Yaşam

Uzay Heparı’dan hatırlatma: Hayat puşt!

O ileri ruh, 16 yıl önce, bugün (31Mayıs 1994) hayata veda etti; ne adı unutuldu ne de kim olduğu. Heparı’nın anısına, ilk kez Tempo dergisinde yayımlanan portresini yayımlıyoruz.

31 Mayıs 2010 03:00


Selin ONGUN [email protected]


Aklımızın ermediği kısımlarına, yaşı çok genç olduğu için klişe bir lisanla ‘çılgın’ dediğimiz, hem centilmen hem zır deli ve daha kim bilir ne çok şeydi Uzay?” diyor Sezen Aksu, Uzay Heparı için. O ileri ruh, 16 yıl önce, bugün (31Mayıs 1994) hayata veda etti; ne adı unutuldu ne de kim olduğu. Heparı’nın anısına, ilk kez Tempo dergisinde yayımlanan portresini yayımlıyoruz. Hayatla dalgasını geçenler ya da onu çok ciddiye alanların şerefine bir ömür...


Eti ile Yayla’nın süzmesi Uzay


Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybetmişler için, kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara, bu dünyadan gitmek için hazırlık yapanlara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı romantiklere ve aşırı sadistlere.”

Ne tatlı söylemişti yine en sevdiği yazar. Türk edebiyatının ‘en baba kadın’ yazarıydı Sevim Burak, Uzay için. Bir sigara daha yaktı. Düşündü. “Dur” dedi. Daha yapacak çok şey var. Dur, biraz daha dur. Montunu alıp fırladı sokağa. Yolda yürürken hep konuşurdu. Üstelik kendi kendine. Uzay’a göre kendi kendine konuşana değil, kendiyle konuşamayana ‘deli’ denmeliydi ancak. Annesiyle babasının ‘süzmesi’ydi. Dünya demlerinin geçici, ‘deliliğin’ joker olduğunu onlardan öğrenmişti. Annesi Eti, 18 yaşında bulmuştu babası Yayla’yı. Uzay’ın büyükbabası felsefeci bir coğrafya öğretmeni olduğundan adları dünya nimetleriydi. Eti, tam bir Nişantaşı kızıydı. Tek tabanca ve sek bir güzelliği vardı. Yayla ise müzisyendi, sonradan mühendis olacaktı. 1967’de Elmadağ’da Pussy Cat adında bir gece kulübünde, ama matinede tanıştılar. Yayla orkestranın klavyecisiydi. Eti, klavyeciye adıyla yani ‘Yayla’ diyerek hitap etmek yerine, “Çayır mıydı Bayır mı?” diyecek kadar güvenliydi. Hikâyenin bundan sonraki kısmı belli: Biraz flört ettiler, biraz çekindiler ve hemen evlendiler.


Piyano çalarken, sevişirken, içerken hep koştu


Neil Armstrong’un Ay’a basan ilk insan olup dünyaya döndüğü günlerdi. 24 Temmuz 1969’da doğan, ama adı Uzay olan tek bebekti. Dünya kadar isim varken dünyada, insan çocuğunun adını neden Uzay koyardı? Babasının adı Yayla, annesininki Eti, halasınınki Ova olan bir çocuk, bu soruyla uğraşmazdı. Rony Reşat Uzay Heparı da öyle yaptı. Adını kendi kadar sevdi. Sonra merak etti: “Anne ben nerede doğdum?” “Pakize Tarzi’de doğdun oğlum.” Ah ne kadar bozuldu velet bu cevaba. Çok ayıptı. O kadar hastane varken neden ‘terzi’de doğmuştu? Pakize Tarzi’nin doğumevi olduğunu öğrenmesi içini rahatlatacaktı. Çocukluğu Nişantaşı’nda geçti. Bir evin bir oğluydu. Ama şımarık olamadı hiç. Doğasına aykırıydı şımarmak. Bir de durmak. Hiç duramadı. Piyano çalarken, sevişirken, içerken, motosiklet tepesinde gazlarken, hep koştu.


