21 Kasım 2010 02:00
Yasemin Çongar - EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR - T24
Yatsılarımız farklı bizim... Kitaptan bende kalan hüküm bu; hayranlık ve gıptayla izlediği, “hem ustam hem arkadaşım” dediği o olağanüstü yazarı, gazeteciliğin mahdut evreninden kurtarıp edebiyatın sonsuzluğuna taşıdığı için, adeta “katil” muamelesi gören Artur Domosławski, altı yüz küsur sayfada anlattıklarıyla, o sayfalarda olmayan bir cümlenin, cismini değil belki ama duygusunu bıraktı zihnimde: Edebiyatçının mumu yatsıda sönmez, gazetecininki ise sönecektir elbet. Üç yıl önce, yetmiş dört yaşındayken bu dünyayı bırakıp giden büyük yazar Ryszard Kapuściński’nin biyografisini, Domosławski’nin iki mumdan birini usulca üflerken, diğerini meşale misali gururla yükselttiği bir anma törenine katılırcasına okudum ben. Okudukça, Domosławski’yi ihanet ve katliamla suçlayanları anlamakta daha fazla zorlandım; okudukça, Kapuściński’nin yalanlarla örülmüş hakikatini keşfettim çünkü, bu hakikatin hüzünlü çelişkisini tanıyabildim.
Belki hatırlarsınız; Gabriel Garcia Márquez, hayat hikâyesini emanet ettiği Britanyalı yazar Gerald Martin’e, yıllar önce, hepimizin ortak sırrını fısıldamıştı: “Her insanın bir kamusal hayatı, bir özel hayatı, bir de gizli hayatı vardır.” Domosławski de, Kapuściński’nin biyografisini yazmaya bu cümleyle başlamış; hem peşin bir niyet beyanı bu, hem de kitap üzerine kopan büyük gürültüyü hiç işitmemiş ya da buna pek aldırmamış olan okurların bile ilgisini çekmesi kaçınılmaz bir epigraf. Siftahı Márquez’in bu ifşaatıyla yapan bir hayat hikâyesi, artık ancak “gizli” olanın doyurabileceği bir iştahla okunabilir zira.
Domosławski de zaten, bu iştahı severek, hattâ bu iştaha minnet duyduğunu hissettirerek yazıyor; düşman kazanmak pahasına, Kapuściński’nin “gizli” hayatına dalıp, gerçeğin saklandığı yerlerde gezinmekten çekinmiyor, ama bunu yaparken de, düşmanlarının iddia ettiği gibi, anlattığı hayatı “ikinci bir ölüm”le sonlandırmıyor kitap; aksine, ona bir “rönesans” imkânı sunuyor bence
Bu rönesansı anlatabilmek için, önce biraz Kapuściński’nin “kamusal” hayatından söz etmeliyim. 1932’de Polonya’nın doğusunda, bugün Belarus’un sınırları içinde kalan Pinsk şehrinde doğan Kapuściński, Türkçeye geç ve az çevrilmiş, Batı Avrupa ve Amerika’ya kıyasla Türkiye’de nispeten az tanınan bir yazar. Yine de onun, İran Devrimi’ni anlattığı Şahların Şahı; Etiyopya’yı kırk dört yıl yöneten adamın mizahi bir portresini çizdiği Afrika Aslanı; 1969’da, El Salvador ile Honduras arasındaki gerginliğin, tek bir golün kıvılcımıyla dört günlük bir yangına dönüşmesini hikâye edenFutbol Savaşı ve Sovyetler Birliği’nin yarım asra yayılan “çöküş” sürecinde, o devâsâ ülkenin dört yanındaki insanların nasıl usulca eriyip eksildiğini konu alan İmparatorluk adlı kitaplarını okuyanlarımız, Kapuściński’nin, gözlem gücü kadar ironisi de keskin; eleştirmeden önce anlama isteğiyle yazan; tasvirleri, imgeleri, kelimeleri kuvvetli ve hikâye anlatmayı seven bir “gazeteci” olduğunu biliyordur sanırım
Kapuściński, 2007’de Varşova’da öldüğünde, bütün bu özellikleri sayesinde, kitapları otuzdan fazla dile çevrilmiş bir yazar ve dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü gazetecilerinden biriydi. Dahası, hayatı boyunca Afrika’dan, Latin Amerika’dan, Ortadoğu’dan, Asya’dan yazdıklarıyla, adına “röportaj” dediğimiz, yani gerçek hayatın izini süren, asıl işlevi gitmek, görmek, konuşmak, gözlem yapmak ve haber vermek olan, tanım itibariyle kurgusallıktan uzak, yani “edebiyat dışı” (non-fiction) bir yazı türünün de pekâlâ “edebi” bir lezzet taşıyabileceğini cümle âleme göstermişti. Zaten Kapuściński’yi, Polonya Haber Ajansı’nın “isimsiz” bir muhabiri olmaktan 1960’lardan itibaren çıkararak, anadili Lehçe’nin sınırlarını aşmasını sağlayan; ajansın Varşova’daki merkezine kâh telgraf kâh teleksle geçtiği haberlerin, sadece Demir Perde’nin doğusunda değil, kapitalist Batı’da da okunmasının yolunu açan; Nobel Edebiyat Komitesi’nin onu adaylar listesine almasına neden olan da, bence asıl bu lezzetti; yazarlığının gücüydü velhasıl.
