09 Eylül 2012 14:21
Yazar İhsan Oktay Anar, askerliğini yaptığı 1995 yılında Kuzey Irak’ta, Çelik Harekâtı’na katıldığını ve PKK’ya karşı düzenlenen, Korgeneral Hasan Kundakçı komutasındaki operasyonda tim komutanlığı yaptığını söyledi.
Geçtiğimiz ay, beş yıl aradan sonra "Yedinci Gün" adlı romanını yayımlayan Türk Edebiyatının usta kalemlerinden İhsan Oktay Anar, 1995 yılında PKK'ya karşı düzenlenen, Korgeneral Hasan Kundakçı komutasındaki operasyonda tim komutanı olarak görev yaptığını söyledi.
Habertürk gazetesinden Kürşad Oğuz'un İhsan Oktay Anar ile yaptığı (09 Eylül 2012) söyleşi şöyle:
Karşılaşmanın ilk dakikalarında oturduğum yerde elimi yalayan biri var; “Yedinci Gün”ün kahramanlarından biri. Teşkilatın siyah beyaz köpeği Kıtmir, İhsan Oktay Anar’ın siyah beyaz kedisi Kopil’den (Rumca sokak çocuğu) başkası değil. O da sokaktan 2 aylıkken gelmiş eve ve 2 yaşında şimdi. Kocaman. Erkek olduğu için Özlem Hanım’ın yanından ayrılmıyor. Misafirlerle pek arası yokmuş ama benden zarar gelmeyeceğini düşünmüş olmalı. Zira ben daha ilk dakikalardan “Nasıl etsem de bu huzurlu dünyayı bozmasam” derdindeyim.
Tamam, ikiyüzlü bir dert bu. Bir süre sonra Anar’ın romanlarındaki gibi ahşap yoğun ve ince zevklerin ürünü bu evden çıkıp bir şeyler yazacağım. Ve belki yedi kez demleyerek aktardıklarım bile anlatılmaması gerekenler olacak... Ya da belki, suskunluğu bazılarınca kibirle karıştırılan yazarımızı doğru tanıtacak. Daha sonra 10-15 bardağa ulaşacak çayımızdan ilk yudumu alınca rahatlıyorum.
Aslında bu İhsan’a ilk misafirliğim değil. 2005’te “Amat” yayımlandıktan kısa bir süre sonra Ömer Türkeş’le konuk olmuştuk ona. “İhsan”ı da ukalalığımdan söylemiyorum. Aradığımda “Siz” deyince kızdı biraz, “Sen’dik, geçen zamanda siz mi olduk” dedi. “Peki İhsan” dedim. Kimseyle husumet çıkmasın diye anlatıyorum: İki hafta önce yine burada, İletişim Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Yedinci Gün”ü anlatan bir yazı yazmış, “Edebiyatın İhsan-ı Kâmil’i” diyerek birtakım tespitlerde bulunmuştum. Zaten Habertürk alıyormuş, okumuş, hak vermiş, beğenmiş ve bana bir mail yazdı. “İzmir’e yolun düşerse beklerim” dedi. Hemen yolumu düşürdüm. “Peki” dedim, “bu sohbetten sonra bir izlenim yazabilir miyim?” Cevabı, belli bölümleri sizi şaşırtacak bu yazıdır.
İlk bombayı patlatayım: Son kitabı “Yedinci Gün”ün 50 binlik ilk baskısı 10 günde tükenen İhsan Oktay Anar İstanbul’da efsane ama İzmir’de sanki romanındaki hayalet. Apartman komşuları bile onu tanımıyor ya da tanıyor da “Ne var yani; biz duyduk, kim para verse kitabını bastırabiliyormuş” muamelesi yapıyorlar. Sadece komşular olsa iyi. Şehirdeki bir kitapçıdan, yazar olduğunu söyledikten sonra şunları duyduğunu anlatıyor İhsan: “Getir istersen birkaç imzalı kitap da vitrine koyalım, faydamız dokunsun...”
