Türk resminin yaşayan en büyük temsilcilerinden olan Doğançay, Milliyet gazetesinden Miraç Zeynep Özkartal'ın sorularını yanıtladı. Özkartal'ın Doğançay ile yaptığı söyleşi şöyle:
Serginin sponsoru Yıldız Holding özel bir yemek veriyor. 35 kişilik oval bir masa; üzerinde Burhan Doğançay desenleri olan tabaklar, tam ortada ise Doğançay’ın alametifarikası kurdeleler. Sandalyeler ise en sık kullandığı renklerde; sarı, kırmızı, mavi... Önce bu sürprizle karşılaşmasını izliyoruz, sonra minik bir tur atıyoruz sergide.
Kimini 40 yıl sonra ilk kez gördüğü resimleriyle çok mutlu Burhan Doğançay. Yüzünde hedefine ulaşmış, istediklerini başarmış olanların huzuru var. Sürekli dertlenen, her şeyden şikayet eden, söylenenlerden değil. “En güzel yıllarım şimdi başlıyor“ dese de tek bir şikayeti var, yaşlanmak. Pardon, bir de arkasından konuşanlar...
-Retrospektifin kelime anlamı, geriye bakış. Biz de sizinle geriye bakalım. İlk kez kaç yaşında elinize fırça aldığınızı hatırlıyor musunuz?
Herhalde 6 ya da 7 yaşındayım. Daha ileriki yaşlarımı daha iyi hatırlıyorum. Kaçak yapıyordum resimleri. Babam da ressamdı. Bana derdi ki “Desen, desen, desen...” Desenin kuvvetli olduğu anda istediğini yaparsın. Halbuki o yaşlarda renkli resimler yapmak istiyordum. Ben de babamdan gizli boyalarını kullanırdım. Ama fırçaları yıkamayı akıl edemezdim, azarı işitirdim.
- “Tamam ben ressam olacağım” cümlesini ne zaman kurdunuz?
Benden evvel babamın arkadaşı ressamlar kurdu bu cümleyi. Bir yerde ya memurlardı ya subay ama hepsi amatör ressamdı. O zamanlar Türkiye’de resmin ‘r’si yok, alan yok, galeri yok, yok yok yok. Duvarlarda da resim göremezsin; ya nişan, nikah fotoğrafları ya da Kütahya çinileri.
-O zaman “Bu çocuk ressam olur” cümlesi bir felaket mi demekti?
O zamanlar hukuk okumuşum, iktisat doktorası yapmışım, memurum. Babamla İstanbul’da, Ankara’da sergiler açtık. Oraya gelen eleştirmenler de “Doğançay diğer işlerini bıraktığı anda belki de dünya çapında ressam olacak” diye yazdılar. O eleştirileri hâlâ saklarım. Bu laflar babamın hoşuna gitti tabii. Ben de kafama koydum. Ki o zaman ha ressam olmuşsun, ha ayağına taş bağlayıp Sarayburnu’ndan atlamışsın.
-O kadar mı vahim?
Tabii. Ressamsan açsın, bu kadar. Bir yandan da Gençlerbirliği’nde futbol oynuyordum. Derken at yarışı, jokeylerle ahbaplık filan... Düşünüyorum da biraz kumarcı ruhu var bende.
-Nasıl?
Düşün, New York gibi bir yerde diplomat olarak bulunuyorsun. Doktora yapmışsın, devlette muazzam bir şekilde yükseliyorsun ve küt diye istifa ediyorsun. Bir kuruşsuz! İşte bu bir kumar. Anlıyorsun dünyanın kaç bucak olduğunu... Ekmek alamıyorsun, insanların ne kadar adi olduğunu görüyorsun. Arkadaşların bile seni görünce yolunu değiştiriyor. Ama kafama koydum, yapacağım dedim.
-Hafızanızda kalan en net resimler o zor yıllardan mı?
Hayır. O yılları sildim ben. En güzel yıllar var hafızamda. Ben bardağı dolu görürüm.
-En iyi yıllar hangisi?
Şimdi başlıyor işte.
-Hayatınızı futbolcu olarak devam ettirme seçeneğiniz de var mıydı?