Çocuktum. Afrika’nın, kocaman bir hayvanat bahçesinden ibaret olduğunu sandığım günlerde, annemden dinlemiştim o adamı. Annem, Addis Ababa’da konser verip dönmüştü; “Habeşistan” diyordu gittiği yere, bunun “köleler ülkesi” anlamına geldiğini biliyor muydu bilmem, ama o zamanlar onun, dolayısıyla da benim dağarcığımda, Etiyopya’nın adı yoktu henüz. Dört parmak kalınlığında bir altın bilezik hatırlıyorum. “Telkâri” kelimesini ilk o zaman işitmiş, adlarını bilmediğim kıymetli taşları, altından bir kafesin içine yerleştiren mücevher ustasının hünerinden ziyade bu kelimenin kendisinden etkilenmiştim. Bir de, kafesin içinden geçen siyah örgüdeydi aklım; “fil saçı” demişti annem. O andan itibaren, artık çok özel bir “Habeşistan” vardı hayalimde, orada uzun saçlı filler vardı, fillerin saçını kesip bilezik yapan ustalar, o bilezikleri piyanistlere hediye eden kısa boylu imparatorlar vardı. Annem “kasabın teki” demişti o adam için; bileziği, bir gün parasız kalınca satmak üzere çekmecesine atıp, Habeşistan’ı unutmuştu. Bense annemin “apolitik” umursamazlığını yargılamayacak kadar küçüktüm o zamanlar; soyu Saba Melikesi’ne uzanan imparatorun, “kasap” diye geçiştirilemeyecek kadar karmaşık bir geçmişi olduğunu bilemeyecek kadar da cahil.
Etiyopya’yı 1930’dan 1974’e dek yöneten Haile Selassie ile ikinci karşılaşmam, lisedeyken, bir sahafta, Kapuściński’nin İngilizceye, The Emperor (İmparator) olarak tercüme edilmiş kitabını bulunca oldu.Kapuściński’nin Haile Selassie’si, o güne dek hiçbir edebî karakterin güldürmediği kadar güldürdü beni; bir ülkenin, bir liderin, bir mücadelenin kuru bir haber dili ve üst perdeden siyasi hükümler yerine, tıpkı “telkâri” kelimesinin benim çocuk zihnimde yarattığı titreşimler gibi sıcak bir üslupla da anlatılabileceğini galiba ilk kez o kitapla keşfettim. “Bücür” imparatorun yastıkçıbaşısının sözleri mesela, yıllar sonra hâlâ gülümsetiyor beni... Bir hükümdarın heybetini, oturacağı her tahtta, her koltukta, ayaklarının yere değmesini sağlayacak kalınlıkta bir yastığın bulundurulmasından sorumlu bir hizmetkârının gözünden anlatmaktan daha keskin bir ironi, daha eğlenceli bir buluş mümkün mü bilmiyorum. Ama Domosławski’yi okuduktan sonra, Kapuściński’nin maharetinin tam da bu olduğunu, “eğlenceli bir buluş” olduğunu yani, biliyorum artık.
