Söyleşi

Yazar Amin Maalouf, T24’te: Orta Doğu’da umudu her zaman umutsuzluk takip eder!

"Dümdüz bir felakete doğru gidiyoruz, artık dünyada bir düzen yok, ormanda yaşıyoruz; oysa birlikte yaşayabilen bir insan milleti olabiliriz…"

20 Mart 2021 00:00

Türkiye dışında yaşadığım yıllarda Orta Doğu konusu açıldığında dostlarım ve meslektaşlarım sıklıkla savaştan, yokluktan ve radikalizmden söz eder, o gün gündemde dünyanın bu bölümü ile ilgili önemli bir gelişme varsa, Suriye’de acımasızca yıkılmış binalar veya evsiz bırakılmış insanlar gazetelerin manşetlerinden hüzünle bakardı. Zamanla bu bakışın Batı’ya özgü olmadığını; bu coğrafyada yaşayan insanların da Orta Doğu’yu birkaç devin satranç tahtası olarak görmeye başladığını gözlemledim. Oysaki yüzyıllar boyu sona ermeyen baskıya, dinci fanatizm tüccarlığına ve yıkıma rağmen birçok güzellik üretmişti Orta Doğu. Feyruz’un eşsiz sesinden modern mimariyi değiştiren Zaha Hadid’e birçok insan, coğrafyanın insanın kaderi olmayabileceğini kanıtlarcasına sayısız esere imzasını atmıştı. Şimdi karşımda yine Orta Doğu’nun hâlâ dünyaya sunabileceği güzellikler olduğunu kanıtlayan bir isim, yazar Amin Maalouf var.

Yüzünde hafif bir gülümsemeyle “Orta Doğu’da umudu her zaman umutsuzluk takip eder” diyor Maalouf, ancak umudu asla elden bırakmamak gerektiğini söylüyor. Maalouf, bir arkadaşının da Orta Doğu’yla ilgili acı, ama inkâr etmesi zor bir cümlesini anımsıyor: “Dünyanın bu bölgesinde bir fırsat kaçırmak için hiçbir fırsatı kaçırmayız!”

Aslında bir gün Paris sokaklarında yapmayı hayal ettiğim, ancak Koronavirüs kısıtlamalarıyla Taksim’deki T24 stüdyosunda uzaktan gerçekleştirdiğim bu video söyleşide Maalouf neredeyse 3 bin kilometre uzaktan bize “Şimdi umutsuzluğa kapılmanın zamanı değil” diye sesleniyor, ona göre yazarların iki sorumluluğu var:

“Yazarlar gerçeği saklamak için onu makyajlamamalıdır. İkinci sorumluluk ise umutsuzluğa kapılmamalarıdır”

Bu sorumluluğa o kadar inanıyor ki Maalouf, ‘bir gün umutsuzluğa kapılırsa yazmayı bırakıp gidip umutlanacak bir şeyler arayacağını’ söylüyor. 

Genelde romanlarında sıkça geçmişi ele almayı tercih eden Maalouf’un, Türkiye’de Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan son kitabı ‘Empodokles’in Dostları’ gelecekte geçiyor. Bu kitapta dünya ciddi bir nükleer savaşın eşiğinde, Doğu ve Batı arasındaki ayrım hâlâ çok açık bir biçimde ortada. 

Söyleşimizde ‘Empodokles’in Dostları’nın çok da uzak bir gelecekte geçmediğini söylüyor Maalouf ve insanlığn gittiği yol konusunda endişelerini sık sık dile getiriyor. Maalouf, teknolojinin evlerimizden pek çıkamadığımız şu günlerde tüm dünyayla iletişim kurmamızı sağladığına dikkat çekerken, aynı teknolojinin tarihimizde görmediğimiz boyutta bir felakete zemin hazırlayabileceğini de vurguluyor:
“Yeni bir soğuk savaş dönemine girersek bu insanlığın sonu olabilir”

Amin Maalouf’un T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle...

‘Mutluluğa da acıya da ihtiyacımız var’

Son zamanlarda bu konudan söz etmek kaçınılmaz oldu. Biraz Koronavirüs salgını sırasında günlerinizi nasıl geçirdiğiniz konusunda konuşmak istiyorum. Son yılın büyük bölümünü çoğunluğumuz evlerimizde geçirdik. Birçok yazarın bu dönemde yazmakta zorlandığını biliyorum. Size şunu sormak istiyorum; son bir yılda yazmak sizin için daha mı zor oldu? Bugünlerde nelerden ilham alıyorsunuz?

