Medya

Ümit Kıvanç: Varkalma savaşı içinde medya

“Medyanın üzerindeki hâle yok oldu. Klavye başına oturan bir insan bu hâlenin ufağını alıp başının üzerine yerleştirebiliyor”

18 Aralık 2016 20:42

Ümit Kıvanç*

Gazetecilik faslına devam.


Varkalma mücadelesinin paniğe sevk ettiği insandan mâkûl davranış, özenli ve yoğun çalışma, kaliteli ürünler beklenebilir mi? Beklenemez. O halde günümüz gazeteciliğinden beklentilerimizi de bu hükme göre düzenlememiz gerekiyor. Daha önceki üç yazımda (P24’ten ulaşabilirsiniz: ilki şuradaikincisi şuradaüçüncüsü şurada.) günümüz gazeteciliğinin yapısal, hattâ belki hayatî sorunlarından sözetmeye çalıştım. Şimdi de bu varkalma meselesine eğilelim.

Sözkonusu yazılarda sık sık aktardığı istatistiklerden yararlandığım, çeşitli tesbitlerine gönderme yaptığım,  Uwe Krüger’in Mainstreamkitabına yine başvuracağım. Aktardığı verilere göre Almanya’da günlük basılı gazete satışı 1995’ten 2014’e, yirmi yılda üçte bir oranında azalmış. Günlük gazetelerin reklam gelirindeki azalmaysa, 2000’den 2014’e, on dört yılda üçte bire inmiş. Başlıca sebep gayrimenkul ve iş ilanlarının bütünüyle, başka pek çok sektördeki sürekli, parça başına getirisi az ama sürümü ve cirosu yüksek reklam türlerinin büyük ölçüde internete kayması.
 
Okurun / izleyicinin basınla ahbaplık ilişkisi
 
“İnternete kayma” diye tanımlanan olgu şüphesiz reklamların oraya değil buraya verilmesi, oradan değil buradan takip edilmesi ile geçiştirilecek cinsten değil. Gerçek boyutlarıyla ele alındığında, çok daha derin bir sürece öylesine takılmış geçici isim gibi duruyor. Zira haber kaynaklarının “internete kayma”sı, okurun/izleyicinin, yani yakın ve uzak çevresinde olan biteni bir şekilde izleme ihtiyacı duyan insan cinsinin haber kaynaklarıyla, aktarıcı araç ve platformlarla ilişkisini baştan aşağı değiştiren bir devirici-dönüştürücü süreç oldu.

Hele günlük gazete, “okur” bireyler, gruplar, aileler için özel ilişki kurulan bir aktarıcıydı. Muhabirler, yazarlar, ailenin güvenilir ahbapları gibiydiler. Herkesin gazetesi vardı. Televizyonun, duygusal boyutları da olan bu özel ilişkiyi nasıl paramparça ettiği, yerine koymaya çalıştığı “anchor-man/woman”ların öylesine sahte bir âlemde bize nasıl “hayatı paylaşmayı” vaat ettiği hatırlardadır. Reha Muhtar, okurun gazetesiyle ilişkisinin feci bir taklidi ile eski yakınlığı güya sürdürmeye çalışan örneklerin en önemlilerindendi. Zira televizyonun renklerine boyadığı yeni dünyada böyle bir ilişkinin neden kurulamayacağını, kurulmaya kalkışıldığında anca nasıl bir sahtelik üretilebildiğini en idraksiz insana bile gösterdi.

Eski okur, yeni izleyici, yine de bir müddet, sevdiği kanallar, izlediği sunucular vs. olan, aktarıcı/anlatıcı ile yakınlık, özel münasebet peşinde koşan bir “müşteri” olarak varlığını sürdürdü. Bu yüzden, sunucularının adlarıyla beraber anılan haber bültenlerinin karşısına “ahbap”tan olayları dinlemek üzere geçti. Henüz herkes için baştan aşağı “medya” olmamış “basın”a güven bir süre daha, bugün süründüğü yerlere düşmedi. Ancak artık basının öyle eskisi gibi şahsî münasebet yanılsaması kurulabilecek bir muhatap olmaktan çıktığının -sadece anlaşılması da değil- kafalara kakılmasıyla, gazetecinin kendini “normal insanlar”ın uzağında, kudretlilerin yakınında konumlandırması ve üstelik bununla övünmesiyle, gücü yetmeyenler için hak-hukuk savunuculuğu makamını ve “hakikat peşinde koşma mesleği” tanımını terk edişiyle, sözkonusu güven ilişkisinden eser kalmadı.
 
Sancılı ilişkinin hazin sonu
 
Elbette mesele sadece güven değildi. “Haber almak” dediğimiz faaliyetin içeriği de değişti. Radyo günlerinin meşhur kurumu, “ajans dinleme”, o gün olan biten önemli birkaç olaydan haberdar olmak demekti. Gazete, kezâ, muhabirinin erişebildiği, aktarabildiği, yazıişlerinin baskıya yetiştirebildiği kadarıyla bize “dün olanları” aktarabilirdi. Oysa şimdi, yarış otomobilinde giderken çepeçevre sıralanmış ekranlarda oynayan değişik filmleri izler gibiydik: Gösteriyorlardı, görüyorduk, kavga eden adamlardan hangisi iyi çocuk, hangisi kötü adam, anlayamıyorduk, kızla öpüşen oğlan bizimki miydi, bilemiyorduk; sesleri de birbirine karışıyordu, anca en kolay işitilir, kulağımızın en alışkın olduğu kelimeleri ayırt edebiliyorduk; en iyi ayırt edebildiklerimiz şunlardı: “gözlerinize inanamayacaksınız”, “gözyaşlarınızı tutamayacaksınız”. Televizyon, anlatma yerine göstermeyi tercih ettiğinde, herhangi bir çaba göstermemiz gerekmeden bizi oyalayabilen bu “reality show” dünyasına kolayca teslim olduk. Bedeli, insanlığın haber ve bilgi ile zaten sorunlu ve mesafeli ilişkisine ağır darbe inmesiydi.

