir Pakistanlı, diğeri gay bir dazlak. İkisi de çoğumuz gibi, o ya da bu sebepten dolayı, hem içeride ve hem dışarıda olan kimliklere sahiptiler, ve kendi aralarında bir topluluk kurarak, o dönem oluşmakta olan gay camiasının temellerini attılar. Melez çocuk kimliğiyle, 50'lerin ve 60'ların beyaz dünyasında, kendimi hep hem içeride hem dışarıda hissederek büyüdüm. Bundan dolayı, bulunduğu ortama uyum sağlamayarak yenisini yaratabilmek fikri hep ilgimi çekmiştir."
* Varoşların Budası"nın ilk baskısı Faber & Faber tarafından Britanya"da 1990"da yapılmıştır. Türkçe edisyonu, Can Yayınlarından 2001 yılında yayımlanmıştır.
** Şeytan Ayetleri"nin (The Satanic Versus) ilk baskısı Britanya"da 1988"de yapılmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.