Vardı tabii. Olmaz mı? Ama sonra ne olacaktı? Babam beni yurtdışına yollarken iki şart koştu: Bir, futbol oynamayacaksın. İki, ressam olmayacaksın. İşte o kadar.
-60’larda diplomat olarak Amerika’ya gitmeniz tesadüf müydü, ressam olma planının bir parçası mı?
Ne diyorsun, hepsini planladım. Aklımda ressam olmak hep var. New York’ta işten ayrılıp tamamen resme vereceğim kendimi. Ama bunu kimseye söyleyemiyorum tabii. Maalesef planladığımdan önce istifa ettim. Çünkü beni takdir ederek Paris’e yollamak istedi hükümet. New York dünyanın sanat merkezi, ben de orada kalmak istiyorum. Ayrılmayayım diye bana tam maaşla altı ay izin verdiler. Tabii benim gibi enayiyi nerede bulacaklar bir daha! Ben yine de ayrıldım ve dünyanın kaç bucak olduğunu anladım!
'İkinci, üçüncü ligdeydim ama şimdi birinci lige çıkıyorum'
-Her şeyi bırakıp ressam olunca babanız ne yaptı?
Söylemedim ki... Bilmem ne genel müdürü Burhan Doğançay şuraya gitti, buraya gitti haberleri hoşuna gidiyordu çünkü. Her şeyi bırakınca sakladım babamdan. Sadece aileden mi, hükümetten de sakladım. O zaman Başbakan Demirel’di. “Seni bekliyoruz, bir an evvel gel” diyorlardı. Ancak biraz toparlanabildiğim zaman söyledim babama. Çok kararlıydım. Türkiye’den bir ressam dünyada birinci ligde olmasa bile ikinci, üçüncü ligde olmalıydı. İşte bunu ispatlamaya kararlıydım.
-Kaçıncı ligdesiniz sizce?
İki yahut üçteyim şu anda ama bire doğru çıkış var. Bu benim elimde değil. Evvela seni kendi ailenin yani Türkiye’nin tutması lazım. Evvela kendi ülkende fiyatların artacak. O açıdan “Mavi Senfoni” iyi oldu. Ama başıma da neler geldi.
-Neler?
Türkiye öyle acayip bir memleket ki... Bana hep hatıralarını yaz diyorlar. Eğer yazarsam başına şunu koyacağım: “Biz birbirimizi sevmeyi öğrenmedikçe, birimizin başarısı onun en yakınını üzdükçe bir yere varamayız”. Beni aşağı çekmek için çalışıyorlar. Hâlâ... Neler söylediler “Mavi Senfoni”den sonra, neler...
Bir ara ressam değil bile dediler.
-Ne cevap veriyorsunuz?
Ben cevap vermem söylenenlere. İki şey söylerim sadece: Meyve veren ağacı taşlarlar. İkincisi, bunu söyleyenlerin hepsi bilmem ne çocuğudur.
'Parkta iki tur atar, bir resmi kafamda bitirirdim'
-Belki cahilce bir soru soracağım ama siz çok üretkensiniz, böyle 45 yıl görmeyip unuttuklarınız oluyor mu?
Benim kafam her detayı hatırlar. Şurada otururken, seninle konuşurken kafamda birkaç resmin detaylarını düşünürüm. South Park’ta koşabildiğim zamanlarda iki tur attığımda bir resmi bitirirdim kafamda. Bazı resimler de var, üç senedir kafamda, o başka. Gece yatarken muhakkak ve muhakkak resim düşünürüm. Yemek yerken, televizyon seyrederken... Nasıl ki natürmort yapan bir ressam şu çiçeğe bakıp resmini yapıyor; ben o anda yapmıyorum, kafamın içine koyuyorum. Bir gün geliyor “A şu çiçek vardı, o renk vardı”... Aklıma geliyor... Tamam olunca başlıyorum, tuğlalar gibi tak tak tak...
-Resimlerinin kayıtlarını en sıkı tutanlardan birisiniz. Kaç resim var kayıtlarınızda?