Uzay’ın bu yüksek ritmini ilk keşfeden halası piyanist Ova Sünder olur. Dönemin İstanbul Üniversitesi Konservatuvarı Müdürü Ova Sünder’e göre “Bu çocuğun kulağı çok iyidir. Piyanonun başına geçmelidir.” Tek sorun onu piyanonun önüne sabitleyebilmektir. Aile seferber olur; Uzay, notalarla tanışır. Hem Nişantaşı’ndaki Nilüfer Hatun İlkokulu’na gider hem konservatuvara. En çok Beethoven’ın Ayışığı Sonatı’ndan çeker. Uzay koşmak ister, notalar ise “dur” der.


Şarapçıdan ilk ders: hayat puşt


İlkokulu bitirdikten sonra Saint Benoit Fransız Lisesi’ne yazılır. Karaköy’ün o kasvetli kaldırımlarını arşınlamaya başlar. Karaköy’ün çıkmaz sokaklarına bayılır. İlk aforizmasını o sokaklardan birinde, bir şarapçıdan öğrenir. Uzay 13’ünde, şarapçı bin dünyadır. Zaman, gündüz. Dersi veren ise çakır keyif: “Hayatı kurcalama. Hayat puşt. Zamanı geldiğinde öğretir sana da!” Bu laf, 13 yaşında bir çocuk için çok fazladır. Ama onun için değil. Çünkü Uzay, daha oğlanken Ece Ayhan’ın, “Kendi kendinin terzisi bir kambur”unu hazmedecek kadar adamdır.


Berlin yöresinden bir hava; Bach gelir dura dura


Saint Benoit’nın orta kısmını bitirene dek Kadıköy’deki Devlet Konservatuvarı’na da devam eder. Asla yaşıtı olmayan arkadaşlarıyla sigara içer, mahalledeki can arkadaşı Kemal Kayalar’dan eski Amerikan arabalarının parçalarının nasıl toplandığını öğrenir, eş zamanlı olarak kızların dünyasını da idrak eder. Ortaokuldan sonra liseyi tam zamanlı olarak İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda okur. Piyano bölümünün en parlak öğrencisidir. Üstelik müzikteki bilgeliği sıkıcı değildir. Tüm öğrencileri titreten konservatuvarın en ‘ciddi’ hocasına, “Bugün size Berlin yöresinden bir hava. ‘Bach gelir dura dura’yı çalacağım” diyecek kadar cins bir çocuktur.


Sertab Erener ve Levent Yüksel’in grubundan önce kovulur

Ah” der, “Artık para da kazanmalı müzikten.” Sertab Erener ve Levent Yüksel’li müzik grubunun klavyeci aradığını duyar. Hemen provalara gider. İlk prova tam bir kâbustur. Acemi oğlanın elleri terler. O kadar kötü çalar ki, bir hafta içinde kovulur. Yıllarca klasik çalan Uzay, klavyenin yumuşak tuşlarına alışık değildir.


