22 Temmuz 2016 18:24
Ümit Kıvanç*
Sonu bizimki, anladık da, başlangıcı kimin hikâyesi?
Darbe ve karşı-darbe üzerine söz söylemeye geçmeden, tankın tüfeğin karşısına dikilip hayatını kaybeden insanları anmak isterim. Darbeden hemen bir gün öncesindeki ortama dair, toplumun düşmanlaştırılmış kesimlerinin karşılıklı vaziyetine dair, iktidarın arkasındaki kitle desteğini nereye sürüklemeye çalıştığına dair, kalabalıkların çoluk çocuk katıldığı darbe karşıtı gösterilerin birtakım çetelerce linç seferberliklerine dönüştürülmeye çalışıldığına dair haklı sözler söyleyebiliriz. Bunlar söylenecektir, kaçınılmaz. Ama o gecenin birçok kahramanı var, onların hakkını teslim etmeden konuşulması çok ayıp olur.
Keşke herkes 15 Temmuz gecesine ait görüntüleri izlese ve her ne düşünecekse, söyleyecekse bunlar ışığında, en azından bunları dikkate alarak düşünse, söylese.
İnternette bol bol görüntü var, sosyal medya ile en ufak ilişkisi olan bunların hepsine ulaşabilir. Yine de seçmece bir-iki link vereyim. Bunlardan, ortaya getirmek istediğim sorulara da geçebileceğiz.
Burada, Genelkurmay binasının içinde dolaşan, polis içeri girmeyecekse bize silah versin, diyen birkaç yurttaşın akıl almaz macerası var. Lütfen sonuna kadar izleyin. Şu bilgi eşliğinde: Olay, halka kendini onyıllarca dokunulmaz göstermeyi başarmış bir ordunun en yüksek komuta merkezinde cereyan ediyor. 600 yıllık “devlet geleneği”ne yaslanan bir yapının en erişilmez, en sıkı korunan mekânında. TV haber bültenlerinde adı geçtiği zaman ancak mâlûm merdivenlerden mâlûm kapının görünebildiği, sıradan yurttaşın yanına dahi yaklaşamayacağı, bir vakitler kıblesi olduğu uyduruk laiklik inancına halel getirmese kutsal diye nitelenecek o mekânda. Öte yandan, “peygamber ocağı”nın beyninde ve kalbinde. Bu videoyu izlerken, nereden geldiğini tayin edemeyeceğiniz bir çatırtı duyacaksınız muhtemelen. Devletin, zedelenmez betondan taşıyıcı kolonları sandığımız şeylerin kırılıp dökülürken çıkardığı ses bu. İçten kemirilmiş, yenmiş, çoktan çürümüş ahşap direklermiş bunlar meğer.
AKP iktidarı “hukuk” adına varolan minnacık kırıntıları tek hamlede yalayıp yutarken ağzını fazla şapırdattı, çıtırtıyı duyamadık. Şimdi pek berrak duyuldu.
Buradaysa, İstanbul’da, Çengelköy’de, vatandaşları rehine veya tutsak almış askerlerin başındaki muhterem kişinin, şerefli Türk ordusunu temsilen necip Türk milletiyle kurduğu seviyeli ilişkiye tanık olacaksınız. Bu bir ses kaydı. İlk 15-20 dakikasını mutlaka dinleyin; sonrasında çok hareket yok, ama tavsiyem, ne kadar sabredebilirseniz dinleyin.
Sesini duyduğumuz komutanı, Kürtler hariç, genç kuşaklar zihinlerinde bir film-dizi karakteri gibi canlandıracaklardır muhtemelen. Bizler için o kadar tanıdık ki! Söylediklerinden çok ses tonuna, üslûbuna dikkat edin. Değersiz, sıradan insanlara doğruları, kafalarına çarpa çarpa, suratlarını kanata kanata öğretmeye azmetmiş, kendini bu soylu vazifeye adadığı için hepimizden daha kıymetli, imtiyazlı, güçlü... O silahlı ve belalı öğretmen edâsı... Bu edâyla kafeslere sokup kafalarını, kollarını kırdılar insanların, günlerce, haftalarca işkenceler ettiler, köpeklere selam durdurdular, kıçlarına yanan sigaralar soktular, çamurun içinde süründürdüler, bok yedirdiler. Ve idam ettiler. Hep aynıydı: Yanlış yapıyorduk, doğrusunu öğretiyorlardı. Ve biz bir türlü öğrenmiyorduk!
