Kültür-Sanat

Yasemin Çongar: Natürmortunda susanlar, maratonunda konuşanlar

Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın 'Natürmortunda susanlar, maratonunda konuşanlar' başlıklı bugünkü yazısı şöyle:

19 Kasım 2011 02:00


T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın 'Natürmortunda susanlar, maratonunda konuşanlar' başlıklı bugünkü yazısı şöyle:


İz bırakmak istiyorsun. Aşındırmak, eklemek, değiştirmek. İzlerin, yaşadığını teyit etsin istiyorsun. Kendine inanmak için mi? Kendinden geriye kalmak için mi? Yoksa, aşındırdığın dokunun, ek yaptığın zincirin, değiştirdiğin dilin mi delili sayacaksın kendini?


Hayatının, dolayısıyla da bir bütün olarak hayatın hayalden ibaret olmadığını mı kazıyacaksın başkalarının hafızasına? Yaşadığını, her an herkese yeniden hatırlatma ihtiyacı duymanın nedeni, bu âlemdeki varlığından bir türlü emin olamaman mı? Yoksa, varlığınla tescil etme ihtiyacı duyduğun âlem mi gözüne yeterince hakiki görünmeyen?


Zamanın durduğu bir an var; sonsuzluk gibi bir şey ama hemen geçiveriyor. O anda, sabah yağmurunun kırbaçladığı mahmur asfaltı altında hissediyor, teni hâlâ akşam sofrasında tek vuruşta kırdığı soğanı soluyan şoförün sağlam ellerinden kayıveren direksiyonun isyanını görüyor, bozkırın göbeğindeki o tumturaklı fabrikanın senelerdir aynı vurdumduymazlıkla ürettiği tumturaksız lastiklerin her gün yeniden işlenen bir suç olduğunu düşünüyorsun.


O anda karşındaki çelik ve cam yığınına hem çarpmamaya çalışıyor hem de çarpacağını pekâlâ biliyorsun. Her şey çok hızlı ama sanki çok yavaş oluyor, sonradan yıllara yayılmış bir hâtıra gibi uzun uzun anlatacağın ağırçekim bir hayat dilimi bu, sağa kırıp kurtarabileceğini sandığın saliseler, ne kadar sağa kırsan da kurtaramayacağını anladığın karar saniyesinin içinde eridiğinde, kollarını kastığını, dizlerini göğsüne dayadığını, başını omuzlarının arasına gömüp, her şeyin tanığı olan yüzünü son bir dua gibi iki elinin arasına aldığını fark etmiyorsun.


Sonra, ebediyen hayatının kara deliği olacak bu kayıp an geçip, yavaş yavaş yeniden varlığının farkına vardığında, karanlık bir sandığın içine bakarcasına kocaman gözlerle sana doğru eğilerek soran yabancının kaygılı kelimeleri, “İyi misin, kıpırdayabiliyor musun, ambulans ister misin” diye, hâlâ kaskatı haldeki çehrene tane tane çarpıp dağılırken, vücudunun sımsıkı bağlanmış göçmen bohçası gibi dertop olduğunu anlayacak ama nasıl bu hale geldiğini hatırlamayacaksın. Seni yıllar önce içinde piştiğin o rahme geri döndürmek istercesine kendi içine katlayıveren hayatta kalma kuvveti, hakikatinin yegâne kanıtı bile olsa, sen bunu hiç bilmeyeceksin.




Yazarlığının özetini çıkarmış


Bedenimdeki izlerini gözle göremediğim, hafızamdaki izlerini ise gözümün önünden silemediğim bir kazanın ardından Don DeLillo ile iyileşiyorum. Tesadüf kisvesinde dünyevileşmeyi pek iyi bilen kader, herhalde ihtiyaç fazlası bir ilâhî lütufla kitaplarını çeyrek asır önce kucağıma bıraktığından beri döne döne okuyorum DeLillo’yu. Onun cümlelerini, bitmek bilmeyen bir akademik tezin çetin nesnesiyken bile hep kendime yakın buldum, yeni çıkan her kitabına koştum, yazdığı her şeyi okudum. Defalarca. Tercüme edildiği ve edilmediği haliyle Türkçede tam anlamıyla var olmamasına üzülerek.