Çalışmak zor oldu diyemem. Zor olan şey pandeminin başından bu yana birçok dostumu kaybetmemdi. İki gün önce yine çok yakın bir dostumu kaybettim.

Bunu duyduğuma üzüldüm.

Çok üzücü ve rahatsız edici bir olaydı. Ancak çalışma konusuna gelirsek benim için pek bir şey değiştirmedi. Çünkü ben zaten çok dışarı çıkmam. Evde kalırım, sessiz ortamlarda çalışırım. Tabii pandemi döneminde etraf daha da sessiz ve sakindi. Çok fazla arkadaşımı görmedim, hatta çocuklarımı ve torunlarımı bile görmedim. O yüzden çok fazla zamanım ve yazmak için huzurlu bir ortamım vardı. Ama aynı zamanda çevreme baktığımda gerilim dolu bir dönemde olduğumuzu, çok zor zamanlar geçirdiğimizi görebiliyordum.  

-Türkçede çok klişe bir söylem vardır; başka dillerde de olduğunu biliyorum: “Mutlu romancı yoktur.” Bu konuda sizin görüşünüzü almak isterim. Sizce edebiyat en çok ilhamı yoksunluk, hüzün ve acıdan mı alır? 

Bence ikisine de ihtiyacımız var. Mutluluğa da acıya da ihtiyacımız var. Hayat bize bunların hepsini verir. Kişinin hayatın ona verdiğini kabul etmesi gerekir. Umutlu olduğumuz anlar vardır, çaresiz hissettiğimiz anlar vardır; mutlu hissettiğimiz anların yanı sıra acı çektiğimiz anlar vardır; hasta olduğumuz zamanlar da vardır, âşık olduğumuz zamanlar da. Bunların hepsi yazara ve onun yazdıklarına ilham verir. Günümüzde dünya çok karmaşık, kompleks ve anlaması zor bir halde. Bunun verdiği stres de bence bir yazar için çok kullanışlı. Çünkü dünyadaki her şeyin detaylı bir şekilde incelenmesi gerekir. Bir şeyi sadece dışarıdan nasıl göründüğüyle yargılayamazsınız, derine inmeniz gerekir. Bence tarihin müthiş bir noktasındayız, ama tabii aynı zamanda çok stres verici bir dönem.

‘Orta Doğu’da bir fırsatı kaçırmak için fırsatı kaçırmayız!’

Hislerin verdiği ilhamdan konuştuk, biraz da coğrafyanın verdiği ilhamdan bahsedelim. Lübnan’ın Beyrut kentinde doğup büyüdüğünüzü biliyorum. Biz Orta Doğuluların bölgesinde hep bir kriz, tartışma ve çatışma vardır. Biz bu söyleşiyi Suriye’deki iç savaşın başlamasının 10. yıldönümünde kaydediyoruz. Sizin memleketinizde geçen sene çok büyük bir patlama meydana geldi. Geldiğiniz yer, yazdıklarınızı nasıl etkiledi?

Tarihi hep severdim; çevremdeki dünyayı keşfetmeye başladığımda yani 14-15 yaşındayken bütün tarihi olayların çoktan yaşandığını, çok geç kaldığımı ve artık hiç ciddi bir şey olmadığını düşünürdüm. Örneğin iki dünya savaşı ve İspanyol İç Savaşı hakkında çok okuma yapardım. Tüm bunlar tarihi seven biri için çok enteresandır. Sonra bir anda yakınımda, hatta çok yakınımda büyük olaylar meydana gelmeye başladı; hayatımı direkt olarak etkiliyorlardı. Orta Doğu’daki çeşitli çatışmaları hatırlıyorum. İlk büyük çatışma 1967 idi, çok net olarak hatırlıyorum çünkü bu dönemi yaşadım. Sonrasında birçok çatışma meydana geldi. Ve tabii Lübnan İç Savaşı’nın başlangıcı. Savaşın ilk büyük olayına bizzat tanık oldum. Son 60 yıldır bölgemizde yaşananları takip ediyorum. Tabii dünyanın geri kalanını da takip ediyorum ama Orta Doğu çok enteresan. Tabii Orta Doğu’da çok fazla keder, hüsran var. Hepimiz bu bölgenin daha farklı bir şekilde gelişmesini isterdik; modernliğin ve umudun beşiği haline gelmesini isterdik. Birçok olasılık vardı. Durum benim memleketim için de böyle; Beyrut bir dönem yazarların, basının ve medyanın merkeziydi. Tüm bunlar yıkıldı. Lübnan’ın yıkıldığını gördüm. Öyle tanımlanmasını sevmiyorum ama Arap Baharı konusunda birçok kişi gibi ben de heyecanlıydım. Tunus’ta, Yemen’de, Suriye’de, Libya’da, Mısır’da aynı anda toplum hareketleri meydana geliyordu. Kulağa çok çaresizce gelecek ama bu bölgede umudu her zaman umutsuzluk takip eder. Ne zaman bir şey beklesek, umut etsek sonrasında umduğumuz şeylerin yıkıldığını görürüz. Sonra ağıt yakmaya ve ağlamaya dönerek “Fırsatı kaçırdık” deriz. Geçen gün bir arkadaşım bana şunu söyledi; “Dünyanın bu bölgesinde bir fırsat kaçırmak için hiçbir fırsatı kaçırmayız!”. Bir açıdan bu çok üzücü. Bu ülkelerdeki değişim umudu çok meşruydu. Bence acı ve savaş yerine gerçek değişim olasıydı.