Darbe deyince meselenin Ankara’da birtakım işlere kimin karar vereceğinden ibaret olduğunu sanmasın kimse. Öte yandan, “idam idam” diye bağırdıkça, bağıranlara gaz verdikçe aslında kimlerle özdeşleştiğini gözden kaçırmasın.
Son olarak şu videoyu öneriyorum. Özellikle Boğaziçi Köprüsü’ndeki “teslim olan askerlere linç” görüntüleri ilk anda haklı bir infial uyandırmıştı. İtirazın haklılığı ortada; suçun cezasını öfkeli kalabalıklar veremez, hele linç, hiç olmaz. Ama hiçbirimiz, bize tankla, tüfekle ateş açıp yanıbaşımızdaki insanları öldüren birilerini ele geçirdiğimizde ne yapacağımız konusunda kendimizden o kadar emin olamayız.
Nedense hiç açılmayan bahis
(Bu kısma geçmeden belirtmek ve vurgulamak isterim ki, burada Erdoğan ve AKP’nin darbeyi vesile kılarak kalkıştığı otorite tahkim etme seferberliğini konu etmiyorum. Bu maalesef önümüzdeki günlerde bizi fazlasıyla meşgûl edecek ve -eğer OHAL imkân bırakırsa :)- üstüne bol bol konuşacağımız bir mevzu.)
Genelkurmay’ın 21 Temmuz günü yaptığı -fazlasıyla şüphe götürür- açıklamada şöyle bir ifade geçiyor: “Bu zilleti ve rezaleti…” Darbenin planlanması, yönetilmesi, bu işe kimlerin katıldığı, istihbaratının alınması, önleme çabaları, olayların zamanlamaları vs. konusunda şu ana kadar önümüze sürülenler arasında doğruluğundan emin olabileceğimiz tek söz bu, muhtemelen. Ya da belki birkaç ayrıntı daha vardır. Ancak tereddütsüz söyleyebilirim ki, şu ana kadar bize söylenenlerin hemen hepsi yalan veya yanlış.
Ve tabiî, eksik. Ölümcül eksik.
Konu edilmeyen öyle önemli bir nokta var ki, gerikalan her şeyin üzerine tuzluktan şüphe, biberlikten güvensizlik dökmemizi gerektiriyor. Bu noktaya doğru ilerleyelim.
Emin olabileceğimiz kısmından başlayalım: Orduda Gülen’ci subaylar vardı, bunlara yönelik operasyon yapılacaktı, bunlar bir darbe düzenlediler veya düzenlenmesinde rol aldılar. Üstelik, kurulmuş olan darbe koalisyonunun belirleyici bazı elemanları yolun bir aşamasında caydılar, ötekileri sattılar, darbe girişimi bir tür amaçsız yok etme veya intihar saldırısına dönüştü.
(Bu durum, halen ortada olmayan ve sayıları kimi yerde bin -1000!- olarak verilen, bir kısmı da özel eğitimli “personel” veya komando falan olan askerlerinkalkışabileceği tehlikeli işler konusundaki kaygıyı artırıyor şüphesiz.)
Peki, şimdi uluorta “terör örgütü” diye, “FETÖ” diye nitelenen oluşum, hareket, gizli örgüt, ne diyeceksek o, ordu içinde ne zamandan beri var?
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “Fethullahçı Terör Örgütü - FETÖ” hakkındaki iddianamesine bakılırsa, teşkilat işleri “1971’den itibaren” başlamış! 1984’ten sonra da “yoğunluk kazanmış”. Haydi bir yoğunluk aşaması daha koyalım, kabaca “AKP’nin iktidara gelip ipleri ele almaya başladığı yıllar” diyelim. Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, “Cemaat-AK Parti diyaloğu ile devlet içindeki kadrolaşmanın yükselişi” için 2002 tarihini veriyor.
Burada hiç soru işareti barındırmayan, karanlık noktası falan bulunmayan, son fasıl; “ne istediler de vermedik” dönemi. Önce Gülen’cilerin devlet içerisinde ferah feza alan bulması, yerleşmesi için AKP yardımcı oldu. Çünkü iktidarının ilk yıllarında AKP’nin elinde yetişmiş, ehil kadrolar yoktu, bu açığı Cemaat’in elemanlarıyla kapadı. Bilahare, artık tam ne zamansa bir aşamada AKP ile Gülen’ciler papaz oldu ve karşılıklı harekâtlar, operasyonlar başladı.
