Gazeteduvar yazarı Metin Solmaz, 24'üncü Uluslarası Adana Film Festival'nde sunucu Meltem Cumbul'un yönetmen Semih Kaplanoğlu'nun elini sıkmamasına yönelik eleştirilerle ilgili, "Tut ki Meltem Cumbul bir Erdoğan müridiydi. Kefen giyip sokağa çıkıyor, hülooğ diye bağırıyordu. Ee? Vazgeçmiş işte. Daha ne istiyorsun?" yorumunda bulundu.
Solmaz, Cumbul'un Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın elini sıktığı fotoğrafla ilgili de, "Kaldı ki -bunu açıklamaya zerre kadar gerek yok ama yine de hatırlatayım- malumunuz o el sıkışma olayı çözüm sürecinin tavan yaptığı, Türkiye’nin bambaşka olduğu yıllardaydı" ifadesini kullandı.
Solmaz'ın Gazeteduvar'daki yazısı şöyle:
Memlekette her şey o kadar alt üst oldu ki sıradan şeylerin tanımları bile unutuldu. Protesto nedir unutuldu misal. Bence bu yüzden bu kadar kızıldı Meltem Cumbul’a. Bunda “bizimkiler”in de kabahati büyük. Protestoyu on kişinin bir araya gelip yirmi tane pankart, bayrak tutarak şiirsiz bir şekilde “bı bı bı mı mı mı gı gı gı” diye bağırması sanıyor birçok insan. Oysa bu değil protesto.
3,5 yaşındaki oğlumla birlikte uçağa bindik. Otomatik check-in’de cam kenarı düşmemişti. Ve oğlum cam kenarı istiyordu. Uçakta cam kenarındaki orta yaşlı kadından oğlum için yer değiştirmesini rica ettim. Hayır dedi. Hakkıydı. Hakkını korumuştu. Yol boyunca nizami bir şekilde bavulunu almayanları, yerinden erken kalkanları ayıpladı. Ofladı. Pufladı. Haklıydı yine. Haklı olmayı, daha doğrusu haklı hissetmeyi bir varoluş sebebi haline getirmişti sanırım. Kötü birisi değildi. Mutsuzdu ve mutlu olmaya çok uzaktı sadece.
…
Kimse eleştiriden azade değil. Meltem Cumbul da tabii. Kimse protestoya uğramaktan da azade değil. Bu arada konunun Semih Kaplanoğlu ile çok ilgisi yok. Kimdir, ne yer ne içer çok bilmiyorum. Gezi’de tuhaf laflar ettiğini hatırlıyorum.
Fakat Meltem Cumbul’a şehvetle saydıranlara göz attım. Aynı ekibi aştı bu sefer durum. “Uçaktaki kadın” ekibini… Ali Nesin, Ara Güler, Şener Şen, Ahmet İnsel ve bir çoklarına saydıran ekip. Memlekette biri gaz çıkarsa kokusunu “yetmez ama evet”ten bilen ekip.
Bu sefer daha fazlası kızdı Meltem Cumbul’a.
Biz “uçaktaki kadın” ekibinden başlayalım. Kanunu hukukun önüne koyan, fikirlerine aşkla bağlı, onları kanun sanan ekipten.
Efendim Meltem Cumbul, Tayyip Erdoğan’ın elini sıkmışmış. Madem el sıktığı insana çok özen gösteriyormuş, Tayyip Erdoğan’ın elini niye sıkmışmış.
Yedi yaşında birine anlatır gibi anlatalım. Güzel kardeşim, tut ki Meltem Cumbul bir Erdoğan müridiydi. Kefen giyip sokağa çıkıyor, hülooğ diye bağırıyordu. Ee? Vazgeçmiş işte. Daha ne istiyorsun?
Bir kere Tayyip Erdoğan eli sıkan bir daha ömür boyu kimsenin elini sıkmayı reddedemiyor mu?
Kaldı ki -bunu açıklamaya zerre kadar gerek yok ama yine de hatırlatayım- malumunuz o el sıkışma olayı çözüm sürecinin tavan yaptığı, Türkiye’nin bambaşka olduğu yıllardaydı.