Bence bu Orta Doğu için çok iyi bir değerlendirmeydi; “Önce umut sonra umutsuzluk…” Neden bu toplumsal hareketlerin “Arap Baharı” olarak nitelendirilmesini sevmiyorsunuz?

Uzun süre gazetecilik yaptım, babam da bir gazeteciydi. Biz gazeteciler bir isim bulup, bu ismi sıkça kullanmaya yatkınızdır. İlk olarak Prag Baharı vardı, sonra her toplum hareketinde aynı ifadeleri kullanmaya başladık. Şuna bakalım; bahar nedir? Bahar bir mevsimdir. Ben daha isabetli nitelendirmeler kullanmayı tercih ediyorum. Ne olduğunu daha iyi ifade eden, sadece şairane kelimelerden oluşmayan nitelendirmeleri tercih ediyorum. Tabii ben de bazen şairane kelimeler kullanıyorum. Ne olduğunu anlamamız gerekiyor; insanların neden ayaklandığını, bu ayaklanmanın anlamının ne olduğunu anlamamız gerekiyor. İnsanlar iyi bir neden olmadığı sürece ayaklanmaz. Ayrıca iki toplum hareketi asla birbirinin aynısı değildir. Prag, Pekin veya başka bir yerdeki ayaklanmalar Tunus, Sana, Şam veya Halep’tekiler gibi değildi. Her durum birbirinden çok farklıydı. O yüzden klişeler yerine yaşanan duruma daha uygun ifadelendirmeleri tercih ediyorum.

Ocak 2011, Mısır'da bir protestocu üzerinde "Defol Mübarek" yazan bir kağıt tutuyor

Gelecek ve umut gibi üzerinde durmak istediğim iki konseptten söz ettiniz. Bunlardan önce size Türk edebiyatı hakkındaki düşüncelerinizi sormak istiyorum. En sevdiğiniz Türk yazarlar kimlerdir?

Çok büyük bir Türk edebiyatı uzmanı değilim. Birkaç kitap okudum ancak bir fikir beyan edecek kadar bilgili değilim. Birkaç Türk yazarla tanışma fırsatım oldu. Aynı zamanda Yunus Emre gibi çok eski yazarları da keşfetme fırsatım oldu. Çok iyi bir edebiyata sahip olduğunuzu düşünüyorum. Hem modern hem de eski birçok edebi çalışmayı keyif alarak okudum. Ama daha derin bir değerlendirme yapamıyorum, çünkü bu konuda bildiklerim kısıtlı.

‘Artık dünyada bir düzen yok, ormanda yaşıyoruz’

‘Uygarlıkların Batışı’ adlı eserinizde “Dünyanın yolunu kaybettiğini” söylüyorsunuz. Sizce Koronavirüs pandemisi bir uyanma çağrısı olabilir mi?

