07 Kasım 2010 02:00
Yasemin Çongar - Ex Libris Dünya bunları okuyor - T24
Kesin bir tedavisi yoktur vicdanın; zulme bigâne kalmışsa bir kez, yarası zamanla kabuk bağlasa bile, asla tamamen iyileşmez artık, derisinde derin bir iz, dokusunda ebedî bir leke taşır. Ve edebiyat, bir vicdan muhasebesidir aynı zamanda; birbirine yapışıp sertleşmiş, o kirli, o günahkâr sargı bezlerinin açıldığı, yıllarca sır gibi saklanan yaralara, gün ışığının, göz ışığının ilk kez değdiği yerdir. Bazen hiç ummadığınız bir hikâye, neşter gibi saplanır kalbinizin karanlık köşesine ve sizi nicedir kemiren bir “keşke”yi, bir “acaba”yı deşmeye başlar; deştikçe bir sızı kaplar ruhunuzu; pişmanlık, nihayet boşalan müzmin bir cerahat gibi yayılır içinize. Bazen bir romanda, hakikate gebe bir soru sorar bir karakter; roman biter, karakter buharlaşır ama o soru sizde kalır, sürekli tekrarlar kendini, tekrarladıkça dönüşür, keskinleşir, çoğalır; kıymık kıymık derinizin altına yerleşir. Ne yaparsanız yapın, kurtulamazsınız o sorudan. Cevabı bilmek de, soran bir vicdanı susturmaz zira, sadece sızısını çoğaltır. Edebiyat iyileştirmez bizi, yaralarımızın farkına vardırır.
Dönüşü olmayan sürgünden dönmek
İvan Grigoryeviç’in hikâyesi, şu ya da bu nedenle, zalimin emrine amade durmuş ya da mazlumun acısına seyirci kalmış her toplumun, her bireyin sızısını çoğaltacak sorularla dolu. Kitabın başında, bindiği tren, uzun bir yolculuktan sonra Moskova’ya girerken onunla tanıştığımızda, elli yaşında bir adamdır İvan. Neye benzediğini pek bilmesek de, trende ahbaplık ettiği orta yaşlı yolcuların bile ona “büyükbaba” demesinden, ziyadesiyle ihtiyar göründüğünü anlarız. Moskova’nın silueti trenin camlarına aksettiğinde, vagon sessizleşir; “şehrin kudreti, her kalbi bir kez olsun sektirir.” Bir “dünya şehrinin” enerjisini uzun aradan sonra hissedeceği için memnundur İvan... Şehre girerken, iki yanda teşrifatçılar gibi dikilen o güzelim köknarlara hasretle bakar; sonra, köknarların arasında, rengârenk pancurlu pencereleri küçük verandalara açılan, kırmızı çatılı daçaları seçer gözleri; şaşırır. “Bu dünyada leylakların da olduğunu ve menekşeleri, kumlu bahçe yollarını, içinde gazoz şişelerinin durduğu meşrubat kasalarını, yıllardır bir kez bile hatırlamamış olan bu adam, derin bir nefes alır; hayatın, kendi yokluğunda da sürdüğünden emindir artık, hayat devam etmiştir.”
İvan’ın yirmi yaşında terkedip, şimdi “ihtiyar bir adam” olarak döndüğü Sovyet başkenti, Stalin’in ölümüne alışmaya çalışmaktadır hâlâ ve fırınlarında uzun aradan sonra yeniden ekmek pişmektedir. Son otuz yılını Sibirya’daki bir Gulag kampında geçiren İvan, cezasını tamamlamış dönerken, hiç aklından çıkarmadığı sevgilisi Anna Sergeyevna’ya, ünlü bir bilimadamı olan kuzeni Nikolay’a ve eski arkadaşlarına kavuşacağı için de mutludur aynı zamanda. Bu sürgünün dönüşü olmadığını bilmemektedir henüz.
Keşke eskimiş olsaydı bu roman
İvan Grigoryeviç’i, Everything Flows (Her Şey Akar Gider) getirdi bana. Yazarı, 1905 doğumlu Vasily Grossman, 1964’te mide kanserinden öldüğünde, varlığını kimsenin bilmediği, Grossman’ınsa birgün yayımlanabileceğini belki de hiç düşünmediği bir romanmış bu; önceki kitabının kaderi belli nitekim. Ukrayna doğumlu bu Yahudi yazarın, yıllar sonra Batı’da, İngiliz yazar Martin Amis tarafından “Sovyetlerin Tolstoy’u” diye selamlanmasına neden olan, Le Monde gazetesinin “yirminci yüzyılın en iyi Rus romanı” ilan ettiği, ve adı, iki ciltlik yapısı, hacmi ve hikâyesiyle Savaş ve Barış’a yüz yıl sonra yapılmış bir nazire niteliği taşıyan Hayat ve Kader’den söz ediyorum. Stalin dönemini anlatan bu dev roman, 1960’da Moskova’da yayına hazırlanırken, Sovyet Gizli Polisi’nce gasp edilmiş ve yazarın ailesinin sakladığı tek kopyanın yayımlanması ancak, 1988’de, Oktyabr dergisinde tefrika edilmek suretiyle, Gorbaçov’un dünyaya bir hediyesi olarak mümkün olmuştu.