…
Bundan sonrasında işler karışıyor. Çünkü birçok insan da protesto etmesine bir şey demedi, formata kızdı yahut şaşırdı. “Madem protesto edecekti niye orada işe girmeyi kabul etti” yahut “İşi sunuculuk olan birisi uzatılan eli sıkmak durumundadır” diyen bu insanlar -en azından benim sosyal medyada takip ettiğim, konuştuğum kısmı- aklına izanına güvenilir, hukuk bilir insanlar…
İşte burada sanırım yaşadığımız olağanüstü zamanlar devreye giriyor. Memlekette her şey o kadar alt üst oldu ki sıradan şeylerin tanımları bile unutuldu. Protesto nedir unutuldu misal. Bence bu yüzden bu kadar kızıldı Meltem Cumbul’a.
Bunda “bizimkiler”in de kabahati büyük. Protestoyu on kişinin bir araya gelip yirmi tane pankart, bayrak tutarak şiirsiz bir şekilde “bı bı bı mı mı mı gı gı gı” diye bağırması sanıyor birçok insan. Oysa bu değil protesto. Buna en fazla protesto teşebbüsü yahut prematüre protesto denebilir.
Esas protesto Meltem Cumbul’un yaptığı gibi olur. Ses getirir.
Meltem Cumbul, bir protestodan beklenen her şeyi vermiştir. Etkili olmuştur, protesto edilen birisi olarak Semih Kaplanoğlu’nu gündeme getirmiştir.
Lakin maalesef kendi mahallesinde anlaşılamamıştır.
Sunucu olarak çalıştığı yerde el sıkacağını bilerek sunucu olmuştu tabii. Ama o, meydanlarda işlevsiz ve şiirsiz bağırmalar yerine risk almayı seçerek o işi aldı ve protestosunu yaptı. Büyük risk aldı hem de. Artık ona sunucu olarak iş verenler iki kere düşünecek.
İnsan sadece protesto yapmak için de bir işe girebilir yahut yaptığı işi (yahut giydiği ayakkabıyı, içtiği ayranı) protestosuna alet edebilir ayrıca. Ne var ki bunda? Meşhur bir örnek verelim. Hippilik öldükten sonra bir müddet yerine geçmeye çalışan radikal Yippiler yani Youth International Party mensupları, Cumhuriyetçilerin bir ödül yemeğinde işe girerek, servis elemanı olarak “sızmışlardı”. Seremoni esnasında hepsi soyunarak tepsilerde kesik hayvan başları “ikram etmişlerdi”.
Bir üçüncü grup da “şu birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz günler” edebiyatını yaptı. Bu edebiyatın temsilcisi olarak etkili yazar Ahmet Hakan’ın “Meltem Cumbul, bu akılsız cepheleştiriciliğiyle hem unutulmaz bir nezaketsizlik örneği ortaya koymuş oldu hem de cepheleştiricilerin ekmeğine mis gibi tereyağı sürmüş oldu.” cümlesini seçebiliriz. Hakan bence külliyen hatalı. Cepheleşmeyi “aman aman bir tatsızlık çıkmasın da” diyerek engelleyemezsiniz. Tam tersine cepheleşme engellerken korkaklaşmaya, uyuzlaşmaya yol açarsınız. Cepheleşmeyi kardeşlik retoriğiyle de engelleyemezsiniz. Cepheleşmeyi akıllara bir arada yaşamayı öğreterek ve bunu göstererek engel olabilirsiniz. Cepheleşmenin protesto bastırarak, eleştirinin sesi kısılarak engellenebildiği görülmüş duyulmuş şey mi? Tam tersine şu hakaret davasından geçilmeyen, sıradan eleştiriler yapmanın bile güçleştiği günlerde protestoları hoş görerek başlayabiliriz işe. Meltem Cumbul gibi insanları eleştirirken de “sırası mıydı” yahut “daha önce şunu yaptın” gibi esas konunun dışındaki şeyler olmamalı. İçerik olmalı. Esas konu “Meltem Cumbul, Semih Kaplanoğlu’nu niye protesto etti? Kaplanoğlu bunu hakketmiş miydi?” sorusu ve cevapları olmalı. Ben Google’ladım, sosyal medya araması yaptım. Bu konuya girmiş pek kimse göremedim. Herkes sözleşmiş gibi “Meltem Cumbul, Semih Kaplanoğlu’nu niye protesto etti?” cümlesine Meltem Cumbul’un retorikten ibaret cevabını yayınlamış.