Dahası, “Çocuğuma Türkçe dersi ver” diyen babalar mı ararsınız, yoksa “Okuldan ödev vermişler, oğlum okuyamadı, şu kitabının özetini yazıver” diyenler mi... Bir tanıdığı ise “Bu işten para kazanıldığını” hesaplayıp “Peki ben ne yazsam satar” diye sorarak gelmiş ona. Bir diğeri “Senin tanıdıkların vardır. Benim kitabımı da bastırsana” demiş; üstelik yazmadan. Allah’tan korsanlar yazarımızın değerinin farkında. Steyşının arkasına attığı kitapları satan biri onu tanıyıp şöyle söylemiş: “Sayende yakında ev alırım...”
Kapının girişinin hemen önündeki masada 30’a yakın “Yedinci Gün” dizili. Anlaşılan misafirler imzalı hatıraya bile mesafeli duruyor. Peki İhsan, tanınmamaktan yakınıyor mu? Aksine, “İşte bu yüzden burada mutlu ve huzurluyum” diyor...
Şimdi biz yani ulusal medya, ağzından çıkacak birkaç cümleyi mumla arıyoruz ya... Özgüven sahibi İzmirli bunu da aşmış. Bana “Kürşad sen bilirsin, gazetede sayfa dolduramamak diye bir şey var mı” diye sorunca şaşırdım, “Bu ne demek” dedim. Bir gün İzmir’de yerel gazeteden bir kadın sorular gönderip cevaplamasını istemiş. İhsan da aslında öğrenciler başta olmak üzere yerel medyanın bu taleplerini geri çevirmiyor. “Tamam” demiş, cevapları göndermiş. Ancak kadın kızmış; “Bu kadar mı yazılır? Bununla sayfa dolmaz” diye söyleşiyi kullanmamış.
Suskunluğunun sanıldığı gibi kibirle alâkası olmadığını, reklam veya pazarlama yöntemi yakıştırmalarının acımasız olduğunu biliyorum ama yine de sordum: Peki neden konuşmuyorsun? “Neden konuşayım? Kitabı yazmışım işte. Ama başkalarını da konuştuğu için kınamıyorum. Ben buyum” dedi. Gecenin sonuna doğruysa bence gerçek cevabını aldım. Hipokrat’ın “Önce zarar vermeyeceksin” sözünü hatırlattı. Çok konuşursa zarar vereceğini düşünüyor. Aslında son derece politik ama söyleyeceklerinin yanlış anlaşılacağından endişeleniyor, “Hem ben kimim ki” diyor. Yoksa inanın bana, çok dolu.
Ve bir hayli muzip. Sık sık kurguladığı hikâyelere çevresindekileri de kendini de inandırıyor. Bir gün geliyor, “Bindiğim gemi battı” diyor, ertesi gün bir başka hikâye uyduruyor. Zaten çoğu zaman siz konuşurken kendi hikâyelerini yaşıyor İhsan. 6-7 yıl sonra aynı yaştaki arkadaşlarıyla bir arabaya binip İzmir sokaklarına çeki düzen vermeyi planlıyor: “Sen, yere çöp atma”, “Sen, gürültü yapma”, “Sen, yaşlılara yol ver...” Yaşlılığı şöyle tanımlıyor: “İki dönem var ki, onlara laf anlatamazsın. 20 yaş öncesi ve 80 yaş sonrası.” Sonra hayıflanıyor: “İşte sık sık böyle boş şeyler düşünüyorum...”
