Kültür-Sanat

Yasemin Çongar: İnandığın zaman sahte olmaz bu dünya

'Aynalı salonumuzu kaldırdık' diyordu yaşından hayli genç ve aklî melekelerinden hayli emin görünen adam, 'o salon insanları delirtiyordu'

29 Ekim 2011 03:00

 T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı, Yasemin Çongar'ın bugünkü yazısı şöyle:

“Aynalı salonumuzu kaldırdık” diyordu yaşından hayli genç ve aklî melekelerinden hayli emin görünen adam, “o salon insanları delirtiyordu.” Köseydi sanırım, köseler genç görünüyor. Bir süre sonra, aynalı salona girmek için kuyrukta bekleyen müşterilerin ona tanıdık gelmeye başladıklarını fark etmiş.


Bir kadın varmış mesela, kocaman gözlü, hiç konuşmayan. İçeriden çıktığında büsbütün büyürmüş gözleri: “Bu gözlerle gidip birini öldürecek diye geçirirdim içinden; belki de kendini… Sonra yine gelirdi.” Sürekli gelen bir adam varmış bir de, kırmızı yüzlü, sigara kokulu bir ihtiyar: “İki büklümdü ama yalnız başına geliyordu her gün, çıkarken de hep ağlıyordu.


‘İyi misiniz beyefendi’ diye sorardım her seferinde, duymazdı, duymak istemezdi ya da. Çocuklar da geliyordu tabii, çığlık kıyamet. Onlar iyiydi bak; biliyorlar ki bu bir oyun. Ama her gün gelip ağlayan bir ihtiyar, her akşam katil olacak diye korkarak uğurladığım bir kadın... Kapattırdık odayı neme lâzım.” O sihirli salona, yıllar sonra bir kez daha giremediğime üzülmüştüm doğrusu ama belki de daha iyi oldu. Böylece evvelki hayatımdan yadigâr bir resimde sabitlendi en çoğul dakikalarım:


Aynalı salonun ortasında, yirmi iki yaşında ve yüzlerceyim. Uzanıp, birimden birime dokunmak istediğimde, bütün parmaklarım birleşiyor. İrkiliyorum önce. Yerimde sıçrıyorum. İnatla dokunuyorum yine de. Onlar da bana dokunuyor.Benler de bana dokunuyor. Önüm, arkam, sağım, solum – her yanımı aynı anda görüyorum.


Her yanımda hep ben varım. Sırasıra, katkat, içiçeyim. İki yana eğilmek, her seferinde, bir deste iskambil kâğıdı gibi yeni baştan karmaya benziyor kendimi.
 

Semazenlere özenip, kollarımı iki yana açarak dönmeyi deneyince, çevremde dönmeye başlayan odanın içinde düşmemek için duruyorum hemen. Yere baksam, içiçe geçmiş kuleler halinde tavana yükseliyorum. Tavana baksam, öyle bir gerisin geri düşüyorum ki kendi kuyumdan çıkamam artık. Yumruklarımı sıkmak belki çare olabilir.


Sıkıyorum, tırnaklarımı etime iyice bastırıyorum. Canım acısın istiyorum. Gerçekliğin bir ispatı gibi, avuçlarımda tutmak istiyorum acıyı. Sûretlerimden ibaret değilim ben, her şeyden evvel bir et parçasıyım, kanarım gerekirse, ölürüm. Gidersem bu sûretlerden hiçbiri kalmaz geride. Olmuyor. Hakiki ile zâhiri her zaman öyle kolay ayrılmıyor birbirinden. Aynalardaki bütün yumruklarım sıkılı zira, bütün gözlerimde aynı acıyı görüyorum.



