Yaklaşık 30 yıldır "MHP" ve "Türkiye'de milliyetçilik" üzerine çalışan gazeteci - yazar Kemal Can, Meclis'ten geçerek referandum sürecine giren ve partili cumhurbaşkanlığı sistemini öngören anayasa değişikliği teklifiyle ilgili olarak "'Hayır bloğunun' bir kısmının, özellikle de CHP’nin, seçmeni siyasi sorumluluğa teşvik yerine, 'evet bloğunun' kullandığı hassasiyetleri tersine çevirmeye dönük taktik hamlelere daha yakın durması da bunu zorlaştırıyor" dedi.
"Örneğin, 'savaş politikası' için iktidarın kullandığı olay dizinini aynen tekrarlayıp, kronolojinin başına 'onlar da göz yumdular' yerleştirince MHP’li seçmeni evetten uzaklaştırır ama hayır için sorumluluğa ikna edemezsiniz" ifadesini kullanan Can, “'Kalabalığın suyuna giderek', onun “kötücül reflekslerini kullanarak” geçici siyasi avantaj sağlama hesapları, sonucu yenilgi gibi görünse bile sürecin kendisinin sağlayacağı gerçek zaferden vazgeçmek anlamına geliyor" diye yazdı.
Kemal Can'ın Gazete Duvar'da yayınlanan (2 Şubat 2017) yazısı şöyle:
Seçmenin bu referandumun en önemli siyasi aktörü olmasının bir başka gerekçesi de, işte bu noktada ortaya çıkıyor: Siyasi sorumluluk ve basiret sadece partilere ve yöneticilerine ait kavramlar değil.
Türkiye’de çok partili hayata geçildiğinden bu yana siyaset ve seçimler hep yoğun ilgi gördü. Seçime katılım oranları çok yüksek, gündem başlıkları arasında siyaset hep ilk sıralarda.
Bunun bir sürü nedeni var elbette, ama siyasete araçsal yaklaşan ve derin bir demokratik deneyimden beslenmeyen bir ilişki alışkanlığının önemli payı var: Seçimlerle temas edilen siyaset, devletle ilişkilenmenin yegane aracı. Doktor, avukat veya muhasebeci seçerken, mesleki yeterlilik veya uzmanlıktan çok, tanışlık ya da hemşehriliği öne alabilen ilişki pratiği, siyasetçisiyle de benzer ve hep devam edecek bir temas arıyor. Tehdit algısı büyüdüğünde mahalle mensubiyeti ana siyasi motivasyon haline gelebiliyor. Kamplaşma arttığında siyaset geriye çekiliyor ve siyasi aktörlerin “vekalet çatışması” sahneyi dolduruyor. Seçmen, “çatışma vekillerini” ve “daha sonra iktidara açılacak kapıları” seçebildiği sürece aslında sınırlı bir siyasi iradeye razı oluyor. Ancak, ilk bakışta sert görünen bu kutuplaşmanın pragmatik bir kökü de var.
Otoriter, totaliter iktidarların pek sevdiği referandumlar ise, “sorumluluk makamını” değiştirdiği için seçimle aynı ilgiyi görmüyor. Belki, seçmen “sınav”a çekilmekten hoşlanmıyor, belki de sorumluluk almayı sevmiyor. Bu referandumda en önemli siyasi aktör partiler değil bizzat seçmen. Çünkü, aslında AKP’yi iktidar yapan / tutan “siyasetle ilişki” biçimine alışık seçmen, referandumun en açık kaybedeni olma tehdidiyle karşı karşıya.
Evet bloğunun, anketlere de yansıyan önemli sıkıntılarından biri bu. AKP seçmeninin bir kısım, MHP’nin kahir ekseriyeti, siyasetle temas imkanlarının azalacağını, vekalet ilişkisinin yerine velayetin geleceğini sezmiş. Aslında bu sezgi, çok da yeni değil. Ortaya atıldığı günden beri, başkanlık sistemine AKP seçmeninin desteği hiç tam olmadı. Seçmenin şüpheyle yaklaştığı, “milli irade” gazlaması dışında konumunu göremiyor olması. 7 Haziran 1 Kasım arasında “başarıyla” işletilen şiddetle rehin alma politikası, “Allahın lütfu 15 Temmuz” ve “dış – iç düşman” söylemi desteği biraz tırmandırmış olsa da, seçmen hala “evet” sorumluluğunu almak istemiyor.