1936 New York doğumlu yazarın ilk hikâye kitabı The Angel Esmeralda (Melek Esmeralda) ABD’de bu hafta yayımlandı. Yılların içinden yapılmış bir seçki bu; toplam dokuz hikâye, birbirini kronolojik olarak izleyen üç ayrı bölümde toplanmış, 1979 tarihli “Creation” (Yaratılış) ile başlayıp, 2011 tarihli “Starveling” (Aç bîlaç) ile bitiyor.


DeLillo’nun izini dergilerde sürenler için bu hikâyelerin hiçbiri “ilk okuma” olmayacak belki ama bu toplu sunum, yazarın dilinin ve duygusunun değişimini görmek, her bir hikâyenin, yaşdaşı olduğu romanla ilişkisi üzerine hafiyecilik oynamak ve bir bütün olarak DeLillo’nun dünyasında dolaşmak için birebir. Onu tanımayanlar ya da az tanıyanlar ise, seçkiyi, yazarın eserinin özeti niyetine okuyabilirler.



Tanrı’nın terkettiği diyarın ölümlüleri


Paul Auster’ın kafamda çok evirip çevirsem de yerine oturmayan bir sözü var. Yakın arkadaşı olan, yazarlığına gıpta ettiğini söylediği DeLillo ile kendini kıyaslamıştı. Sohbet ediyorduk ve sanırım ben, DeLillo’nun Amerika’da, Auster’ın ise Avrupa’da daha çok okunmasından yola çıkarak, ikisinin de kitaplarında öncelikle Amerika’yı, Amerikalıları, Amerikalılığı anlatmalarına rağmen, “yabancı” okurlarla DeLillo arasındaki mesafenin daha büyük görünmesine getirmiştim sözü. “Doğru,” dedi Auster, “bu Don’la konuştuğumuz bir şeydir. İkimiz de Amerikalıların hikâyesini anlatıyoruz ama galiba ben daha ziyade psikolojik romanlar yazıyorum, Don ise sosyolojik romanlar yazıyor.”


DeLillo’nun Amerika’yı, Auster’ın nispeten küçük ve kendi muhitine kapanmış romanlarına kıyasla çok daha geniş bir zamanda ve coğrafyada kucakladığını bilince, ilk anda hakkaniyetsiz bir ayrım gibi görünmüyor bu.


1971’de çıkan ilk romanına Americana adını vermesine sebep olacak kadar bariz bir iddiayla Amerikan popüler kültürü, aktüel siyaseti ve bence en iyi tarifini William James’in kurduğu şekliyle pragmatizmde bulan Amerikan felsefesinin gündelik tezahürleri üzerine düşünerek yazıyor DeLillo.


Bütün bunlarla alâkası olmayanlarımız için, Amerikan hayatını, Amerikan jargonunu, Amerikan duygusunu, beyzbol sahalarının ve büyük şehirlerin geceleri içinden geçilmesi tavsiye olunmayan yoksul arka sokaklarının kokusunu bilmeyen, merak da etmeyenlerimiz için, DeLillo’nun romanları, özellikle de End Zone (Son Bölge), Running Dog (Koşan Köpek), Mao II ve tabii, Soğuk Savaş Amerikası’nın yarım asırlık tarihini ülkeyi baştan başa katederek anlatan megaromanı Underworld (Altdünya) ilk anda “uzak” kitaplardır haliyle; bu kitapları sevmek için, keşfetmeyi sevmek gerekir.


Ama keşfe bir kez girişenler, bu romanlarda ve diğerlerinde tuvalini ne kadar büyük tutarsa tutsun, DeLillo’nun, Amerikan bireyinin yalnızlık ve ölümle yüzleşme şekillerini ince bir minyatür gibi işlediğini de göreceklerdir. DeLillo aslında bütün romanlarında, Mao II ’nin girişinde ilan ettiği üzere, “ihtiyar Tanrı’nın çoktan terk ettiği bir dünyada kullanılmamış imanın başına gelenlerle” ilgilenir.