Tuhaf dünyalardaki sırdaşlarımız


Haruki Murakami, yarı yaşımda kalmış bu panayır tecrübesini bana geri getiren devâsâ romanında, kanla mürekkebi birbirine karıştırıp, aşkla şehveti birbirinden ayırarak yazarken, daha ilk bölümde, başkarakterlerden birini paralel bir evrenin kıyısına getirip bırakan taksi şoförünün ağzından uyarıyor:


“Sıradan olmayan bir iş yaptığında, şeylerin her günkü görünüşü biraz değişebilir. Şeyler sana daha önce olduğundan farklı görünebilir. Ben bu tecrübeyi yaşadım. Ama görünüşün seni aldatmasına izin verme. Her zaman sadece tek bir gerçeklik vardır.”


1Q84 hakikaten devâsâ bir roman; geceyarısı okumaya başlayıp, beni şafağa taşımasına hiç itiraz etmediğim 1700 küsur sayfalık elektronik kopyası daha bir tehditkârdı ama sabahleyin acele postayla imdadıma yetişen ciltli ve mis gibi matbaa kokulu hali de tam 925 sayfalık bir tuğla, maaşallah.


1949 Kyoto doğumlu romancının Japonya’da iki yıl önce, üç ayrı kitap halinde yayımlanan ve bir ay içinde bir milyon satan romanının Amerikan baskısı mâlûm geçen hafta New York’ta pazartesinin salıya evrildiği andan itibaren satışa sunuldu. 1Q84’a Harry Potter muamelesi yapan bir kısım Murakami delisi de kitabı, o geceyarısından beri okuyor işte.

O “deli”lerin arasına çekinerek katıldığımı itiraf etmeliyim. Heyecanı, günler öncesinden başlayıp, karşılaşma anından itibaren hızla sönecek bir buluşmanın hayalkırıklığını yaşamak istemedim sanırım; Murakami’yi okumaya hazırlanmanın okumaktan, 1Q84’u beklemenin bitirmekten daha kalıcı bir duygu olmasını istemedim.



Öyle olmadı


1Q84 nehir gibi bir roman. Uzunluğu kadar derinliğiyle de hacimli. Bir yandan da akıyor, akıyor… Daha önce defalarca denediği ve bence çoğu kitabında başardığı bir şeyi, sanırım ilk kez bu kadar kendinden emin bir şekilde yapıyor Murakami; bu dünyaya hem çok benzeyen hem de hiç benzemeyen bir dünya kurup içine çekiyor okuru ve siz yavaş yavaş o “acayip” dünyadaki insanların tuhaf hallerini tanıdık bulmaya, yabancı duruşlarını kendinize yakın görmeye başlıyorsunuz.
 

1Q84’un herkese benzerken kimselere de pek benzemeyen karakterlerinin, hayali geniş okurlara dahi “Yok artık” dedirtebilecek maceralarının merkezinde hep aynı “sert” sır var zira… Hayatınız boyunca nereye gitseniz, kime varsanız çelik bir çekirdek misali göğsünüzde gezdirdiğiniz o müşfik duygu, bir “Batılı” gibi yazan bu “Doğulu” yazarın dünyalı mı, uzaylı mı tam karar veremediğiniz karakterleriyle de çok geçmeden sırdaş kılıyor sizi. Ben o duyguya “yalnızlık” diyeceğim.



İki ayla aydınlanan öteki geceler

1Q84 bir takside başlıyor. Tokyo’nun otobanlarından birinde, kilitlenen trafiğin ortasında, bir yandan takside çalan Janacek’in Sinfonietta’sını dinleyerek, kafasında 1926 Çekoslovakya’sına, Kafka’nın iki yıl önce terk ettiği, Hitler’in ise arz-ı endama hazırlandığı, hem Avrupa hem Japonya’nın faşizme doğru yuvarlandığı bir geçmişe taşınan Aomame adlı otuz yaşındaki kadın, “Tarihin ortaya koyduğu en önemli vahiy bu olabilir” diye düşünüyor: “O sırada başlarına ne geleceğini kimse bilmiyordu.”


Aomame, kendisini bekleyen macera dolu sekiz ayla ilgili bir kehanette bulunduğunu bilmese bile, “tecrübeli” Murakami okurları, bu girizgâhtan sonra, taksi yolculuğundaki tek tuhaflığın çalan müzik olmadığını kavrıyorlar haliyle. Nitekim şoför, Aomame’yi otobanın ortasında bırakıyor: “Randevunuza yetişmek için, acil çıkış merdivenini kullanarak bir alt yola çıkmaktan başka çareniz yok.”


