Turgay Oğur
Gezi’yle ilgili son cenaze de bir cemevinden kalktı. Sarıyer’in yoksul mahallelerinin birinden kalkıp Kadıköy’deki mitinge giden 64 yaşında bir kadın biber gazının etkisiyle kalp krizi geçirip komaya girdikten 159 gün sonra yaşam mücadelesini kaybetti.
Hayatını kaybeden diğerleri gibi öfkeliydi.
Bu öfkeye Beyaz Türk şımarıklığı diyebilir miyiz?
Hayır, şımarıklık diyemeyiz, Beyaz Türklük hiç diyemeyiz.
Türkiye için Alevi-Sünni gerilimi yeni bir şey değil. Ancak eskiden en azından kamuoyu önderleri, laf olsun diye bile olsa “Alevi-Sünni kardeştir” “Hacı Bektaşlar – Yunus Emreler” edebiyatı yapardı. İktidar namzeti tüm partilerin önde gelenleri arasında az-çok Alevi olurdu. CHP iktidarında daha fazla, ANAP-DYP iktidarlarında daha az da olsa Alevilerin ülke yönetiminde bir etkileri, bir ağırlıkları vardı. AK Parti ikidarı Alevi açılımıyla iyi niyetlerle başladığı ilişkisini, Ortodoks İslamcıların “Dini sulandırıyorsunuz. Vebali ağır olur” suflelerinden ürküp bir sonuca bağlayamadan kesmiş oldu. Zaten kamuoyu araştırmaları da ne yapılırsa yapılsın orta vadede Alevi oylarının taşınmasının mümkün görünmediğini söylüyordu. Nihayetinde “esas Alevi biziz bee biziz!” noktasına gelinmiş oldu.
Son süreçteki mavi kuvvetler – kırmızı kuvvetler ayrışmasında topyekûn ikinci yarıya düşen Aleviler, en tepeden boca edilen nefret söyleminden torunlarının torunlarına yetecek kadar “nasiplendiler”. Nefret tepeden boca edilince aşağılardaki tezahürü de haliyle dehşete düşürecek türden oluyor. Sokakta görseniz “aklı başında bir adam” diyeceğiniz insanlar, ciddi ciddi, bir Alevi babanın 17 Aralık sonrası ses getirsin diye yoğun bakımdaki çocuğunun fişini çekip ölüme gönderdiğini yazabildi. Havuzda boğularak ölen bebeğin kalbimize bıçak saplayan acı hikâyesinden 3. köprü güzergâhına taşınmış bir Gezi kalkışması planlayacak kadar gözü dönmüş DHKP-C üyesi anne efsanelerini dillendirenler aramızda dolaşan “normal” insanlardı.
En iyimser tahminle 2023’e kadar böyle bir atmosfere mahkûm yaşayacaklarını gören Aleviler artık çocuklarını “benim oğlum büyük adam olacak”, “Benim kızım okuyacak, vali olacak” diye sevemiyor. Kategorik olarak dışlandıklarını görüyor. Bu hepimizi dehşete düşürmesi gereken bir hayal katliamı vaziyetidir.
Malum kategorik olarak dışlanan, şeytanlaştırılan, doğmamış çocukları bile mimlenen “düşükler” cemaati, sadece Alevilerden ibaret değil. Bir süre önce çok uzak bir akrabamın oğlu aradı. Master başvurusu için benden referans mektubu istedi. Mezun olduğu üniversiteyi sordum. Önce bir şeyler geveledi. Sonra güldü. “İşte orası biraz karışık” dedi. Israr ettim. “Fatih Üniversitesi” dedi ve bir çırpıda Fatih’e giriş sürecini tüm detaylarıyla aktarıp cemaatle organik bir ilişkisi olmadığını anlatmaya çalıştı. Belli ki bir süredir aynı konuşmayı sıkça yapmıştı. Telefonun ucundaki genç insanın o kıvranışı resmen içime oturdu. Eminim daha pek çok vaka var. Anadolu’nun kavruk bir şehrinden Latin Amerika’ya ihracat yapmayı becermiş bir genç işadamının “paralelci” tacizlerinden bunalıp İstanbul’a taşınarak izini kaybettirmeyi hedeflemesi yeni Türkiye’nin dramatik insan hikâyelerinden biri haline gelmiş durumda.
Fransız Lisesi’nden mezun olduktan sonra Yale’de lisans eğitimini tamamlamış biri için fazlaca yılgın bir arkadaşla, gelecek hedefleri üzerinde konuşurken, “lise diplomamızı Aziz Joseph Anadolu İmam Hatip Lisesi’ne çevirmeyi düşünüyoruz” dedi gülerek. Son günlerin yükselen yıldız haritası gözümün önüne geldi, “saçmalama” diyemedim. “Sizin dedeleriniz, babalarınız senelerce bunlara çok çektirdi, şimdi sizin de en az o kadar sene ses çıkarmaya hakkınız yok” demeyi ise aklıma bile getirmedim.
Kısacası, memlekette insanların bir kısmının bakışları projektöre dönmüşken diğer kısmının gözündeki fer sönmek üzere. Peki milyonlarca insanın enerjisini, üreteceği katma değeri atıl bırakacak, çöpe atacak bir lükse sahip miyiz?
Hayır. Bırakın insanları pet şişe kapaklarını bile çarçur edemeyiz.
İçimizdeki Osmanlı ruhunu çağırma seanslarından bi dışarı çıkalım önce. “Fenerbahçe 60 yıldır Çarşambaları kaybetmedi” rasyonelliğinde yapılan öngörüleri bırakalım. Zaman değişmiş, saha değişmiş, insanlar değişmiş, rakipler değişmiş. Durumumuzun o kadar parlak olmadığını kabul edelim ve hep birlikte şu acı gerçekle yüzleşelim: Başka bir galaksiden uzaylılar gelip dünyanın en lüzumsuz ülkesi gibi duran Kanada’yı komple ışınlasa, en azından Justin Bieber hayranları isyan eder. Allah esirgesin, dünyadan söküp almak için Apple’ı seçseler küresel depresyona gireriz. Bize gelince; tüm Türkiye coğrafyasını içindekilerle birlikte ışınlasalar, dünya fındık fiyatlarının birkaç puan artması ve Muhteşem Yüzyıl’ın son iki bölümünde ne olacağının merak edilmesi dışında hiçbir şey etkilenmiyor.
Bu acı gerçeğin ışığında; açılan arayı kapatalım, insanlığa bizim de bir güzelliğimiz olsun diyorsak, hasbel kader doğduğumuz bu ülkenin pasaportuyla Köln’ün, New York’un, Mekke’nin Kahire’nin sokaklarında havalı havalı dolaşmak istiyorsak her bir Aleviye, her bir Fatihliye, her bir St. Josephliye ihtiyacımız var. Her bir Kartal Anadolu İmam Hatipliye ihtiyacımız olduğu gibi.
Hem usta dediğin parça arttırır, malzemenin yarısını ziyan zebil etmez.
(Serbestiyet.com’dan alındı)