Geçen yıl üniversiteyi bıraktı İhsan; Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden emekli oldu. Önceki yazıda yazdıklarımın çoğunu doğrulattım konuşmamızda. Biri de buydu. Öğrenciler ve okul denen kurumla arası pek iyi değilmiş. Bunun nedeni, öğrencilerin de akademik düzenin de onun hayal ettiği ve istediği gibi olmaması. Okuldaki son günlerinde 20 dakikalık bir konu üzerinde konuşmaları için üç kız öğrenciyi çağırmış. Onların sınıfa doğru konuşmaları için bir sıranın ters çevrilmesi gerekiyormuş. “Kim yardıma gelecek” demiş, hiçbir erkek öğrenciden ses çıkmamış. İş başa düşmüş, kendi yapmış. Kız öğrenciler sıralarına dönünce de “Yanınızdakilere bakın, onlar centilmen değil” demiş. Toplumun bu konularda geriye gittiğini düşünüyor. Otobüslerde gençleri kaldırıp yaşlılara yer verdiriyor. Kadınların yeri ayrı onun gözünde. Pek çok şeyin onlardan geldiğini düşünüyor. Son romanında olduğu gibi kadın-erkek söz konusu olduğunda birincinin yanında. Bu pozitif ayrımcılığı için ona “feminist yazar” bile denebilir.
Kurabiyeyi, böreği, yedi bardak çayı aşmışız. Kafamız güzel. Cem Yılmaz’dan çıkıp felsefeye, Kadir İnanır’dan yol alıp mantığa giriyoruz... Hüseyin Hatemi futbol, Rasim Ozan Kütahyalı televizyon sohbetimizin konuğu oluyor.
CemYılmaz’a çok gülüyor İhsan, onu gerçekten çok başarılı buluyor. Zaten İzmir’e geldiğinde seyretmeye gidiyormuş. Kolektif gülüşlerin yalnızlık gülüşlerinden neden daha yoğun olduğunu tartışıyoruz. Eşi Özlem Hanım’la birlikte Kadirizm’den bahsediyoruz; o ağır tavrı kendisine benzettiğimiz için biraz bozuluyor. O arada bana, “Televizyon programlarındaki tartışmacılar neye dayanarak o iddiaları ortaya atıyor” diye sordu. “Masaya” dedim. Güldük. Sonra “Ben olsam şöyle yaparım” diyerek kafasındaki tartışma programını anlattı. Bu formata göre birtakım iddialar ortaya atan isimlere moderatör “Var mısın” diye soracak ve iddialarının gerçekleşmemesi halinde karşı tarafa ne kadar para ödemesi gerektiğini söyleyecek. “Homo Anatolicus” olarak adlandırdığı Anadolu insanının en çok bundan çekineceğini düşünüyor. Serçe parmağın uzatılıp “Var mısın” diye sorulmasından...
Haliyle etimolojiye çok düşkün. Vicdan ve icad kelimelerinin aynı kökten geldiğini söylüyor. Psikoloji bahsinde konumuz “korkmamayı öğrenmek.” Yılandan korkmamayı öğrenmenin yılanın sokmasıyla sonuçlanabileceğini, bazen korkmayı da öğrenmek gerektiğini anlatıyor...
Son romanın karakterlerinden Kopil, gerine gerine gelip hava almaya balkona çıkıyor. O sırada İhsan’la bir başka romana dalıyoruz; ailesinin romanına. Bekleyin, buradan da bir roman karakteri çıkaracağız.
Büyükbabasının Rusya’dan gelişinden sonra olanları, yaşıyormuş gibi anlatmaya başlıyor: “Büyükbabamın Simbirsk’ten yani Lenin’in doğduğu kentten İstanbul’a geliş yılı 1893. Zaten İhtilâl’den sonra kentin adı Ulyanovsk oluyor, çünkü Lenin’in adı Vladimir İlyic Ulyanov. Şehremini’ye yerleşiyorlar. Büyükbabam İstanbul’a gelince dinle ilgili bir kurumda çalışıyor, hatta Şapka Devrimi olunca sarığı çıkarıyor, bakıyor ki kafasında izi kalmış...”