Peki 1971’den veya “yoğunluk” zamanından, 1984’ten bu yana ne olmuş? Bilinmiyor muymuş ordu içinde -o dönemlerdeki yaygın söylenişiyle “Fethullahçılar”ın- örgütlendiği? Gazeteci Hikmet Çetinkaya, 1970’lerden beri bu konuda kitaplar yazar, o da başka birçokları da, kimi zaman abartılı görünecek ölçüde gürültü koparırlar. Genelkurmayın bünyesindeki böyle bir örgütlemeye karşı lakayt davranmış olması düşünülebilir mi?
Cevat Öneş şöyle anlatıyor:
“Bu olay üç günlük ya da birkaç senelik bir olay değil. Ben kendi pratiğimden biliyorum. Bu iş 70’li yıllarda başladı. (…) Bu konu devletin her zaman gündemindeydi. Her zaman MGK’da konuşuldu, ilgili aktörlere bilgi verildi (altını ben çizdim -ük). Özellikle 2000’li yıllardan itibaren siyasal İslâmî gelişmelerin ortaya çıkması ve iç politikada siyasal İslâm söyleminin kullanılması devlet kadrolaşmalarına da yansıdı. Yandaşlık haline dönüştü. İdeolojik beraberlik hep vardı. 2000 yılından önce tehlike bu kadar büyük değildi. Olaya irticaî boyutlarla bakış vardı.”
Denecektir ki, nitekim her sene Yüksek Askerî Şura zamanı, “şu kadar irticacı subay atıldı” haberleri okumadık mı?
Okuduk. Güzel. O halde 2000’lere kadar hep sızmaya çalışmışlar, hep de temizlenmiş, öyle mi? Peki sonra nasıl olmuş, birdenbire birtakım adamlar orduya sızıp tuğgeneral, tümgeneral falan olup darbeye mi kalkışmışlar?
Yazdığı kitap nedeniyle Cemaat’in sillesini yiyenlerden, eski Emniyet İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Hanefi Avcı, Medyascope’ta Ruşen Çakır’a, ordunun bu temizliği hiçbir zaman layıkıyla yapamadığını ileri sürdü. Eşini başı kapalı gördüler veya namaz kılıyor, dediler, Cemaat’çi diye attılar, dedi (toparlıyorum, özetliyorum). Oysa, irticacı diye atılanların çoğu Cemaat’çi değildi, Avcı’ya göre; Cemaat’çiler kendilerini çok iyi gizliyorlar, bazen içki içer “görüntüsü veriyorlar”, camide namaz kılmıyorlardı, vs..
Buna karşılık Çakır, Özel Kuvvetler’den atılma bir Nakşibendi subayla yaptığı görüşmeyi aktardı. Bu subay, Çakır’a şöyle demişti: Biz namazları kışlada camide kılıyorduk, Cemaat’çiler evlerinde kılıyordu, bizim eşlerimizin başı kapalıydı, onların eşlerininki açıktı; ama onları da attılar. Dolayısıyla, Cemaat gizleniyordu, ama birileri de onları bulup çıkarıyordu. Ve ordudan temizliyordu.
Ve fakat ne hikmetse 2016 yılında birdenbire karşımıza jetleriyle, tanklarıyla FETÖ’cü tuğgeneraller, tümgeneraller çıkıyordu!
Hanefi Avcı, Cemaat’in “asker içinde çok ciddi bir örgütü” olduğunda, soruşturmaları bile engelleyebildiğinde ısrarlı.
Bendeniz ise, nâçizâne, çok uzun zamandır zihnimi kurcalayan şu sorunun artık doğru dürüst sorulması gerektiği kanısındayım: Ordu Cemaat’i bünyesinden tamamen temizlemeyi hiç istedi mi?
Nedenini nasılını tartışmayı başka bir zamana bırakacağım. Soruyu içinizden birkaç defa tekrarlayın, o kadar manasız görünmemeye başlayacaktır sanırım.