Bu artık-iman, bu tatminsiz inanma ihtiyacı günümüz Amerikan toplumunun yarattığı post-modern tanrılarda karşılığını bulurken, alışveriş merkezlerinden futbol stadyumlarına, rock âleminden siberuzaya, gerçek uzaydan Wall Street’e kadar her yer bir mâbede dönüşüp, yeni ibadetlere mekân sağlar. Duaların terkibinde ise hep aynı şey vardır; nihayetimiz.


White Noise (Beyaz Gürültü), başkarakterinin ağzından “insan varoluşunun ironisi” diye tanımlanan ölümlülük duygusu üzerine bir romandır.The Names (İsimler) aynı duyguyu, “bizim kurtarıcı zarafetimiz, hususi hüznümüz, bilgimiz, zenginliğimiz, kutsanışımız” olarak vaftiz eder.


Great Jones Street ’te, “ölümle sonuçlanan olaylardan niye gizlice haz duyduğumuzu” sorar bir karakter. White Noise, televizyonda bir felaketi seyretmenin zevki üzerine düşünür. Americana,“doğduğumuz an ölmeye başladığımızı” hatırlatır. Cosmopolis, “İnsanlarla bilgisayarlar birleşiyor… Hiç bitmeyecek bir hayat başlıyor” buyurur, “Bir diskte yaşayabilecekken niye ölesin ki? Disk, mezar değil. Beden ötesi bir fikir. Olduğun ve olacağın her şey olan bir zihin ama hiçbir zaman yorgun, karışık ya da engelli değil.”


DeLillo silahları, filmleri, oyunları, fantezileriyle ölmeyi ve öldürmeyi günlük hayatının ayrılmaz bir parçası haline getirse de, ölümlülüğü kabullenmekten alabildiğine uzak duran bir kültürün portresini, tek tek insanları anlatarak çizer. Hiç ölmeyecek gibi yaşamaya şartlanmış genç kalma budalaları kadar, “yaşamanın tükenmek olduğunu bilen” yarıölüleri de anlatır. Varoluşun ironisinin içinden hâletiruhiyemize bakar. “Psikolojik” romancılık değilse, nedir bu?



Hayatın içindeki ölüm molalarında


Great Jones Street’ten ödünç bir tarifle söylersem, kıtalararası bir uçuş esnasında, yerden binlerce kilometre yukardayken yaşadığımıza benzer durgun zaman kesitlerini, yani “hayatın içindeki ölüm” molalarını tasvir ediyor DeLillo’nun hikâyeleri.


Yalnızlığın iki ayrı halini yaşayanları görüyoruz bu hikâyelerde; ortak molalarında rastlıyoruz onlara ve anlıyoruz ki, bir istikbal istemezcesine durup, hayattan saklanarak susanların natürmortu ile mâziden kaçmak ya da kendilerine ebediyet yaratmak için usanmadan konuşarak koşanların maratonu aynı ölçüde ıssız.


“Creation,” tatil bitiminde eve dönerken Karayiplerin berbat havayollarına mahkûm oldukları için Atlantik’in ortasında mahsur kalan bir çiftin ayrılışını anlatıyor; sayısız uçağa binme denemesinden sonra, sonunda tek bilet alıp karısını yalnız başına geri gönderen adamın kendisi gibi adada mahsur bir yabancıyla sevişmeye niyet etmesinde, kadının saklanıyor oluşu da etken: “Göze batmamak istiyorsun. Bunu farklı şekillerde görüyorum. Kıyafetlerin, yürüyüşün, duruşun. En çok da yüzün. Çok uzun olmayan bir zaman öncesine kadar farklı bir yüzün vardı senin. Bundan eminim.”


Kitabın ikinci hikâyesi olan Human Moments in World War III (Üçüncü Dünya Savaşı’nda İnsanî Anlar), “nükleer silahların yasaklanmasıyla savaşa elverişli hâle gelmiş bir dünyada” geçiyor. Uzayda, “geceyle gündüzün salamurası” işlevini üstlenen minnacık yerküremizden uzakta, “gün” kavramını ancak yerküreye bakarak anlamlandırabilen iki astronotun, “insanî bir anlarında” uzay aracı içindeki hamaklarına uzanıp, dünyadaki pazar günlerinin yavaş ve sonsuz hüznü üzerine konuşmasını dinliyorsunuz.