İhsan’ın hayatında amcalar ve dayıların büyük izi var. Büyük amca Abdülhakematlı polis. Amasra’da bir Rumkadına âşık oluyor ancak kadın ona yüz vermiyor. “Seni hep anacağım” diyerek İstanbul’a dönüyor amca. Ve tahmin edeceğiniz üzere “anmak”tan mülhem, Soyadı Kanunu ile birlikte Anar soyadı alınıyor. Küçük amca Hulusi bozuluyor bu işe. Kendisi denizaltıcı ve teknisyen olduğu için Onar diye atıyor imzalarını. O zaten, bir falcıdan “72 yaşında öleceksin” sözünü duyduktan sonra batan bir denizaltıdan son anda, ardından da bir kazadan kurtulmuştur. Ve tam72 yaşında hakkın rahmetine kavuşur... O yüzden İhsan falcılara karşı temkinli.
Anne tarafı İstanbul Vefalı. Paragraf başında bahsettiğimiz diğer roman kahramanı, annenin kardeşi. İhsan’ın ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası’na yerleştirdiği Arap İhsan, dayısından başkası değil. O dönemde gerçekten Kocamustafapaşa’da nam salmış Arap İhsan, bizim İhsan’a adını veren kişi aynı zamanda. “Dayımın hiç çocuğu olmadığı için annem bana onun adını vermiş” diyor. Oktay mı? O da, bu işten hoşnut olmayan iki ablanın isteği...
Hava kararıyor, biz çay faslına balkonda, Körfez’e karşı devam ederken Özlem Hanım yemek hazırlıyor. Ve İhsan’la sohbetimizin en can alıcı bölümüne geliyoruz. İhsan yıllar önce bana bir söyleşi vermişti, İzmirli gazeteci hanımdan farklı sebeplerle kullanmamıştım. O söyleşide, son derece estetize ederek askerde yaşadıklarını anlatmıştı. O günlere yani 1995’e ve bir adım öncesine dönüyoruz...
“Okulda asistanken, 1994’te, yazdığım üç kitabı gönderdim İletişimYayınları’na: Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel ve daha sonra yayımlamaktan vazgeçtiğim Tamu (Akıbetini anlatacağım). 10 gün sonra arayıp ‘Basacağız’ dediklerinde sevinçten havalara uçtum. Sonra askere gittim. Okulda kimsenin benim yokluğumun farkında olmadığını döndüğümde anladım. Bana ‘Sen neredeydin’ dediler. O yıllarda hepsi o bursla, bu bursla yurtdışına gidiyordu. Benim de öyle gittiğimi sanmışlar. Oysa ben, gidilebilecek en uzak yerdeydim: 1995’te, Kuzey Irak’ta, Çelik Harekâtı’nda...”
O kış, eksi 30 derece soğukta, PKK’ya karşı düzenlenen, Korgeneral Hasan Kundakçı komutasındaki 40 günlük sınır ötesi operasyonun bir parçası olmuş İhsan; üstelik tim komutanı olarak. Habur’dan geçmişler sınırı. Diyarbakır, Şırnak, Cizre’de bulunmuş. Baskınlara uğramışlar, pusuya yatmış. Bixi ateşinin ışıklarını üzerinden geçerken görmüş. Hatta bir keresinde bir anti-tank mayını temizleme vazifesi düşmüş üzerine: “Biz sınırda ilerlerken, tankların yolunun üzerinde bir mayınlı alan olduğu söylendi... Biliyorsun, anti-tank mayını sen üzerine basarsan patlamaz. 145 kilo ağırlık lâzım onu patlatmak için. Bu yüzden onu kara mayınıyla tuzaklarlar. Temizlemeye giden üzerine basıp patlatsın diye. O bölgeye geldiğimizde 10 kişilik timimi tepenin arkasına gönderdim. Patlarsa zarar görmesinler diye. Elime bir tornavida alıp mayın olduğu söylenen yere ulaştım. Toprağı kazdım kazdım, ama mayın çıkmadı...” “Yedinci Gün”de Ali İhsan’ın cephede yaşadıklarını gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz şimdi?..
