Ümit Fırat
Star/ 7 Ekim 2012
63 maddelik demokratik açılım
AK Parti’nin 63 maddelik ‘yol haritası’ndaki Kürt sorunuyla ilgili bölümlere baktığımda aklıma 1980’li yıllarda Mehdi zana’nın Diyarbakır DGM’deki bir davasında zabıtlara geçen “…sanık anlaşılmayan bir dilde cevap verdi…” ibaresi ve KCK davaları geldi. Nereden nereye, dedim.
Kronik Ak Parti muhalifleri gibi öfkeye kapılıp, ulusalcılıktan, neo-nazizmdem veya Ergenekon tarzı yapılardan medet umanlardan farklı olarak, kişiliklerini ve korumaya çalıştıkları değerleri terk etmeyen, ama son zamanlarla AK Parti’ye mesafeli yaklaşan birçok yorumcu ve yazardan farklı olarak Başbakan Erdoğan’ın büyük kongre konuşmasından sonra bir hayal kırıklığı yaşamadım. Çünkü gerek partisinin yönetiminde yer vermek üzere temasta bulunduğu kişilerin ılımlı ve demokratik imajları, gerekse kongre öncesinde sıklıkla katıldığı TV programlarında ve çeşitli toplantılarda yaptığı açıklamalardan tespit ettiğim kadarıyla, Sayın Başbakan’ın iyimser ve ılımlı bir liderlik pozisyonu sergilemesini bekliyordum.
Evet, AB’ye vurgu yapmadı. Ama zaten son yıllarlarda AB’den bahsedildiğinde, kimin aklına AB kriterleri, insan hakları, özgürlükler ve demokratikleşme geliyor ki? Gerçi bazılarının aklına ilk gelen şeyler, ekonomik refah veya işsizliğin ortadan kalkması, serbest dolaşım hakkı gibi konular olsa da, şimdi bu kavramların pek bir anlamı kalmadığını sanıyorum. Doğrusunu isterseniz 8-10 öncesinde AB denince benim aklıma ilk gelen şeyler bunlar olurdu. Çünkü bu gibi konularda Türkiye’nin sicili çok kötüydü ve bu kirli sicil de bir ayıp değil, tersine, övünülesi bir meziyet gibi görülüyordu. Türkiye, bu gibi alışkanlık ve uygulamalarından ancak dış destekler, teşvikler veya uluslar arası sözleşmelerle vazgeçebilirdi. Eğer kendi haline bırakılırsa, asla iyi şeyler yapmayacağına da inanıyordum. Keşke Avrupa Birliği de 10-15 yıl önceki değerlerini ve imajını korumuş olabilseydi; keşke bugün AB denince akla ilk gelen şey, ekonomik krizler ve yükselen ırkçı-ayrımcı siyasi gelişmeler; Merkel-Sarkozy gibi ayrımcı, dışlayıcı, demokrasi ve insan hakları gibi dertleri olmayan liderler gelmeseydi de, Başbakan bol bol Avrupa Birliği yüksek değer ve kriterlerinden söz edebilseydi.