Öyle umuyorum. Kesinlikle normal dışı bir zaman geçiriyoruz. Bence bu pandemi kesinlikle bir dönüm noktası. Bundan eminim. Pandemiden sonra çoğu şey eskisi gibi olmayacak.  Ancak şu anda durumun ne yöne gideceğini görebilecek noktada değiliz. Bence uyanma çağrısı olabilir; olmalı da. Daha önce asla tüm insanların bir anda kapanması gerekmemişti. Aynı zamanda tüm insanlığın birlikte aynı gerçekliği yaşayarak aynı acıyı çektiği bir dönem de olmamıştı. O yüzden bir dönüm noktasındayız. Benim umudum bahsettiğiniz kitapta da anlattığım gibi bir felakete doğru yürüdüğümüzü fark etmemiz. Gemimiz su alıyor. Eğer son bir yılda olanlardan fayda sağlarsak ve neden bu yönde gittiğimiz; nasıl rota değiştirebileceğimizi incelersek bence bu mükemmel olur. Peki yapacak mıyız? Bunu bilmiyorum. Yapacağımızı umuyorum. Birçok insanın geleceği düşündüğünü; rota değiştirmeyi düşündüğünü biliyorum. Liderlerin krizi nasıl yönettiği, neyin yanlış gittiği üzerine düşünüyorlar. Enteresan birçok durum var ve insanların bu konular üzerine kafa yorduğunun farkındayım. İklim değişikliği, ırkçılık konusunda problemler veya kaybolan dünya düzeni, çünkü artık bir düzen yok, ormanda yaşıyoruz. Bu konulara kafa yoranlar bu gibi örneklerde ihtiyacımız olan uyanma çağrısını yaymaya yeterli olacak mı? Durup düşünürsek, sessizce geleceği masaya yatırırsak belki bir şeyleri değiştirebiliriz. 

Biraz yeni kitabınız ‘Empedokles’in Dostları’ndan konuşalım. Kitaplarınız genelde tarihten ilham alır, ancak bu kitabınız için oyun alanı olarak geleceği seçmişsiniz. Sizi böyle bir karar almaya ne itti?

Öncelikle kitap çok uzak bir gelecekte geçmiyor. Hatta yarın sabah bile olabilir! Kitapta bahsettiğim olaylar her an gerçekleşebilir. Dediğiniz gibi dünya felaketin eşiğinde, çökmenin eşiğinde. Ben uzun süredir böyle hissediyorum, kitaplarımın başlıkları da bunu açıkça gösteriyor zaten. Bu yüzden kitaplarımda batan gemilerden, düzensiz bir dünyadan ve cinayete yatkın kişiliklerden söz ediyorum. Bir felakete gittiğimiz olgusu konusunda takıntılıyım. Sonra şunu düşünmeye başladım: Peki bir felaketin eşiğinde, son anda bizi düşmekten kurtaran bir şey olsa nasıl olurdu? Bu tabii bir benzetme. Belki son anda insan macerasının en derin anlarından bir şey çıkar. İnsanların insanlık hakkında çok kapsamlı bir anlayışı olduğu, insanların felsefeyi otomatik olarak bilimden, tıptan ve politikadan ayırmadığı bir dönemden, her şeyin insan bilgisi kabul edildiği bir dönemden söz ediyorum. Belki bu ana dönmemiz gerekir. Kitapta Empedokles bu anın sembolüydü. Onun kişiliği bana hep çok enteresan gelmiştir. O bildiğiniz gibi 34 yüzyıl önce Sicilya’da yaşamış bir filozoftu. Filozofluğunun yanı sıra bir şifacı olarak da tanınırdı. İnsanlar onu yarı efsanevi yarı da ilahi bir varlık olarak görürmüş. Bir gün Etna Yanardağı patlamış. Yanardağa doğru yürümüş ve gözden kaybolmuş. Kimse volkanın içine mi atladı bilmiyormuş. Başka açıklaması ne olabilir bilmiyorum. Ancak onun ortadan kaybolması onun hakkında bir efsane yaratmış. Efsanevi veya mitolojik dünyalarda geçen olaylar hep çok ilgimi çekmiştir. Empedokles’in Dostları bu iki element üzerine kurulu.

‘Dümdüz bir felakete doğru gidiyoruz, oysa birlikte yaşayabilen bir insan milleti olabiliriz’

Buna biraz değindiniz ve kitaptaki olayların çok da uzak bir gelecekte gelişmediğini söylediniz. Romanınızda dünya çok farklı görünmüyor. Empedokles’in Dostları’nda dünya hâlâ bir felaketin eşiğinde, hâlâ dehşet dengesi var, Doğu ile Batı yine birbirinin boğazında; kitap geleceği karanlık tasvir ediyor diyebiliriz. Sizce bu gelecek kaçınılmaz mı? Nasıl daha iyi bir gelecek inşa edebiliriz?