İlk bestelerinin yer aldığı albüm ahlaka mugayir


Notalardan cebine üç beş kuruş koymaya Beyoğlu’ndaki Vakko’da akşamüstleri piyano çalarak başlar. Kambur durur piyanonun başında. Göğüs kafesi içine kaçmış gibi. Biraz kambur biraz da deli gülüşlü. Bu genç piyanisti ilk keşfeden müzisyen Vedat Sakman’dır. Yıl 1988. 19 yaşındaki Uzay’ın yolu Vedat Sakman, Mehmet Teoman ve Zuhal Olcay ile kesişir. İlk ustası Vedat Sakman, Zuhal Olcay’ın ‘Küçük Bir Öykü’ albümü ise Uzay’ın pop müzikteki ilk işi olur. Nişantaşı’ndaki çatı katında aranjörlüğün tadına bakar. Türk popunun parlak ‘arıza’larından Mehmet Teoman ile gırgırına bir albüm yaparlar; Ter İçinde. Uzay’ın ilk bestelerinin yer aldığı albüm, ahlaka mugayirdir. Kaset, Kültür Bakanlığı’ndan vize alamaz. Aynı günlerde aynı ekip dönemin en favori gece kulübü Memo’s’ta sahne alır. O geceler, Uzay’ın artık görücüye çıktığı günlerdir. Müzik otoriteleri klavyedeki genç adamı pek beğenir. İstanbul Gelişim Orkestrası’na bir klavyeci alınacaktır. Garo Mafyan’ın aklına Memo’s’ta dinlediği o genç adam gelir. Ve Uzay’ın İstanbul Gelişim günleri başlar. Garo abisinin evinden çıkmaz. Hatta Garo abisinin kuyruğu olur. Müzik ve eski Amerikan arabaları, Uzay’ın iki tutkusu da Garo abisinde fazlasıyla mevcuttur. Gün gelir sanayide arabaların içinde sabahlarlar, gün gelir piyanonun başında.


Uzay’ın Sezen Aksu’lu günleri


Ve Sezen Aksu… Aksu, Birinci Körfez Savaşı ile birlikte girer Uzay’ın hayatına. Körfez Krizi İstanbul’un eğlence hayatını da vurur. İstanbul Gelişim’in işleri seyrekleşir. O günlerde, Orhan Topçuoğlu’nun aracılığıyla Sezen ile Uzay’ın yolları kesişir. Ama nasıl? Sezen Aksu’dan dinliyoruz: “Onno, Uğur Yücel hep birlikte bir şov yapıyorduk. Onno’yla ilişkimizin artık ‘tabanca’ noktasına geldiği dönem. Canım, Onno çok kibardır. Ama artık canını bezdirmiş olmalıyım ki, birlikte çalışmayı durdurduk. Bu arada Oba’da Uğur Yücel ile şov yapmamız gerek. Canhıraş sordum Orhan Topçuoğlu’na ‘Napacağız, Onno yok!” ‘Seni Uzay Heparı ile tanıştırayım’ dedi. Hani hemen kaynaşma anları vardır. O insanlar gelir konar yüreğinize. İşte öyle oldu. Anında başladık birlikte çalışmaya. ”


Uzay, artık Sezen Aksu-Uğur Yücel Şov’un klavyecisidir. Sonra Sezenli günlerin ‘salon serserisi’ kahramanı. Ve bir de şu manşetlerin öznesi: “Minik Serçe 15 yaş küçük sevgilisiyle sahnede”. Sevgili mi? Onlar da sorar: “Biz hangi arada sevgili olduk?”


Yıldız’ı Brooke Shields sandım!’

Olan şudur: Sezen, kendi ‘müzik’ olan en kadındır onun için. Uzay 40 yaşında olur Sezen 15, Sezen 30 yaşında olur Uzay 13. Budur onların ilişkisi. Kaygan, parlak ve hep. Tam burada kocaman bir AMA var. Bilinenin aksine Uzay ve Sezen arasındaki ‘AMA’, Yıldız Tilbe’nin yıllar sonra fast-food bir magazin programında söylediği o nasır sözler değildir: “1990’da beni İzmir’de Pırlanta Gazinosu’nda dinleyip elimden tutan ve evini açan Sezen Aksu’dur. Dokuz ay ona vokalistlik yaptım. Orkestrasında görevli olan Uzay Heparı ile o ayrıldıktan sonra bir gecelik ilişki yaşadım. İkimiz de sarhoştuk. Sabah gözümü açtığımda aynı yataktaydık. Ağlayarak Sezen’in yanına gittim. ‘Yapmamam gereken bir şey yaptım özür dilerim’ dedim. O da ‘Evet yapmamalıydın. Bu yüzden artık evimde kalamazsın’ dedi. Bunun üzerine evden ayrıldım.”