‘Dicle’nin kenarındaki çoban’
Başbakan, konuşmasında ağırlıklı olarak İslam dünyasına referanslarda bulundu. Ama geçmişten farklı olarak bunu Türklük ve Alparslan üzerinden değil, Kürt Kumandan Selahaddin Eyyubî’yi de referanslarına dâhil ederek yaptı. Başbakan kongrede Kürtlere seslenirken de, son günlerde yaşanmakta olan gerginlikten uzak bir tonda konuştu. Kürt meselesi hakkında vaatlere veya programatik detaylara girmedi. Daha ziyade duygusal yanı öne çıkan siyasi mesajlara yer verdi. Örneğin: “…Bugünden itibaren yeni bir sayfa açıp, Kürt kardeşlerimle doldurmak istiyoruz. İnadına demokrasi, inadına barış, inadına kucaklaşma, inadına kardeşlik.” dedi. Öte yandan, konuşma metninde yazılı olarak yer almasına rağmen okumadığı bir paragrafta ise Kürtlere şu çağrıda bulunuyordu: “Ey Kürt kardeşim! Ey Kürt annesi! Eğer sen olmazsan, bu barış filizi öksüz kalır; bu barış fidanı boy vermez. Fırat’ın, Dicle’nin kenarındaki çoban kardeşim. Sen olmazsan bu süreç eksik kalır. Ey Diyarbakır’da, Benu Sen Mahallesi’ndeki kardeşim, Bitlis’teki işçi kardeşim. Batman’daki memur kardeşim. Harran’daki çiftçi kardeşim. Çocuklar, gençler, ezeler, ablalar, emmiler. İnanın siz olmazsanız bu barış güvercini mahsun kalır. Allah aşkına sizler de bu sürece artık siz de yüreğinizi koyun.”
Ancak yine de gerek Başbakan’ın konuşmasında kullandığı birkaç cümle, gerekse kongre hakkında bir söylemeden geçemeyeceğim bazı şeyler var. Başbakan, geçmişle ilgili bazı konulara gönderme yaparken, eski politikacı ve devlet adamlarının yıllardır yaptıkları gibi resmi tarih tezlerine itibar etmeyip, sadece Türk soyundan gelen veya Türk olduğu varsayılan bazı kahramanların isimlerini sıralamadı. Aksine, alışılmışın dışında bir dil kullanarak, Selahaddin Eyyubî’nin de ismini zikretti; ortak bir mirasın sahibi olduğumuzu; O’nun bir Kürt olduğunu ve ortak bir değerimiz olduğunu vurguladı. İdrisi Bitlisi, Ehmedé Xanî, Feqiyé Teyran, Melayi Cizirî gibi Kürt tarihinin önemli şahsiyetlerini de anarak, bu toprakların geçmişinde yer almış ortak değerlerin inkârına tevessül etmedi.
Erbil, Süleymaniye, Duhok…
Keza resmi tarihin uydurduğu Türkî coğrafyada yer verilmek istenmeyen, hatta mümkün olsa haritadan bile silinmek istenilen Erbil, Süleymaniye ve Duhok gibi Kürt şehirlerinin de ismini anarak Türklüğe atıf yapılan eski soydaşlık kavramını çağrıştıracak ayrımcı tanımlardan uzak durdu. Kongrede yaşanan bir diğer önemli olay ise, sadece 5 yıl öncesinde, teröre destek verdiği iddiasıyla Atatürkçü Düşünce Derneği Diyarbakır Şubesi´nin 13 Haziran 2007 tarihli suç duyurusu üzerine, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından devletler hukuku bakımından da skandal sayılabilecek bir işgüzarlık örneği olarak hakkında soruşturma başlatılan Kürdistan Özerk Yönetimi Başkanı ve Irak Kürdistan Demokrat Partisi lideri Mesud Barzani’nin kongreye davet edilmiş olmasıydı. Barzani, konuşmacı olarak davet edildiği kürsüden Kürtçe bir konuşma yaptı ve kendisi, gerek Türkiye’nin tüm TV kanallardan, gerekse salonda bulunan tüm uluslararası TV kanallardan görüntülendi. Yasaklı bir insanın yıllarca yok sayılıp inkâr edilmiş olan yasaklı bir dilden, anadili Kürtçe ile tüm Türkiye’ye seslenmesi önemsiz bir ayrıntı değildir.