Tarihteki hiçbir şey kaçınılmaz değildir. Bence gelecekte bir felaketin meydana gelmesini önlemek için çok fazla çaba ve bir de mucize gerekiyor. Gerçekten dümdüz bir felakete doğru gidiyoruz. Bir önceki kitabımda da Titanik gibi dümdüz buzdağına doğru gidiyoruz demiştim. Hâlâ yanlış yolda olduğumuzu düşünüyorum, buzdağına çarpabiliriz ancak bu kaçınılmaz değil. Dediğiniz gibi bu yıl olan şey insanları rota değiştirme konusunda durup düşünmeye itebilir. Ancak şu anda olduğumuz yolda ilerlersek yeni bir yüzleşme ile karşı karşıya kalacağız. Doğu ve Batı’dan söz ettiniz, yine Doğu ile Batı arasında olacak; ancak son yüzyılda gördüğümüz yüzleşmeden daha farklı olacak. Büyük ihtimalle Batı ve Çin ile komşularından oluşan Konfüçyüsçu dünya arasında olacak. Bu yüzleşme diğerlerinden daha farklı olacak çünkü artık teknoloji herhangi bir silahlanma yarışını insanlık için intihar ile eş değer kılacak bir seviyeye geldi. Bugün bir silahlanma yarışının meydana geleceğini düşünmek inanılmaz. Birkaç on yıl önce Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki gibi olmayacak,  çünkü şimdi siber savaş, biyolojik savaş ve atomik silahların küçülmesiyle yıkım ihtimali çok daha yüksek. Yeni bir soğuk savaş dönemine girersek bu insanlığın sonu olabilir. Bu yüzden rota değiştirmeli ve yeni bir çatışmadan kaçınmalıyız. Dünyayı çatışmadan kaçınan bir şekilde tekrar inşa etmeliyiz. Yazdıklarımın ana temalarından biri her zaman bu olmuştur; Biz farklıyız, ama farklı olduğumuz için savaşmamıza, birbirimizi dışlamamıza ve birbirimizi katletmemize gerek yok. Birlikte yaşayabileceğimiz bir dünya inşa etmeliyiz. Tabii ki birbirimizden farklıyız ama birlikte devasa bir insan milleti olabiliriz. Farklı kültürlere, dillere, inançlara, ten renklerine sahip ama birlikte yaşayabilen bir insan milleti olabiliriz. Böylece cahillik, hastalıklar ve ölüm gibi gerçek düşmanlarla savaşabiliriz.

1987'de Sovyet lideri Gorbaçov ve ABD Başkanı Ronald Reagan silahlanma yarışını yavaşlatan bir nükleer anlaşmaya imza attı

‘Ne yapalım umut yok, diye yazamazsınız’

Geçen günlerde en tecrübeli köşe yazarlarımızdan Hasan Cemal ile konuşuyordum. O sizin sıkı bir takipçiniz. Bana şu sözünüzü hatırlattı: “İnandığım yarınlar dünde kaldı ve asla geri gelmediler.” Umut kitaplarınızda sıkça geçen bir konsept. Umut sizin edebiyatınız için nasıl bir araç? Bugünden umudunuzu tamamen kestiniz mi? 

Kesinlikle hayır. Bence bir yazarın iki sorumluluğu vardır. Birincisi gerçekliğe bağlı kalma sorumluluğudur.  Yazarlar gerçeği saklamak için onu makyajlamamalıdır. İkinci sorumluluk ise, umutsuzluğa kapılmamalarıdır. Yazarlar her zaman içinde bulunduğumuz sıkıntılardan çıkmanın bir yolunu aramalıdır. Çıkış yolu bulmak zor ise tekrar deneyin! Okuyucularınıza “Ne yapalım, umut yok” demek için yazamazsınız. Ben bunu asla yapmam. Umut olmadığını görürsem yazmam. Yazmayı bırakırım ve umutlanacak bir neden ararım. Hayat umut üretmek zorundadır. Umut da hayat üretir. Ve hayat muhteşem bir şeydir. Çok gerilim ve üzüntü içeren bir dönemden geçiyoruz. Tarihin bıktırıcı bir döneminden geçiyoruz. Ancak modern teknolojinin bize verdiği araçlar ile evimizde tarihin bize öğrettiği her şeye ulaşabiliyoruz, yine evimizden dünyanın her yerinden insanlarla iletişim kurabiliyoruz. Bu bizim jenerasyonumuz için bir ayrıcalık. Bizden önce hiçbir nesil böyle araçlara sahip değildi. Bizden önceki nesiller bunun hayalini bile kuramazdı. Ben yıllar önce Fransa’ya geldiğimde bile kişisel bilgisayarlar, cep telefonları ve ekranda yazı yazmanızı sağlayan programlar yoktu. Her şey çok farklıydı, benim hayatım o zaman öyleydi. Sürekli bir şeyler değişiyor. Hayat şaşkınlık verici bir şey. O yüzden umut yok, deme hakkımız yok. Bugün dünyada güzel olan şeyleri korumalı ve yok oluş ile yıkımdan kaçınmak için elimizden geleni yapmalıyız. Bunu yapabiliriz, çünkü birbirimizle konuşabiliriz. Konuları masaya yatırabiliriz, tartışabiliriz, insanların dünyada olanların farkına varmasını bekleyebiliriz; ancak onların farkına varmalarına ve rota değiştirmesine yardımcı olmalısınız. O yüzden inanılmaz bir andayız, şimdi umutsuzluğa kapılmanın zamanı değil. 