Biz o sırada, gündüzleri spor hocası ve mesaj terapisti olarak çalışan bu genç kadının o geceki randevusunun, çantasındaki sivri objeyle bağlantısını, Aomame’nin şiddet mağduru kadınların intikamını alan bir kiralık katil olduğunu bilmiyoruz henüz. O merdivenlerden indiği anda, Aomame’nin “Alice” misali bir tür tavşan yuvasından geçeceğini, sonunda kendini, harikalar diyarında ya da büsbütün “yeni bir gerçeklik”te olmasa bile, farklı bir evrende bulacağını seziyoruz ama. Birçok yönden eskisine benzeyen bu yeni evrenin ıssız göğünde bir yerine, biri diğerinden biraz daha küçük ve yeşilimsi olan iki ay asılı duruyor.


Yıl 1984. Kimseye “Siz de benim gibi gökte iki ayrı ay görüyor musunuz” diye soramadığından, gördüğü şeyin pekâlâ aklının bir oyunu olabileceğinden kuşkulanan Aomame, adını koymakta zorlandığı bu yeni evreni “1Q84” olarak vaftiz ediyor sonunda. 1Q84, yani Japonca okunuşuyla “İçi-Ku-Haçi-Yon” (Bir-Dokuz- Sekiz-Dört). “9” rakamının “Q” harfi gibi okunması, Aomame’nin iki aylı evreninin de anahtarı aslında: “Q harfi, soru işaretini temsil ediyor. İçinde soru taşıyan bir dünya bu.”



Salandervari bir erkek katili


1Q84, Aomame ile yirmi yıl önce bir kez elele tutuşmalarından bu yana özlediği, arzuladığı çocukluk arkadaşı Tengo’nun maceralarını birbirini izleyen bölümler halinde anlatıyor. Tacize uğrayan kadınlar için bir sığınma evi işleten zengin patroniçesinin belirlediği erkekleri baştan çıkarıp, enselerine buz kıracağını saplayarak öldürüyor Aomame.


Kurbanlarının hepsi de, kadınlara ya da çocuklara tecavüz eden, dayak atan adamlar. Stieg Larsson’un bu tür adamları hedef alan “ejderha dövmeli” genç kadın kahramanı Lisbeth Salander geliyor aklınıza ister istemez, ama Aomame’yi, en sonunda Tengo’yla buluşturacak olan olaylar, elli yaşında ölen İsveçli yazarın asla teşebbüs etmediği kadar karmaşık bir ağ oluşturuyor…


Gündelik, handiyse özensiz bir dille gayet incelikli, yer yer lirik bir anlatımı belki ancak Murakami’nin üstesinden gelebileceği kadar doğal bir ustalıkla birleştiren bir ağ bu; “post-modern” bir denizin içinden “klasik” bir aşk hikâyesini çekip çıkarabiliyor.



En eski hatıranız neydi sizin?


Tengo bir yazar. Onu, Aomame’nin “iki aylı” evrenine taşıyan ve orada çocukluk aşkıyla bir kez daha elele verip, bildiğimiz dünyaya, 1984’e geri dönmesini sağlayan tesadüfler, yazdığı roman sayesinde mümkün oluyor. Tengo’nun kendi romanı değil bu. Fuka-Eri adlı on yedi yaşında bir kızın acemi kaleminden çıkma, ancak anlattığı tuhaf kült itibariyle editörünün ilgisini çeken bir metni yeniden yazma işini üstleniyor ve sonunda, Fuka-Eri’ye önemli bir edebiyat ödülü getirecek kadar başarıyla yapıyor bunu.