1967 doğumlu Domosławski, Polonya’da tanınmış bir gazeteci; Gazeta Wyborcza’da yazıyor ve uzmanlık alanı olan Latin Amerika dışında, edebiyatla, futbolla, küreselleşmeyle de ilgileniyor. Dünya, Domosławski’nin adını bana bu yazıyı yazdıran kitap sayesinde duydu; Kapuściński: Non-Fiction, Polonya’da basılmasını engellemeye yönelik bir hukuk davasını güçlükle aşarak, birçok yayıncının son anda cayıp reddetmesi ardından, nihayet Swiat Ksiazki Yayınevi tarafından, 3 Mart 2010’da yayımlandı. O günden beri, Polonya’da 150 bin adet sattı kitap ve gerek Lehçe okuyan Anglo-Sakson eleştirmenler aracılığıyla, gerekse kitaba karşı dava açan Kapuściński’nin dul eşinin, Domosławski’yi “patrisid” suçuyla, yani “baba katili” olmakla itham eden demeçleriyle dünyayı saran bir tartışmanın odağı oldu. Ben, bu “olaylı” biyografiyi, uzun bir bekleyişten sonra nihayet geçen hafta, El hombre, el reportero y su época (Adam, gazeteci ve dönemi) alt başlığıyla yayımlanan İspanyolca tercümesinden okuyabildim. Domosławski, benim gibi Kapuściński’ye hayran okurların içini acıtsa da, gazetecilik, edebiyat, Polonya ve dünya tarihi açısından çok değerli bir iş yapmış; titiz bir düzeltmen gibi, kurgunun içinde kaybolup giden olguları tek tek bularak, adeta bütün bir hayatın tahsihine girişmiş.
Sonuçta, adı üstünde “non-fiction” bir Kapuściński var elimizde: Haile Selassie’nin hizmetkârlarıyla hiç konuşmamış; başka bir kitabında iddia ettiğinin aksine Ché Guevara’yla da aslında buluşmamış; dış muhabirliği serbestçe sürdürebilmesini, 1981’e dek üyesi olduğu Polonya Komünist Partisi’ne bilgi sızdırmasına borçlu olan; “içinden” yazdığı 1968 Meksika Katliamı’nı meğer uzaktan izlemiş; Kongo’da, yine hikâye ettiğinin aksine, ateş hattında hiç bulunmamış bir Kapuściński bu... Ama yine Domosławski’nin, çarpıcı alıntılarla, alaysız, abartısız, sevecen ve saygılı bir dille anlattığı gibi, “gerçek”ten taviz verirken bile, hakikatin özünü değiştirmeyen “sıradan” yalanlarla yetinen bir yazar Kapuściński... Hiçbir zaman tümüyle kurgulamasa da, her zaman biraz kurgulayarak yazan, gerçeği süslemekten, baharatlandırmaktan ya da kendi deyişiyle, “derinleştirmekten” çekinmeyen bir adam.
Okurları sanırım bana katılacaktır; Sovyetleri, İran’ı, Latin Amerika’yı ve, evet, Etiyopya’yı Kapuściński kadar “canlı” ve, evet, Kapuściński kadar “gerçek” anlatan çok az yazar oldu bugüne dek. Ama bu canlılığın, bu gerçekliğin “tırnak içinde” kalması gerektiğini biliyoruz şimdi; Kapuściński’nin işine verdiği adla, aslında asla “yayan gazetecilik” yapmadığını; daha ziyade, gözlemlerini, hayalindeki karakter ve diyaloglarla, bir romancı misali süsleyerek, yani tanıklığın kutsiyetini, hikâyenin şehvetiyle ihlal ederek yazdığını ve bu esnada, bir yandan bir “yazar” olarak büyürken, bir yandan da, bir “gazeteci” olarak sahtekârlaştığını biliyoruz.
Domosławski’nin bunu bize anlatmasına öfkelenen eski Polonya Dışişleri Bakanı Wladyslaw Bartoszewski, Kapuściński: Non-fiction kitabını “dünya kerhaneler rehberi” olarak vaftiz etti ve Kapuściński’nin eşi, Domosławski’nin hapsedilmesinden yana. Benim gözlerimse, Polonyalı gazetecinin söndürdüğü mumdan çok, yükselttiği meşaleye takılıyor nedense. “Kapuściński’nin kitapları” diyor Domosławski, “birer edebiyat şaheseridir. İçinde yaşadığımız ormanın kanununu ve kanunsuzluğunu, vahşetini ve güzelliğini pek az yazarın yapabildiği kadar canlı biçimde gösterir o bize. Ve bunu yaparken ormandaki ağaçların yerini değiştirmekten pek çekinmez. Bence asıl sorun, Kapuściński’nin kendisine ‘gazeteci,’ yazdıklarına da ‘röportaj’ adını vermesi... Gerçekle kurguyu birbirinin içine katan yazı türünün başka bir tarifi olmalı belki. Belki de, kitapçılarımızda üç ayrı bölüm olmalı bizim; bugün olduğu gibi ‘edebiyat’ ve ‘edebiyat dışı’ diye ayrılırken kitaplar, üçüncü bir bölüme de sadece ‘Kapuściński’ demeliyiz.”
© Tüm hakları saklıdır.