Hayat ve Kader’i Sovyet toplumuna Sovyet düzenini anlatmak için yazan Grossman, bu amacına çok geç, Sovyetler artık yıkılmak üzereyken ulaşabildiğini hiç öğrenemedi. Ve Everything Flows’un başına gelenleri bilse, belki daha çok şaşırırdı; Grossman’ın 1956’dan 1964’e, karısı dışında kimseye sözünü etmeyerek yazdığı bu romanın varlığı, 1980’de kızı tarafından tesadüfen öğrenildi ve roman, bazı bölümlerinin tefrika edilmesi ertesinde, Rusya’da, ilk kez 1994’te basılabildi.
Şimdi, yazılışından yarım asır sonra ilk kez sağlam bir İngilizce tercümeyle Batılı okurun huzuruna çıkan Everything Flows’un ağır hüznünde, bu gecikmenin paradoksal bir rolü var bence. “Paradoksal” diyorum, zira okura ulaşması engellenmiş her edebî eserde mündemiç bir keder vardır ama Everything Flows’u, bu kederden de, anlattığı hikâyenin hüznünden de ayrı bir sızıyla okudum ben; romanın bize bunca “geç” gelmesine rağmen, hâlâ “eskimemiş” bir şeyler söylediğini keşfetmek; anlattıklarında, kendisinden önce aynı şeyleri anlatan onca romana, filme rağmen hâlâ bir “yenilik” bulmak; ve Grossman’ın tanıklıklarını okurken, insanın insana reva gördüğü zulüm konusunda hâlâ “yarı cahil” olduğumu anlamak sarstı beni. “Eski” ve ziyadesiyle siyasi bir romanın, siyasetin geçiciliğiyle eskimemiş olmasına belki de ilk kez üzüldüm.
Lenin’in bir “Stalinist” olarak portresi
Grossman, Everything Flows’da keskin bir rejim eleştirisi yapıyor. Stalinizmin gerçeğini bugün artık nihayet kavrayanlarımız için, bu eleştirinin de, bu eleştiriye zemin hazırlayan baskı ve zulmün de şaşırtıcı bir yanı yok. Ama Grossman orada durmuyor; Holodomor’u, yani 1930’ların başında beş milyon insanın açlıktan ölmesine neden olan Ukrayna Kırımı’nı, Stalin’in planlı politikasının bir sonucu olarak, hem çaresiz kurbanlarının hem hevesli uygulayıcılarının dilinden o kadar sakin, o kadar sahici biçimde anlatıyor ki, o dönem hakkında daha önce ne kadar çok şey bilseniz de, şaşırıyorsunuz. Kolhozlarda çalışmayı reddederek, özel üretimi sürdürmekte direnen Ukrayna ve Don Havzası köylülerinin tohumlarını yağmalayıp, onları kıtlığa terkeden Sovyet devletinin memuru Anna Sergeyevna, sevgilisi Gulag’da mahkûmken, Holodomor’a görev aşkıyla omuz verişini anlatıyor size. Kıtlığın aslında bir toplu idam cezası olduğunu, okurken önce “entelektüel” düzeyde kavrıyorsunuz; infazı bu kadar eziyetli bir başka ceza olup olmadığını sorgularken yakalıyorsunuz kendinizi; sonra birden, o âna dek okuduklarınızın hakikati gerçekten işliyor içinize, açlıktan ölmenin pekâlâ mümkün olduğunu ilk kez hayretle anladığınızda, düşünen bir adam, bir entelektüel, bir okur değilsiniz artık; hayvani sezgilerinizi keskinleştirerek yazıyor Grossman ve bir zalimin yüzüne o sezgilerle baktığınızda, bir hayvanın hiçbir zaman bu kadar vahşi olamayacağını görüyorsunuz.