Baader-Meinhof ’ta Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun kurucuları Ulrike Meinhof, Andreas Baader ve Gudrun Enslinn’in hücrelerinde ölü bulundukları hâli yansıtan yağlıboya tabloların sergilendiği bir galeride karşılaşan iki yabancı, bu tesadüften farklı sonuçlar çıkarmayı deniyor.


Kadın, işsizliğini ve yalnızlığını gizleyerek, erkeği kendisinden uzaklaştırmaya çalışırken, erkek cinayetin ve intiharın muhtemel anlamlarını konuşarak, aralarındaki kader ortaklığını mânâlı bir ilişkiye dönüştürmek istese de, kendisi bir tacizciye dönüşüyor ve anladığında çok utanıyor bundan.


Benzer bir ilişki ihtimalini anlatan “The Starveling”de, bütün gününü New York’un sinemalarını dolaşıp dört-beş film izleyip, evinden, eski karısından, en çok da kendinden kaçarak geçiren ortayaşlı bir adam, sinemada gördüğü yabancı bir kadının peşine düşüyor, çünkü sadece kendi aynasında görüyor onu: “İçine kapanık biriydi, uzak, kaçak; kendisi gibi tek bir odada yalnız yaşıyor olmalıydı.”


“Midnight in Dostoevsky” (Dostoyevski’de Geceyarısı) adlı hikâyede, iyi arkadaş olan üniversiteli iki delikanlının uzaktan gördükleri yaşlı bir adamın sırtındaki giysi üzerinden başlayan –anorak mı, parka mı, çoban paltosu mu, çuha ceket mi– tartışmalarını, günlere yayılan bir keşif ve kurmaca oyununa çevirmelerine, sonra da, adamın yüzünü görme fırsatı ilk kez belirdiği anda, birinin diğerine saldırmasıyla, sokak ortasında feci şekilde dövüşmelerine tanık oluyoruz.


Başkişileri ve ana çizgileri Underworld ’den tanıdık The Angel Esmeralda’da ise, Amerikan edebiyatının en kalıcı karakterlerinden biri olduğuna inandığım yaşlı Rahibe Edgar’la genç yardımcısı Rahibe Gracie, New York’un Bronx İlçesi’nin dev bir batakhaneyi andırdığı günlerde, sosyal konutlarda yaşayan yoksulun yoksulu insanlara yiyecek taşıyorlar.


Akşam çökerken çatışmalar başlıyor ve on iki yaşında bir kız öldürülüyor; Esmeralda. Hikâyenin sonunda, Esmeralda’nın yüzünün, mahallenin portakal suyu reklâmı yapan dev billboardunda zuhur etmesini izlemeye gelen inançlı inançsız yüzlerce kişi, uzun uzun baktıktan sonra tam vazgeçmek üzereyken, birdenbire, aynı anda aynı meleği görüp, ebediyet ihtimali karşısında yekvücut titriyor.


“The Ivory Acrobat”ta (Fildişi Akrobat) Amerikalı bir kadın, Yunanistan’da kendisine hediye ettikleri akrobat figürüne benzer bir ihtiyaç ve ümitle bağlanıyor: “Kendi farkındalığı, akrobatın başladığı yerde bitiyordu. Bunu kavradığında, bibloyu cebine koydu ve nereye gitse hep yanında götürdü.” 2010 tarihli “Hammer and Sickle” (Orak ve Çekiç) ise yaşarken boşluğa karışmanın, ölüme karşı koymayı denemenin bir yolu olabileceğini hatırlatıyor: “Kaybolmayı öğreniyordum. Bana uyuyordu bu, doğal hâlimdi, gün be gün yeniden bir hayalete dönüşüyordum.”


DeLillo, bugüne dek kitaplarına eksik ve zayıf bir yer açan Türkçeye The Angel Esmeralda ile “özet” ama derli toplu bir yeniden giriş yapabilir umarım. Yarın için bunu diliyorum, çünkü yarın 20 kasım; cümleleriyle hayatımın, dolayısıyla da bir bütün olarak hayatın hayalden ibaret olmadığını hafızama kazıyan yazar yetmiş beş yaşında. İyi ki doğdun DeLillo!