Akılların birlikte yaşayabilmesinin şartı akılların birbirinin varlığını ve haklarını tanımasıdır. Karşı çıktığı şeyler karşısında susması değil tepkisini duruma uygun bir zarafet içerisinde göstermesidir. Meltem Cumbul da tam olarak bunu yapmıştır. Cepheleşme istemeyenin üzerine düşen de bunun için gerekli konforu sağlamaktır. Niyetinde samimiyse tabii. Öbür türlüsü eleştirmekten, protesto etmekten korkan, sessizliği uzlaşmak sanan insanların baskın ses olmasını istemektir.
…
Velhasıl, bu vesileyle yaratıcı protesto eylemlerine de bir selam çakalım. Misal, Ankara’da ‘90’larda harç zamlarını protesto etmek için en küçük bozuk parayla harç yatırma eylemi yapılıp bankalar bloke edilmişti. Genç Siviller genç ve sivilken ne güzel şeyler yapmışlardı. Gezi var tabii suyun başında. Eski kafayı azarlamada “dik dur eğilme”nin altına yazılmış “tek yol pilates”ten ötesi var mı allasen?
Ha, yaratıcı protesto derken de tabii alışık olmayan bünyede yaratıcı protesto durmuyor. Şaka yapmak üzere yola çıkınca genellikle yapılan şey şaka olmuyor. Gezi sonrası “gezizekalı” yahut “orantısız zeka” laflarını kullananların bütünü bu yüzden iticiydi.
Oysa en başta unutmuşlar, her memleketin yaratıcı protestolara ihtiyacı var.
Not: Tolga Çevik yazıma gösterilen teveccühe ek olarak eleştiriler de geldi, beklediğim irrasyonel tepkiler de… İrrasyonel tepkilere verecek bir cevabım yok. Yazı zaten o tepkileri öngörerek yazıldığı ve o tepkiler de her zamanki gibi tahminler dahilinde geldiği için bütün argümanlarına cevaplar yazının içinde vardı. Lakin Duvar köşe komşularımdan Zehra Çelenk’in yazısı bunlardan azade. Ben maalesef yazımı yazarken bir şekilde Çelenk’in yazısını atlamışım. Elbette yazıyı yazmadan önce yazdığım mecrada bu konuda bir yazı çıkıp çıkmadığına bakmam gerekirdi. Ama bakmadım. Kabahatimi kabul ediyor, özür diliyorum. Çelenk’in yazısını geç de olsa okuduğumda da ona bir mesaj gönderdim. Çünkü yazının onu hedef almadığı apaçık olsa da aynı mecrada olmamız hasebiyle üzerine alınması neredeyse kaçınılmazdı. Hele o yazısına alıntıladığı “Bir tebrik mesajından doktora tezi çıkarmaya çalışmak nedir?” cümlesiyle. Benim de Çelenk’in yazısını okurken aklıma ilk o cümlem gelmişti. Velhasıl tahmin ettiğim gibi oldu olmaya ama benim e-postam da vaktinde gidemedi. Çelenk benim e-postamı okuduğunda ikinci yazısı da yayınlanmıştı. İyi de olmuştu, orada söylediklerine de bir diyeceğim yok. Böyle eleştiri başım gözüm üstüne. Biz Çelenk ile e-posta ile anlaştık. Lakin yazıları havada kalmış gibi oldu bu sefer de. Kabahatimi buradan da belirtmek istedim.