Henüz hiçbir romanı basılmadığından kendisine “yazar” bile diyemeyen ancak varolduğunu hissetmesi için “her günün önemli bir bölümünü edebiyat yazarak geçirmesi” gereken, “‘ben’ dediği şahsın bu dünyadaki varlığını sadece edebiyat yoluyla teyit edebilen” bir adam Tengo. Onun 1Q84’daki mevcudiyeti, Aomame’nin “kanattığı” metne “mürekkep” katmaya yarıyor; Tengo’nun edebiyatla ve kadınlarla ilişkisi, romanda daha ziyade Aomame’ye ayrılan bölümlerin sağladığı şiddet ve gerilimin dozunu, yazının ve cinselliğin şehevî gücüyle dengeliyor.


Rastladığı herkese “En eski hatıranız neydi sizin” diye sormaktan kendini alamıyor Tengo. Onun hatırlayabildiği ilk tecrübe ya da belki bir hayalden ibaret olmasına rağmen aklının bir oyunuyla, görüp hatırladığını sandığı ilk sahnede, babası olmayan bir adam annesinin memelerini emiyor. Tengo o sırada bir buçuk yaşında bir bebek.


Bu “hatıra” her canlandığında, “tsunaminin sıvı duvarı yutuyor” sanki onu, fiziksel tezahürleri olan bir atak geçiriyor: “Nereye gidersen git, ne yaparsan yap, bu suyun basıncından hiç kurtulamayacaksın. Bu hatıra senin kim olduğunu belirliyor, hayatını şekillendiriyor ve kararı çoktan verilmiş bir yere gönderiyor seni. Ne kadar debelenirsen debelen, kudretinden asla kaçamayacaksın.”


1Q84, ürpertisini, hikâye ettiği sıradışı olaylar kadar, insanın kendi kaderiyle hemhal olduğu “sıradan” iç konuşmaların sadeliğinde de bulan sakin bir roman. Kafka’nın, Caroll’ın ve tabii kitabın bizatihî adıyla reverans yaptığı Orwell’in yanı sıra, Dostoyevski’yi, Çehov’u, Proust’u, belki en fazla da Dickens’ı selamlayarak yazan Murakami, vaktiyle bir mülakatta sorduğu sorunun muhtemel cevapları arasında gezinerek, bütün bu ustalardan elli, yüz, yüz elli yıl sonra, zamanla farklılaşmış bir gerçekliğin içindeki kadim ve kalıcı özü arıyor sanki:


“Gerçekliğin yeterince gerçek olmadığı bir çağda, kurmaca bir hikâyenin ne kadar gerçekliği olabilir?”


1930’lardan kalma bir Broadway şarkısı olan “It’s Only A Paper Moon” (Sadece kâğıttan bir ay bu), romanın başındaki epigrafta olduğu gibi, en sonunda, Tengo’ya kavuşup, onunla ve karnındaki bebekle birlikte, sekiz ay önce paralel evrene indiği merdivenden gerisin geri 1984’e dönmeye hazırlanan Aomame’nin dilinde de karşımıza çıkıyor.


Bir sirk dünyasını, gayet yapmacık ve sahte bir âlemi anlatıyor şarkı; “Ama,” diyor bir mısraı, “sahte olmazdı bu dünya/ Bana inansaydın eğer.” Ve Murakami, bin sayfanın sonunda ancak “gerçekçi” bir yazarın cesaret edebileceği tarzda sessizce söz verdiriyor Aomame’ye: “Ne olursa olsun, sahte olmaktan çıkarmalıyım bunu; gerçek yapmalıyım. Tengo ve ben bunu başarmalıyız.”


Her gün elbirliğiyle biraz daha sanallaştırdığımız evrenimiz, bizi sûretlerimize dönüştüren aynalı bir salonu andırıyor bazen. 1Q84’un birbirine göz kırpan ayları gibi, hakiki ile zâhirinin birbirinden kolayca ayrılmadığı zamanlar var ve biz böyle anlarda, o “biricik gerçekliği” yeniden kurmak üzere kendi içimize kapandığımızda, yanımızda sessizce söz vereceğimiz birini buluyorsak eğer şanslıyız.