Başbakanın kongre konuşması bahsini bir yana koyup, yine bir kongre dokümanı olarak dağıtılan 63 maddelik “Ak Parti 2023 Siyasi Vizyonu-Siyaset, Toplum, Dünya” başlıklı metindeki talep veya hedeflere değinmek istiyorum. Bunların gerçekleştirilmesi halinde, bugün konuşup tartışmakta olduğumuz sorunların neredeyse tümüne yakın bir kısmı artık gündemden düşecek demektir. Medyada sorgulandığı gibi “Sayın Başbakan niçin bu hedefleri konuşma metninde okumadı?” tartışması elbette yerindedir; ama ben bu tartışma üzerinde durmak yerine, söz konusu metnin birkaç maddesinin özellikle Kürtler açısından oldukça anlamlı olabileceğini düşünerek bazı tespitlerde bulunmak istiyorum.
İlk olarak “ Anadilde savunmanın sorun olmaktan çıkarılması” meselesine değinerek başlamak istiyorum. Yıllar önce, 1980’li yıllarda Eski Diyarbakır Belediye Başkanı Mehdi Zana, bir dava nedeniyle yargılandığı Diyarbakır DGM’de hiçbir soruya anadili Kürtçe dışında cevap vermemekte ısrar etmiş ve mahkeme zabıtlarına Kürtçe ifade vermek istediği yazılmamıştı. Mahkeme zabıtlarına “…sanık anlaşılmayan bir dilde cevap verdi… ” ibaresi yazılmıştı. Zana’nın savunması alınamadan verilen kararda, “…sanığın bu durumu savunma hakkından vazgeçme…” olarak kabul edilmiş ve dava sonuçlandırılmıştı. Ancak dava AİHM’e götürülmüş ve neticede Diyarbakır DGM’nin kararı, “…bir insanın Türkçe bilmesine rağmen Kürtçe de olsa ifadesinin alınmamış olmasını, savunma hakları ihlali…” olarak değerlendirilmiştir.
Keza rahmetli Vedat Aydın, Ekim 1990’da İHD Kongresinde Kürtçe konuşma yaptığı gerekçesiyle tutuklandıktan sonra yargılandığı mahkemede yine anadili olan Kürtçe savunma yapmakta ısrar etmiş ve dava beraatla sonuçlanmıştı. Son yıllarda ise KCK Ana Davası olarak anılan ve Diyarbakır Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesinde sürmekte olan dava nedeniyle sanıkların anadilde savunma yapmakta ısrarlı tutumları, adeta dava sürecinin tıkanmasına yol açmış; keza aynı örgütsel faaliyet isnadıyla açılmış bulunan başkaca KCK davalarında da anadilde savunma talebi gündeme gelmiştir. Bu konuda bazı mahkemelerde Kürtçe savunma konusunda bir problem çıkmamış olsa da, çıkaranların yarattığı problemler dikkate alındığında, artık meselenin yasal bir düzenleme kapsamında ele alınarak net bir şekilde çözümü zorunluluk haline gelmiştir.
Anadilde kamu hizmeti
İkinci olarak “Anadilde kamu hizmetlerine erişim” ve “Kürtçe tercümanlık (kamu hizmetlerinde)” gibi metindeki en çarpıcı maddelere değinmek istiyorum. Anadilde kamu hizmeti almak, insanların, birer insan olarak hiçbir kısıtlamaya uğramadan karşılanması ve yerine getirilmesi gereken en temel hak ve özgürlükleridir. Uluslararası sözleşmelere göre, yabancı bir ülkeden herhangi bir nedenle bir ülkeye ayak basmış veya sığınmış insanlarla bile onların dillerinden anlayan birileri aracılığıyla ilişki kurulması gerekli olduğu halde, kendi yurttaşlarından bu özgürlüklerin esirgenmesi, hiçbir mazeret veya gerekçeyle izah edilemez. Bunun hiçbir kitapta ve demokraside yeri yoktur. Sırf varlığı inkâr edilen Kürtler ve Kürtçeyi tanımamak ve yok saymak adına devlet politikasına yerleştirilmiş bu uygulamalar, ayrımcı, ırkçı, faşist prensiplerdir. Kaldı ki, bu konuda elimizde Türkiye’nin imzalamış olduğu halde uygulamada pek istekli davranmadığı, hatta neredeyse hiç uygulamadığı bir de Lozan Anlaşması var.