Peki nedir Uzay ve Sezen’in ‘AMA’sı? Yakın arkadaşları da sorar Uzay’a, “Oğlum, neden yaptın?” Her zamanki hazır cevaplığıyla yanıtlar: “Abi, Yıldız’ı Brooke Shields sandım.”


Sezen Aksu: ‘ Biz Uzay’la netleşemeyen bir şeydik’

Yani bu iki ‘tepişmeyen ruhun’, Sezen ve Uzay’ın, ‘AMA’sı şarapçının dediği gibi biraz ‘Puşt olan hayat’, biraz da… Hadi orasını, Sezen Aksu’dan öğrenelim: “Uzay, sürüden olmayacağını daha doğarken belli eden ileri ruh, olağanüstü bir zekâ. İfratla tefritin harika uyumu. Kendi içinde büyük denge. Uzaktan bakıldığında biraz Sidarta gibi ama aslında kendi öğreti sistematiğinin kralı. Aklımızın ermediği kısımlarına, yaşı daha çok genç olduğu için klişe bir lisanla ‘çılgın’ dediğimiz, hem centilmen hem zır deli ve daha kim bilir ne çok şeydi? Kanımdan, canımdan ne çok duygu. Üstelik tüm bunlar henüz 22 yaşında bir insanda toplanmış. Etkilenmemek ne mümkün. Biz Uzay’la ilişkiye benzemeyen ama olabilecek gibi duran, netleşemeyen bir şeydik. Böyle karma karışık duygularla geçen bir dönemden sonra, konuştum onunla. Dedim ki ‘Çıkma benim hayatımdan. Ben senin hayatında hep olayım. Ama beni bir kadın olarak düşünme. Çünkü olan halimizle bir yere varamayız. Hatta daha güzel olur böylesi, kavuşamamak iyidir’.”


Bu kararın hemen ardından yaratır Sezen Aksu ‘Bu Gece Son’u. Uzay ve Sezen’in ayrılığının müzik olmuş halidir o şarkı: “Biraz sonra bu kapıdan son kez çıkıp. Yine kendimi vuracağım yollara. Kim bilir kaç kere ıslanacak yüzüm. Elimi tut düşman olma. Ne olur parça parça olmasın içimiz. Mutlu ol iyi bak kendine. Ne olur gözüm arkada kalmasın. Uzun seneler var önünde. Gün gelir sevgilim acıya alışırsın. Alışırsın bu gece son.”


Uzay’ın kurdu Abbas ve Sezen


O geceden sonra bu çeşit ‘efkar’lar girmez Sezen ve Uzay’ın arasına. Hatta daha kahkahalı olur ilişkileri. Araya girmeden aktarıyoruz: “Caddede yürüyoruz. Bir su birikintisi var. ‘Dur, aman sen geçme. Önce ben bir boy vereyim. Aman sakatlık çıkmasın, çok kıymetlisin, memlekete lazımsın’ diyor. Miniğiz ya! Ah Uzay! Hayatı eğlenceli kılmak için reddetmeyeceği hiçbir şey yoktu. Öyle sınır mınır, dünyanın kuralları, zartlar zurtlar, üfürükten tayyareler selam söyle o yareler... Katiyen bunlara takılmıyordu. Ah komik çocuk! Ya mesela bir gün dedim ki ‘Uzay çok zayıfsın sen de kurt mu var acaba?’ Hop, Abbas adında bir tenya yarattı kendine. Abbas, hayatımıza girdi. Abbas’ı parka götürüyor, gezdiriyor. Bir de dalgasını geçiyor: ‘Abbas yavrum gel babana. Eve dönme vakti geldi.” Bir kurt hikâyesinden aylarca altımıza kaçırdık gülmekten.”


Ahmet’le kanka olmak lazım!’