Holodomor’un hikâyesi, herhangi bir romanda “yama” gibi duracak, Everything Flows’da ise akışın bir parçası gibi kabullenilmesi nispeten kolay, kırk sayfalık iki makaleyle bütünleşiyor. Grossman, bu iki makalede, dönemi için çok radikal ve benim hâlâ “yeni” bir yan bulabildiğim birer Stalin ve Lenin portresi çizmiş. Stalin’in nasıl bir zalim olduğunu öğrenmekte “yeni” bir şey yok kuşkusuz ama Grossman, Lenin’in de aslında bir “Stalinist” olduğunu anlatıyor. “1917’de özgürlüğe giden yol Rusya’nın önünde uzanıyordu” diye yazıyor, “ve Rusya, Lenin’i seçti.” Başka bir yerde, Beethoven’ın Appasionata’sına, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ına âşık bir adamın, Aleksey Tolstoy ve Dimitrıy Şostakoviç’e reva gördüğü muameleyi anlamanın zorluğundan dem vuruyor. Grossman’ın anlatımında, genel kabulün aksine, “Lenin’e ihanet eden bir zorba” değil, daha ziyade “Lenin’in zorbalığını sürdüren liyakatli bir halef” olarak beliriyor Stalin; hayatın kendisine savaş açmış bir düzenin devamı için, ne gerekirse onu yapıyor. Lenin ise, “Rusya’nın en kutsal saydığı şey olan hürriyeti, iktidar uğruna feda edebilmiş bir adam” Grossman’ın satırlarında.
Korku İmparatorluğu’nun korkakları
Everything Flows’un iki başkarakteri var; biri, kişiliği hep biraz silik kalan İvan Grigoryeviç; diğeri, adı hemen hiç telaffuz edilmese de, sızısı hep hissedilen insan vicdanı. İvan’ın kuzeni Nikolay, mesela, 1937’deki Moskova Duruşmaları’yla bağlantılı bir toplantıda, Rykov ve Bukharin’in idamlarından yana oy kullandığını unutamıyor hiç. İdamları neden desteklediğine ilişkin binbir gerekçe her an kullanıma hazır duruyor zihninin bir köşesinde, kalbinde ise, bütün ağırlığıyla hakikati taşıyor. Hakikat şu ki, Nikolay bir korkak. “Bütün hayatının boyun eğmekle geçtiğini biliyordu” diye anlatıyor Grossman bu adamı, “açlıktan, işkenceden ve Sibirya’ya gönderilmekten korkuyordu. Ama özellikle habis olan bir başka korkusu daha vardı; Enstitü’den aldığı haftalık erzak paketinde, ona siyah havyar yerine kırmızı havyar, yani sıradan somon havyarı verecekler diye de korkuyordu... Evet, evet, komünizmin sarsılmaz ideallerine bağlı olmasını besleyen birbirinden çok farklı iki korkusu vardı onun; hem kendi derisinden, derisinin yüzülebileceğinden korkuyordu, hem de hakkı olan bir parça siyah havyarı bile kaybetmekten...”
Romanın en çarpıcı sahnelerinden birinde, İvan bir başka “korkak”la, kendisini ihbar ederek otuz yıl Gulag mahkûmiyetine gönderilmesine neden olan arkadaşı Pinegin’le karşılaşıyor ve “hiçbir ters laf etmeksizin, sadece kederli bir merakla gözlerinin içine bakıyor.” O anda, “ama iki değil, sadece bir saniye için” diye vurguluyor Grossman, her şeyi feda edebileceğini düşünüyor Pinegin: “Madalyalarını, nişanlarını, daçasını, konumundan aldığı kudreti ve bütün yetkilerini, güzel karısını, nükleer fizik eğitimi alan iki parlak oğlunu, her şeyi ama her şeyi o gözlere bakmamak için feda edebilirdi.” O an geçiyor; İvan “iyilikler dilerim” diyerek ayrılıyor Pinegin’in yanından.
Ve Grossman, biraz ileride, yine tarz değiştirip, bir tür tiyatro sahnesi kuruyor romanın ortasına; Yunan trajedilerini andıran bir üslupla, rejimin muhbirlerini, sadece vicdanlarımızda hüküm taşıyacak bir tür son celsede yargılamamızı istiyor bizden. Muhbirlerin savunmasını dinlerken, “hafifletici sebepler” üzerine düşünmeye başlıyorsunuz ister istemez; “Ben olsam ne yapardım” sorusuna, “Asla ihbar etmezdim” cevabını verseniz de, inatçı bir “acaba” kalıyor içinizde; “Acaba o kadar kuvvetli olabilir miydim?” Zulme bahane bulan bir vicdanın asla tedavi olmayacağını bilen Grossman ise, tam da bu bölümde, bir başka soru yöneltiyor size. Cevabını bildiğiniz ve sızısı hep sizinle kalacak bir soru: “Bütün bu ispiyoncuların, muhbirlerin en habis yönü neydi biliyor musunuz? Bunun, içlerindeki kötülük olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa? Hayır! En korkunç yönleri, içlerindeki iyilikti onların; en üzücü şey, güzel özelliklerle, meziyetlerle donanmış olmalarıydı. Yakınlarını seven şefkatli birer oğul, baba ve kocaydı onlar. Erdemleri ve çalışkanlıkları sayesinde gerçek başarıya muktedir adamlardı.”
Yasemin Çongar’ın bu yazısı EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.