Sigara üstüne sigara... Bölgede faili meçhullere de tanık olmuş, terörün acımasız cinayetlerine de. Kimlik kontrolleri için minibüsleri, otobüsleri çevirdiklerini anlatıyor. Ve oğlu alınan bir Kürt kadın göğsünü döverken ona “Hanımefendi” diye hitap ettiğini... “Keşke savaşa hep iyiler gitse” diyor gözleri dolarak. Öyle hemen politikaya çevirmeyin, genel bir temenni bu. Politik sözü Kant’tan ödünç alıyor: “Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.” Ben çevireyim: Savaş başta olmak üzere öyle yerler vardır ki, teori pratikle, pratik teoriyle uyuşmaz. Ve ekliyor: “Askerde ve akademide, teorisyenlerin ne kadar kötü olduğunu gördüm...”
Bunlar evrensel doğruları onun. Ama bir o kadar “yerel” İhsan Oktay Anar. Kuzey Irak dışında, en son yurtdışı seyahatini 1970’lerde Yunanistan’a yapmış. “Gitmek” onun için bilmenin eş anlamlısı; yerinde durduğu sürece gidiyor, çünkü böyle mutlu ve huzurlu: “Madde neden hareket eder? Yerini bulmak için. Taşı havadan atarsın, yere düşer, düştüğü yer onun yeridir. Ateş yükselir, orası da onun yeridir. Ben de buraya düştüm, burası da benim yerim. Her şeyim var. Neden başka bir yere gideyim?” Yine de, aldığı teleskopla Satürn’ün halkalarını bile gözlediğini söylemeyi ihmal etmiyor. Kendini kimseden büyük görmeyen, “Yeteneksiz bir müzisyen olmayı tercih ederdim” diyecek kadar yazarlığı kutsamaktan uzak biri o. Kapağımıza kısaltarak yazdığımız “Nobel yerine 10 kilo badem ezmesi versinler” sözü ise inanın kimseye taş değil. Sadece “Yedinci Gün” yayımlandığında yayınevinden gelen tatlıya çok sevinmiş, o kadar...
“Şimdilerde hukuka taktım” diyor: “Birine hem idam hem müebbet cezası verip onu idam etmek yanlış değil mi? O zaman müebbet cezasını çekmiş olmaz ki...” Adnan Menderes’in asıldığı duruşma tutanaklarının kopyalarını bulmuş. Buradan yola çıkarak Deniz Gezmiş, Talat Paşa ve Adnan Menderes’li bir roman tasarlıyor.
Ben kendimi bildim bileli İhsan klasik müziğe ve kemana tutkulu. Ancak ağır ve kaslı sağ kolunun keman çalmaya uygun olmadığını öğrenmiş ve bırakmış kemanı. Arada bir kutusundan çıkarıp hasret gideriyor. Şimdi ise klarnet ve piyano dersleri alıyor.
İhsan, mahremiyeti gitti diye yarısı bitmiş bir kitabı çöpe attı. Bu kitapta 1700’lü yılları ve Viyana Kuşatması’nı anlatıyordu. İçinden de 18’inci yüzyılda İstanbul’da çikolata imal eden bir usta geçiyordu. Peki bu mahremiyet meselesi ne? İhsan bir gece bilgisayarında bir mesaj gördü: “Uzun süredir internete girmiyorsun, girmezsen sana zarar veririm.” Ve ekranda 64-63-62 diye sayılar geri saymaya başladı. O gece İhsan, “Kitabı ele geçirmiş olabilir, artık mahremiyeti gitti” diyerek onu çöpe attı...
Yedinci Gün’ün kapağını kendi çizdi. Kapaktaki harita eski bir Galata haritası, onu üç kere kaybedip bulmuş. Sonunda üzerine bir salyangoz çizip fotokopi çektirmek için kırtasiyeciye gitmiş. Haritayı görünce “Abi kazı mı var, define mi arıyorsun” demişler.
‘İstanbul’a sadece üç kere gittim’
© Tüm hakları saklıdır.