Aslında Uzay’ın Sezen’e olan düşkünlüğünü anlatan en iyi örnek, Sezen Aksu ile gazeteci yazar Ahmet Utlu’nun evlenmeleri üzerine söylediği şu sözler: “O zaman ne yapıp ne edip Ahmet’le kanka olmak lazım. Ya koparsak birbirimizden?” Kopmazlar. Hatta Uzay, bir ağabey daha ekler sevdikleri arasına. “Zekâ ve saflık yana yana bu kadar güzel bir karışım olur” diyor Sezen Aksu Uzay için. Ve ekliyor: “Zeki ve parlak olan birinin entrikaya ihtiyacı olmadığından saf tarafı iyice saf kalıyor. O yüzden de en ufak insan çalımında çuvallayabiliyor. Mozart gibi. Uzay gibi. O kadar çaresizleşiyor ki o zekâyla. O zaman bir dış göze ihtiyacı oluyor insanın. Ahmet, işte böyle zamanlarda hep Uzay’ın gözü, canı oldu.”


Sarhoşken polis arabasına işeyen ve kendini sevdiren bir adam gördünüz mü hiç?


Hani “Şeytan tüyü var bu adamda” derler. Uzay’ın tamamı bizzat şeytanın tüyüdür! Buyurun onu biricik Teo’su efsane söz yazarı Mehmet Teoman’dan dinleyin: “Siz hiç sarhoş olup yanlışlıkla polis arabasına işeyen ve o arabanın içindekilere kendini sevdiren bir başka T.C. vatandaşı tanıyor musunuz?” Bir başka anı: “Assos’tan dönüyoruz. Uzay’da üstü açık bir Mercedes var. Arabanın motorunu yaktık. Para yok. ‘Abi, boş bir kamyon bulalım. Arabayı kasaya yükleyelim’ dedi. Olacak iş mi? Uzay bu. Oldurur. Taşıdığı karpuzları nakil yerine teslim eden bir kamyoncu ikna edildi. Araba, kamyonun kasasına oturtuldu. İstanbul’a kamyon kasasında üstü açık bir arabayla, açık hava çilingir sofrasıyla ulaştık.”


Sezen Aksu’nun ‘Deli Kızın Türküsü’ albümünü, Aşkın Nur Yengi, Sertab Erener, Levent Yüksel’in o çok sevilen, ‘yeme de yanında yat’ tadındaki ilk albümlerinin prodüktörü Uzay, 1993’te müziğinin en kıymetli zamanlarındadır. Başarılıdır. Dalga geçtiği ‘şöhret’ kelimesi kadar ünlüdür. Tam bir arzu nesnesidir. Gece yaşamayı, tekilayı sever. Elbette kadınlar da onu. Kadınların bu genç adama neden tutulduğunu ortaya koyan bir detay: Sezen’in orkestrasında çaldığı günler. Almanya turnesinde bir Türk kızıyla üç günlük bir aşk yaşar Uzay. Havaalanında, ayrılacakları dakikada kız “Bende resmin bile yok” der. Malum zaman 1990’lar, fotoğraf çekebilen cep telefonları henüz yok. “Ben gümrükten geçene dek bekle” der Uzay. Gümrükten geçtikten hemen sonra pasaportunu üç günlük sevgilisine fırlatır. Almanya’dan çıkışı böyle olunca Türkiye’ye girişi kolay olmaz. Allah’tan Sezen’i vardır. Gümrükteki polisler ikna edilir.