Bu anlaşmanın 38. Maddesinde, “Türk Hükümeti, Türkiye'de oturan herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan olma [milliyet, nationality], dil, soy ya da din ayırımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir.
Türkiye'de oturan herkes, her inancın, dinin ya da mezhebin, kamu düzeni ve ahlak kurallarıyla çatışmayan gereklerini, ister açıkta isterse özel olarak, serbestçe yerine getirme hakkına sahip olacaktır. …” hükümleri yer almaktadır. Söz konusu anlaşmanın tarafı olan müttefik devletler, Türk Hükümeti’ni, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan herkesin anılan maddede belirtilen temel hak ve özgürlüklerini tam ve eksiksiz olarak korumak ve sağlamakla yükümlü kılmıştır.
Kürtçe devletin de dili oluyor
Aslına bakılırsa yukarıda zikredilen madde başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına haklar ve özgürlükler sağlayan ve yaklaşık 90 yıllık bir geçmişe sahip olan bu anlaşma metni, modern Türkiye açısından, demokrasi ve insan haklarına bağlı olduğunu savunan bir devlet açısından utanç verici bir metindir. Bir devlet düşünün ki, yurttaşlarının temel hak ve özgürlüklerini kendisi resen koruyup garanti altına almıyor ve bunu önüne dayatılmış bir metni imzalamak suretiyle yapmayı taahhüt ediyor. Bizler de hala yurttaş hakları ve özgürlüklerinden söz ederken 90 yıl önce Türkiye’ye dayatılarak imzalattırılan bu metne atıfta bulunmak ihtiyacı duyuyoruz.
Tabii bu meselenin çözüme kavuşması, netice itibariyle bir grup mülteciye kamu hizmeti sağlamak kadar kolay bir iş değildir. Böylesi kapsamlı bir demokratikleşmede birçok hizmet, tercüman aracılığıyla değil, doğrudan karşılanmak durumundadır. Bu tür hizmet ve taleplerin karşılanabilmesi için çok sayıda yetişmiş ve nitelikli insana ihtiyaç vardır. Yani Kürtçe bilen hâkim, savcı, hekim, sağlık görevlisi, adliye memuru, öğretmen, güvenlik görevlisi, çeşitli kademelerde memur ve hizmetli gibi kamu personeline ihtiyaç olacaktır. Bu konuda devletin ve idarenin kısa, orta ve uzun vadede gerçekleştirilecek plan ve programlara ihtiyacı vardır. Okullarda bu hizmeti karşılamak üzere Kürtçenin seçimlik bir ders olarak okutulmasının ötesinde, çok sayıda öğretmene ve tabiî ki, öğrenciye de ihtiyaç olacaktır. Yani kapsamlı bir Kürtçe eğitime ihtiyaç olacaktır. Bu durumda Kürtçe, günlük hayattan devlet hayatına de facto girmiş olacağı gibi, artık bir eğitim dili olmasının da gereği anlaşılacaktır.
Sonuç olarak, partilerin kapatılmasının tamamen kaldırılması; seçimlerle ilgili mevzuatın topyekûn gözden geçirilmesi ve temsilde adaletin sağlanması; yeni bir Anayasa'nın ülkeye kazandırılması; nefret suçu ve ayrımcılıkla mücadele; kamu hizmetlerinden yararlanmada her türlü etnik ayrımcılığa son verilmesi; mevzuatta etnik ayrımcılık algısı yaratan bütün hükümlerin ayıklanması vb reformların gerçekleştirilmesinin taahhüt edilmesi, elbette kongre sonuçları değerlendirildiğinde oldukça müspet vaatlerdir. Dileriz ki, bunlar sonraki seçimlerin vaatleri olarak kalmaz ve önümüzdeki bir-iki yıl içerisinde gerçekleşecek olur.