4 bine yakın. Yaptığım her resmin nerede, kimde olduğu, oradan nereye gittiği, en son kimde olduğu... Hepsini biliriz. Angela bu kayıtları tutar. Angela bir tanedir (Bu sırada Angela Doğançay söze giriyor: “Hayatımdaki en büyük iş”)
-4 bin resim sıra dışı değil mi? Siz herkesten daha mı çalışkansınız, daha mı yaratıcı? Farkınız nerede?
Beş parmak bir değil. Biraz farkım var tabii. Bir defa ben işkoliğim. İstanbul’a geliyoruz, Cihangir’de güzel bir kiralık evimiz var. Manzarası da çok güzel. Tamam mı? Sabah kalktık, biraz yürüyüş yaptık. E sonra? Ben sıkılıyorum. Çalışmam lazım. Resim yapmadan duramam. Bunun yanında fotoğraf çekiyorum, yüzlerce grafiti defterim var. Şimdi New York’taki atölyeyi de yavaş yavaş boşaltıyorum, orayı Doğançay Araştırma Müzesi yapıyoruz.
-Neler olacak o müzede?
Senin, çocukların demiyorum bak, torunlarının torunları Doğançay üzerine bir şey yazacakları zaman nereden bulacaklar belgeleri? İşte oraya gidip çalışacaklar. Yalnız oranın bir kaynak bulması lazım. Ben İstanbul’da kendi müzemi yaparken bir lira yardım almadım. Ama benim gücüm ne? Resim yapacağım da, satacağım da...
Müze para yiyen bir canavar. Belki Türkiye’deki hava değişir de yardım ederler.
'4 bine yakın resmim var, hepsinin kaydını tutuyorum'
-Retrospektif serginizin başlığı “Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı”. Duvarlarda sizi bu kadar çeken ne?
Bundan sonra hep bak duvarlara... Benimle ahbaplık yapan herkes haklıymışsın diyor. Bir duvar o toplumun aynasıdır, en basit anlatımla. O toplumun sosyal, ekonomik, politik, aklına ne geliyorsa özelliğini duvarlara bakıp söyleyebilirsin. Daha ne olsun?
-Yıllardır fotoğrafını çektiğiniz, dünyanın her köşesinden duvar arşiviniz var. Bu arşiv ne olacak?
Sorma! Muazzam bir arşiv, dünyada tek. 40 senelik fotoğraflar, defterler dolusu notlar... Ancak bir müzeye ya da üniversiteye verebilirim. Getty, Smithsonian ilgileniyor. Bana diyorlar ki “Bunu dijital yap”. O 20-30 bin slaytın dijitale geçmesi 200-300 bin dolar demek.
-Bu serginin diğerlerinden farkı nerede?
16 müzeden ve özel koleksiyonlardan geldi resimler. Benim bile 1960’lardan beri görmediğim resimler var içlerinde.
'Sanatın ilericisi olmaz ki muhafazakarı olsun'
-Bundan 10 yıl önceki retrospektif serginizde demişsiniz ki “Bir memleketin bütün konuştuğu ve yaşadığı politika ve futbol olursa, o memleket, dünya tarihinde istediği yeri alamaz”. Hâlâ böyle mi düşünüyorsunuz?
Aynı şekilde düşünüyorum.
-Türkiye’de 10 yılda ne değişti?
Çok şey değişti. Sanata verilen önem çoğaldı bir kere. Politika ve futbol yine önde ama o zaman yalnız futbol vardı. ABD’nin eski dışişleri bakanlarından Foster Dulles diyor ki, “Bir memleketin dış politikasındaki sağ kolu sanattır”.
-Türkiye’nin kültür politikalarını nasıl buluyorsunuz?
Çok iyi gidiyor. Yeni müzelerin açılması, dışarıda tanıtımların yapılması... Ertuğrul Günay gayet iyi.
- Günay’ı başarılı buluyor musunuz?
Benim politikayla ilgim yok gibi bir şey. Ama Günay iyi işler yapıyor.
- Gündemdeki muhafazakar sanat tartışması hakkında ne söyleyeceksiniz?
Sanat sanattır. İlericisi olmaz ki muhafazakarı olsun.