Kültür-Sanat

'Yağmurdan Sonra'ya ağır eleştiri

12 Eylül darbesinin parçalandığı hayatları anlatan 'Yağmudan Sonra' filmine ağır eleştiri.

27 Aralık 2008 02:00

12 Eylül darbesinin parçalandığı hayatları anlatan 'Yağmudan Sonra' filmine ağır eleştiri.

Referans yazarı Şenay Aydemir'in yazısı;

Görkem Turgut'un yönettiği 'Yağmurdan Sonra', Türkiye'deki politik sinema geleneğinin kötü bir örneği. Oldukça iyi örneklere rağmen hâlâ böylesi fimlerin çekilebiliyor olması 'sol' sinemanın çocukluk hastalığı gibi.

12 Eylül 1980 darbesinin ardından, 80'li yılların sonlarına doğru, cezaevinden çıkan ya da hiç girmediği halde dışarıda kendisini mahkûm gibi hisseden "aydınların" hayata bakışlarını anlatan filmler çekilmeye başlanmıştı. "Bunalım filmleri" olarak kategorileştirilen bu filmler, bir bakıma bu tanımlamayı da hak ediyordu. Çünkü filmlerde hem kahramanlarının hem de ülkenin ruh halinin pek de parlak tasvir edildiği söylenemezdi.

Bu bir bakıma toplumla organik bağları kopartılmış memleket aydınının kendini yeniden tanımlama sürecinin dışavurumuydu. Bir biçimde sancılı bir sürecin içinde yer alarak bu sürecin bütün acılarını yaşamakla birlikte, hastalıklı yönleri de artık genlerine işlemiş bazıları için 12 Eylül'ü sağlıklı bir biçimde değerlendirmek belki de fazla olurdu.

Oysa aynı dönemde, doğrudan politik olmayan ancak 12 Eylül'ün yarattığı toplumsal ve kültürel değişimi hicveden birçok başarılı komedi filmi hayat buldu sinemada. "Düttürü Dünya", "Kapıcılar Kralı", "Çıplak Vatandaş", "Banker Bilo" vb filmler literatüre "komedi" olarak geçseler de basbayağı "politik" yapımlardı. Yani gerçekten politik bir film yapmak için ille de politika yapmak gerekmiyordu çoğu zaman.

İki zaman, iki film

Örneğin, Yılmaz Güney'in şarkısı hâlâ dillerden düşmeyen "Arkadaş" filmi, politik argümanlara ve ajitasyonlara fazlasıyla yer veren bir film olarak vizyona girdiğinde çekildiği dönem olan 70'li yılların ortalarında büyük etki yaratmıştı. Ama aynı Yılmaz Güney, 12 Eylül'ün bütün ülkeyi nasıl bir hapishane haline çevirdiğini anlatmak için hiçbir politik karakterin bulunmadığı sıradan insanların hikâyesini anlattığı "Yol"u yazmayı tercih etmişti. Yani bir filmin "politik" olabilmesi için, karakterlerinin ille de politik olması gerekmiyordu. Bir filmin politik gücü, doğru zamanda, doğru amaçla ve doğru argümanlarla anlatılıp anlatılmadığıyla bağlantılı çoğu zaman.

Bu tanımlayıcı girişin nedeni bu hafta gösterime giren "Yağmurdan Sonra" filminin sıkıntılarını daha iyi anlayabilmek için gerekli. Görkem Turgut'un Osman Şahin'in "Üzüm Bağları" isimli öyküsünden senaryolaştırıp yönettiği film, "politika yapayım" derken politikanın ve daha da kötüsü hayatın dışına nasıl düşüleceğine iyi bir örnek olarak görülebilir.

Film 12 Eylül'de içeri giren, uzun yıllar kapalı cezaevlerinde kaldıktan sonra son aylarını geçirmek üzere Gökçeada Yarı Açık Cezaevi'ne konulan bir yazarın hikâyesi. Adaya geldikten sonra üzüm bağında çalışmaya başlayan yazar Nuri İlker, cezaevi müdürünün karısı Sumru ile yakınlaşmaya başlar. Bir yandan cezaevi müdürü ile olan sürtüşmeleri, öte yandan bazı mahkûmlarla yaşadığı gerilimler arasında Nuri günlerini doldurmak zorundadır. Hikâye kabaca böyle.

Günün gerisinde kalıyor

Ancak film, senaryosundaki, koreografisindeki, şabloncu anlatımındaki, oyuncu seçimi ve yönetimindeki sıkıntılar bir yana, işlevsel değil. Çünkü yarattığı karakterlerle hikâyesini anlatmak ve seyirciye geçirmek için seçtiği yöntemlerle bugünün çok gerisine düşüyor. Hatta, hikâyenin geçtiği 1988 yılının bile çok gerisinde. Kendi gerçeğini bile yakalayamayan film, giderek bir ada ütopyasına dönüyor ancak bu durumda bile kendi içinde tutarlılık oluşturamıyor.
Bu hal yalnızca yönetmen Görkem Turgut'un yetenekleriyle sınırlı olsa amenna deyip geçebilirdik hiç kuşkusuz. Ama bunun Türkiye'de politik sinema yapma iddiası taşıyanların önemli bir kısmında görülen bir tutum, bir tür "çocukluk hastalığı" olduğu gerçeği duruyor ortada. Örneğin daha birkaç ay önce Altın Portakal Film Festivali'nde görme fırsatı bulduğumuz Şahin Gök'ün "Son Cellat" isimli filmi de aynı duyguları uyandırmıştı. Oysa 12 Eylül darbesi ile ilgili daha çok yakın tarihlerde "Beynelmilel", "Eve Dönüş", "Babam ve Oğlum" gibi iyi örnekleri izlemiştik.

Yeni bir 'bahar' havası

Aslında o kadar uzağa gitmeye de gerek yok. Şu sıralarda sinemalarda gösterilen ve izleyen herkesi derinden etkileyen "Sonbahar", alabildiğine politik olmasına rağmen "şekilsellikten" kaçınan anlatımıyla "konuya uzak" olanları bile derinden etkilemiş görünüyor. "Hayata Dönüş" operasyonu sırasında cezaevinde bulunan ve açlık grevinde ağır hasar alan bir gencin Karadeniz'deki küçük kasabasında geçen son günlerini anlatan film, doğru zamanda ve doğru bir biçimde hayat bulan hikâyenin hem anlaşılma sorunu olmayacağını hem de özgürce politika yapılabileceğini gösteriyor bizlere. Sinema sitelerindeki forumlarda yapılan yorumlara bakılırsa "bu kadar sert bir konuyu zarif bir şiirsellikle" anlatmayı başaran "Sonbahar" daha çok konuşulacak gibi. Umarız politik sinemanın "çocukluk hastalıkları"ndan kurtulmuş, böylesi olgun filmler daha sık uğrar salonlarımıza...