Yumurta topuklu ayakkabılı damat Uzay


Uzay’ın motosiklet merakını bileyen iki figür vardır. Ahmet Utlu ve Mehmet Teoman. Teo her seferinde Uzay’ı motor sevdasından vazgeçirir: “Oğlum, motordan düşmenin kuralı belli. Önce ellerinin üzerine düşersin. Onlar senin en kıymetlin.” Uzay, ikna olmaz. Kask ve eldivensiz motora binmeyeceğine yemin eder. Kaza yaptığı motorunu alır. Yaşamaya üşenmez. Feneri dilediği yerde söndürür. O söndürmelerden artık usandığı bir gecede modacı Zeynep Tunuslu ile tanışır. Oysa Uzay, yine bir gece gezmesindedir. İkili Şamdan’da tanışır. Tunuslu, o esnada sokak çocukları için para toplamakla meşguldür. Üzerinde epeyce para olduğu için bir istisna yapar; o gece içmez. Uzay, sokak çocukları için cebindeki tüm parayı gözüne kestirdiği bu genç kadına uzatır. Zeynep alaycı bir üslupla, “Yol parası ayır bari. Eve nasıl döneceksin” der. İkili Şamdan’dan birlikte çıkar. Hayır, motorla değil. Taksiyle dönerler eve. Ama her ikisi de kendi evine gider. Taksi Zeynep’in evinin önüne geldiğinde bir köpek dalar içeri. Zeynep iner, adını ‘Taksi’ koydukları köpek Çengelköy’e Uzay’ın evine gider. Bu absürd gece bir hafta sonra Fatma Girik’in kıydığı nikâhla noktalanır. Bir ay sonra (29 Kasım 1993) ise Taksim Belediye Gazinosu’nda bir gündüz düğünü ile eş-dostla kutlanır. Uzay, tam bir düğün salonu ‘düğünü’ ister. Dönen toplar, ortada koşturan çocuklar, kız kıza dans eden çiftler olmalıdır! Hatta öyle ki, Uzay’ın damatlığı müzisyen bir arkadaşının çok eskiden pavyonda çalışırken giydiği elbisedir. Damatlığının altına giymek için yumurta topuklu ayakkabı bile alır.



Çok müzik, çok ses, bir Uzay


Evlendiklerinde Uzay 24’ünde Zeynep 31’indedir. Hep kendinden büyüklerle arkadaş olan Uzay için bir oyun mudur bu evlilik?


Uzay’ın 25 yıllık ömrünün kalıntıları arasında dolaşırken önüme hep bu soru çıktı. Kimlerle konuşmadım ki, sevgilileri, annesi, babası, okul- mahalle-müzisyen arkadaşları, ağabeyleri ve elbette Zeynep Tunuslu ile.


Uzay’ın yakın çevresine göre o, Zeynep’in çabukluğuna, savrukluğuna tutuldu. Ama bir o kadar da pişman eden bir aşktı bu. Genç kadın düşündüğünden farklıydı. Artık onun deliliklerine gülmüyordu Uzay. Zeynep kırıyordu. Uzay, artık yapıştırmak istemiyordu hiçbir şeyi. Ama yine de sınır dışı bir şeydi yaşadıkları. Delilikle örülü bir şey.


Tunuslu’yla Bomonti’deki eski bira fabrikasının gölgesinde bir pastanede birbirimizi süzüyoruz. “Biz evlendiğimize hiç pişman olmadık. Biz, bizdik. İnsanlar bunu kıskanıyordu. Bu laflar ondan çıktı. Gökkuşağıydı Uzay” diyor. Bakışları mat, suratı ifadesiz üzülüyor. Ya kaza? Uzay’ın Demet Akbağ’ın arabasına çarptığı sırada Tunuslu’nun da arabada olduğuna dair lakırdılar? “Kimse umurumda değil” değil diyen gözlerini kocaman açıyor: “Böylesi bir şeyin gerçek olması halinde seri katil olabilirdim herhalde.”


Uzay’ın kaskını takmadan motoruna bindiği ilk gecenin, o kazanın, üzerinden 16 yıl geçmiş. Ölmeden önceki gün öğrendiği bebeği 16 yaşına basmış. Artık neyin önemi var ki? Hepsi nafile. Bir şey hariç, oğlu Kanat.


Ve bir de Uzay’ın başına gelmeyen o söz: “Bazı insanlar adları unutulmuş. Bazı adlar kimlerin olduğu unutulmuş”. Çünkü o, 90’ların başında 2000’lerin pop müziğini fısıldayan nice şarkının yaratıcısı çok müzik, çok ses. Bir Uzay o.