“Reality show”, 1980’lerle birlikte dünyaya egemen olan ve basının yerini alan yavşaklık âlemine verilebilecek en mükemmel isimdir; daha iyisi bulunamaz.

Her biri azıcık çabayla ayrı bir haber kaynağı haline gelebilen “kullanıcı”larıyla, iki günde hazırlanıp üç günde kendini bütün dünyaya duyurabilen siteleriyle, olay meydana gelirken anında gösterebilme imkânlarıyla internet, kopmak üzere olan sancılı ilişkiye son verdi, okuru/izleyiciyi tamamen “özgürleştirdi”. Bu lafın, bir dönem diktatörlüklerin destekçisi Batı devletlerinin “hür dünya” diye tanımlanışına benzer bir kullanımı var. “Özgürleşme”, günümüzün geçerli kültüründe, akıldan, vicdandan, insanî yükümlülük ve bağlardan uzaklaşma anlamına geliyor.

İnternetin hem onuruyla hem güzel yaşamak isteyecek bir insan topluluğu için ne muazzam bir imkânlar bütünü olduğunu başka bir zaman ele alırız. Bundan şüphe etmek düpedüz suç olur! Lâkin tam da 1980’ler sonrası uluslararası vicdansızlık ve post-modern lagarlık ortamında, basının medya halini alışının üzerine geldiği için, internet, gazeteciliği köşeye sıkıştırdı, mesleği varkalma mücadelesine sürükleyen etkenlerden biri oldu.
 
Taht tehlikede
 
Haber alma ihtiyacını gideren yegâne merci olmaya alışmış medya internet devrinde bu tahtından yaka paça alaşağı edilme tehlikesiyle yüzyüze yaşıyor. İnternet âleminde reklam gelirleri, abonelikler, “satış”lar, gazete-televizyon âlemindekiler seviyesine çıkarılabilir gözükmüyor. Kimse haber almak için kimseye muhtaç değil gibi. Gerçekten de, büyük medya kuruluşları çoğu zaman haberleri teyit etme, ötesini berisini öğrenme amacıyla başvurulan yardımcı kaynaklar gibi kalabiliyorlar. Medyanın üzerindeki hâle yok oldu. Klavye başına oturan, azıcık becerikli her insan bu hâlenin ufağını -internetten sipariş ederek :)- alıp başının üzerine yerleştirebiliyor.

Medyaya güven kaybının sebeplerine önceki yazılarımda da değindim, daha derinlemesine de ele alırız. Şimdi buna, esas haber aktarıcı konumunu, bu konumun getirdiği sözü dinlenirlik payesini yitirişini eklemeliyiz.

İnternetli çağın medyaya ettiği, yalnız okuru/izleyiciyi bizzat medyum haline getirmekle, medyanın hâlesini çalıp, kırpıp herkese dağıtmakla sınırlı değil. Okurun/izleyicinin dikkati artık gazeteye-televizyona yoğunlaşamıyor. Gazetelerin, TV kanallarının internet siteleri de var, evet. Ama o alana el attıkları anda, göz boyayan güzel tasarımlarına, muazzam zengin kullanım imkânlarına rağmen, birdenbire, unsurları zar zor biraraya getirilmiş kıytırık bir blog’la rekabet halinde bulabiliyorlar kendilerini. Okur/izleyici, herhangi bir haberi takip etmek istediğinde, Reuters’ın, BBC’nin, New York Times’ın siteleriyle aynı anda, Rakka’daki arkadaşlarının yolladığı bilgi ve fotoğrafları paylaşan Suriyeli delikanlının sitesine girebiliyorsa, büyük medya kuruluşları afra tafralarını ergeç buna göre ayarlayacaklardır.

Ancak ayarlayacakları sadece afra tafraları olmayacak, olmuyor. Kâr amacı güden kuruluşlar olarak masraflarını, iç mekanizmalarını da ayarlamaları gerekiyor. Bu da genellikle, küçülerek, masrafsızlaşarak, daha az sayıda güvenceli ve sürekli çalışanla yola devam etmek anlamına geliyor.

Televizyon basılı gazeteyi kenara itmeye başladığında medya âleminde hunharca denebilecek, acımasız bir çalışma düzeninin yerleşmesi tesadüf değil. Medya esas işlevinden uzaklaştıkça “gazeteci” de kimlik değiştirmeye zorlandı. Hem kimlik hem konum hem tanım. Hem de varoluş tarzı. Vitrine çıkarılabilir az sayıda yüksek ücretli “üst düzey” elemanın belirleyiciliğinde kurulan yeni düzenin alâmeti farikası, güvencesizlikti. Muhabir, her an işten atılabileceğini bilerek varolan, işin kalitesiyle, meslekî gereklerle ilgilenmesi lüks kaçacak bir müzmin stajyer konumuna düşürüldü. Yine başlıbaşına ele alınmayı hak eden bir konu bu: medya çalışanlarının ne karşılığında neye razı edilerek işe koşulduğu. Şimdilik, kendileri de varkalma mücadelesi veren koca şirketlerin, bu mücadelenin paniğini, huzursuzluğunu, getirdiği bencilleşmeyi, hırçınlığı “hücrelerine”, yani içinde barındırdığı ve yaşattığı bireylere zerk edişi gibi düşünelim.

Devam edeceğiz.


Bu yazı ilk olarak P24’te yayımlanmıştır.