Öbür hayatî soru
Yazı çok uzadığı için, öbür hayatî soruyu bir örnekle birlikte ortaya süreceğim; “Bu işi Cemaat’çiler tek başlarına mı yaptı?” sorusunu.
Marmaris’te cumhurbaşkanının kaldığı oteli basan Özel Kuvvetler elemanlarının başında Tümgeneral Gökhan Şahin Sönmezateş vardı. Başarısız operasyondan sonra Ankara’ya geçti, ama yakalanıp tutuklandı. İfade verirken bu general, “İsterlerse idam etsinler,” dedi, “ben darbeciyim”. Kendisinin eşine mesaj atıp,“darbeciyim, benden boşan” dediği de ileri sürüldü.
Buraya kadarına, azıcık abartılı görünmekle birlikte, takılmayabiliriz. Ancak tümgeneralin ısrarla “FETÖ’cü olmadığını” belirtmesine ne demeli? Bu adam Gülen’ci değilse necidir? İleri sürdüğü gibi “kandırılmış ve kullanılmış” olsa bile, aslında necidir?
Buna bağlı bir başka soru şu: Türk ordusunda tümgeneral rütbesine yükselmiş, yanına özel eğitimli askerleri alıp helikopterle cumhurbaşkanı tutuklamaya -veya suikaste, bilmiyoruz- gidebilecek subaylar mı var?
Haydi bir soru daha: Sönmezateş, böyle bir iş için “kandırılıp kullanılabilecek” tek tümgeneral midir? Değilse, ötekilerin hepsi “FETÖ’cü” müdür? Değil iseler necidirler?
Sezin Öney, “devletin tepesindeki iki ismin”, cumhurbaşkanı ile genelkurmay başkanının “ve hattâ ailelerinin” can güvenliğinden sorumlu yaverlerin nasıl olup da darbeye iştirak edebildiğini sorduğu, Birikim Haftalık’taki yazısında, “Bugün ‘FETÖ’ etiketi belki kullanışlı geliyor,” dedi, “hem toplumda orduya sızmış, çürük elmalardan bahsediyormuşuz hissi yaratıyor hem de ‘ezoterik saiklerle hareket eden caniler’ gibi bir tipleme ile devlet içi kurumsal sorgulamadan kaçınılmış olunuyor. Ama ya yarın?”
Öney’in bu yazısını mutlaka okumanızı tavsiye ederim; şu alıntı, “FETÖ’cü hainler” denip geçiştirilebilecek bir meseleden çok ötesiyle karşı karşıya olunduğu konusunda sanırım sizi ikna edecektir: “...gözaltına alınan ve tutuklananlar, öyle rastgele isimler değil; aralarında Türkiye’nin şu an en can alıcı güvenlik hattı, İran-Suriye-Irak sınırı güvenliğinin emanet edildiği 2. Ordu’nun komutanlığını yapan Adem Huduti ile beraber, Ege Denizi hattını, İstanbul’u, Doğu-Güneydoğu’daki noktaları korumakla yükümlü... Kara Kuvvetleri mensupları var... ağırlıklı olarak havacılardan, ama aynı zamanda çok kilit deniz ve kara pozisyonlara sahip askerlerden bahsediyoruz. Aralarında, NATO’nun kurumsal şemsiyesi altında görevlendirilmiş isimler de azımsanamayacak boyutta... Bu açıdan, bu isimlerin suçları sabitleşirse, Türkiye’nin gerçekten de NATO’dan kopması sözkonusu olabilir.”
Darbe girişimiyle ilgili birçok kritik soru daha var. Üzerimize boca edilen yalanları aralayıp bunların cevaplarına da ulaşmaya çalışacağız şüphesiz. Burada sorduklarımın yapısal sorunlara ilişkin olduğunu sanıyorum.
Şöyle bitireyim: Süpersonik bilmemneleriyle çocukların yüreklerini hoplatan, büyüklerin moralini sıfırlayan uçaklar tepemizden geçerken, herkes birbirine şöyle soruyordu: “Şimdi bunlar hangileri? Kimin uçakları?”
Bu sorunun sorulabildiği yerde meşru, bütünlüklü bir devlet yapısından sözedilemez. Bu yazıda konu etmeye çalıştığım öbür sorularsa, galiba kulağımıza bir acı hakikati fısıldıyor: Zaten sözedilemezmiş.
*Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'te yayınlanmıştır
© Tüm hakları saklıdır.