Konudan sapıp biraz daha özel bir soru soracağım. Hayatınızda aldığınız en büyük karar neydi?

Birçok önemli karar aldım. En önemlilerinden biri Fransa’ya gelmekti. Bu kararı almaya zorlandım, diyebilirim. Ben bir gün Lübnan’dan taşınmanın hayalini kuran insanlardan biri değildim. Gençliğimde tüm hayatımı ülkemde geçireceğimden emindim. Ancak sonra savaş çıktı ve o savaşın ilk olayını gördüm. Bu olay beni çok etkiledi ve başka bir yere gitmek zorunda olduğumu anladım. Bu benim için çok önemli bir karardı.

Aldığım bir başka önemli karar ise Fransa’ya taşınmamdan 8 sene sonra, 1984’te tüm hayatımı yazmaya adamaktı. Zor bir karardı, çünkü dünyamı ve ailemi arka planda bırakıp zamanımın tamamını yazmaya ayırmam gerekiyordu. İlk romanım Afrikalı Leo idi. Çok riskli bir karardı ama bu riski almaya karar verdim, çünkü bu sırada Afrikalı Leo’yu yazıyordum ve tüm zamanımı buna adamasam pişmanlık duyacağımın farkına vardım.

Bu okuyucularınız ve tüm dünya için ne harika bir karar olmuş. Beyrut’un hayatınızda büyük bir rol oynadığını biliyorum, hâlâ yaşamaya devam ettiğiniz Fransa’nın da öyle. Benim gördüğüme göre, ‘kimlik’ kitaplarınızda her zaman önemli bir tema olmuştur. Sizce hiç Fransa’ya taşınmamış olsanız veya daha erken taşınmış olsanız daha farklı bir insan mı olurdunuz?

Kesinlikle. Bence aldığımız her karar birçok şeyi değiştirir. Lübnan’da kalsaydım büyük ihtimalle çok daha farklı bir hayatım olurdu. Büyük ihtimalle Arapça yazardım, çünkü ilk olarak Arap dilinde çalışmaya başlamıştım. Büyük ihtimalle siyasete daha çok zaman ayırırdım, çünkü oradayken bu konulara ilgim vardı ve siyasi işlerle uğraşan çok arkadaşım vardı. Belki parlamentoya girerdim, bilmiyorum. Bir ülkeden diğerine gitmeseydim şu ana kadar yaşadığım şeyler yaşanmazdı. Seçmem gerekirdi. Birçok farklı konu daha aklıma geliyor. Farklı dillerde aynı kitapları yazamazsınız. Yazdığınız dil, yazdığınız şeylere ilham verir. Hayatımdaki her şey çok farklı olurdu. Ama hayatınızı sadece büyük kararlar değiştirmez, çok küçük kararlar bile hayatınızın gittiği yönü değiştirebilir. Bazen bir gün dışarı çıkmaya veya çıkmamaya karar verirsiniz. Dışarı çıktığınızda biriyle de tanışabilirsiniz, kaza da geçirebilirsiniz. Hayatta her şey bir saniyede değişebilir. İnsan tüm bu değişikliklere açık olmalıdır. Pandemiyi yaşadığımız bugünlerde çevreye baktığımda olanlardan nefret ediyorum, ama aynı zamanda ilgimi çekiyor. Çünkü bizden önce hiçbir neslin yaşamadığı bir şeyi tecrübe ediyoruz. O yüzden insanlar olabilecek her şeye açık olmalı, hayatta yaşanan her şeyi yazmaya ve bu durumu en iyi şekilde değerlendirmeye açık olmalı.