Anayasa değişikliğinin TBMM’deki oylamasında, milletvekilleri kendi mevcudiyetlerini kısa vadeli bir hesapla harcamaya zorlandı ama seçmenin bunu tekrar edeceğinin bir garantisi yok. Katılımın düşük ama “evet” motivasyonunun daha yüksek olduğu 2007 ve 2010 referandumlarında kendi seçmeni için “seçim” havası yaratan AKP’nin bu kez “pozitif” argümanları çok zayıf. “Güçlü Türkiye İçin Evet” gibi bir slogan, “ne yapamadığınız için bunu istiyorsunuz?” sorusunu karşılamaktan hayli uzak. Üstelik, 2007’deki “Köşkün kapısını açma” 2010’daki “vesayet yıkma” sosları da bu sefer yok. Üstelik, Anayasa değişikliklikleri için ileri sürülen bütün endişeleri, “eskiden de vardı”, “bir şey değişmiyor” şeklinde karşılamaya çalışmak, kendiliğinden “öyleyse ne değişiyor?” sorusunu gündeme getiriyor.
“Evet çıkınca terör biter” sözleri, AKP ve MHP seçmeni tarafından bile şantaj olarak algılanıyor. CHP’ye ve ana akım medyaya da kabul ettirilmiş olan *şiddetin geri gelme” kronolojisiyle ilgili manipülasyon açığa düşüyor. “Haçlı saldırıları” yüzünden olacaklarla seçmeni ikna etme ihalesini alan MHP’nin kendi tabanında bir karşılık bulmadığı, hatta hayli dar alana sıkışmış parti içi muhalefetin “hayır” motivasyonu ile yeniden canlandığı sır değil. İşte bu yüzden, AKP’nin referandumu seçim havasından çıkartıp, kendi seçmenindeki fireyi ve karşı blok seçmenini sandıktan uzak tutacak bir kampanya hazırladığı yolunda pek çok haber var.
Seçmenin bu referandumun en önemli siyasi aktörü olmasının bir başka gerekçesi de, işte bu noktada ortaya çıkıyor: Siyasi sorumluluk ve basiret sadece partilere ve yöneticilerine ait kavramlar değil. Siyaset literatürü ve yaşanan tarih, kalabalıkların büyük hatalara, hatta suçlara onay verdiği örneklerle dolu. Kalabalıklar “milli irade” ismiyle yanlıştan azade olmuyor. Ama henüz seçmen “hayır” sorumluluğunu da almış değil.
“Hayır bloğunun” bir kısmının, özellikle de CHP’nin, seçmeni siyasi sorumluluğa teşvik yerine, “evet bloğunun” kullandığı hassasiyetleri tersine çevirmeye dönük taktik hamlelere daha yakın durması da bunu zorlaştırıyor. Örneğin, “savaş politikası” için iktidarın kullandığı olay dizinini aynen tekrarlayıp, kronolojinin başına ” onlar da göz yumdular” yerleştirince MHP’li seçmeni evetten uzaklaştırır ama hayır için sorumluluğa ikna edemezsiniz. “Kalabalığın suyuna giderek”, onun “kötücül reflekslerini kullanarak” geçici siyasi avantaj sağlama hesapları, sonucu yenilgi gibi görünse bile sürecin kendisinin sağlayacağı gerçek zaferden vazgeçmek anlamına geliyor.
İçinde yaşadığımız bu siyasi istikrar(sızlık) tablosunun kendi finalini yapıp yapamaması ve sonucu bir çıkış kapısına dönüştürüp dönüştürememek, bu referandumun sonucundan çok yarattığı tartışmalarla ilgili olacak.