Magazin

Türk'lerin bokuna hakaret ettiğim için dava açıldı

Çetin Altan, Ergenekon'dan Taraf gazetesine, çocukluğundan kadınlara kadar birçok konu hakkında ilginç açıklamalar yaptı.

28 Kasım 2009 02:00

T24 - Gazeteci-yazar Çetin Altan, Ergenekon'dan Taraf gazetesine, çocukluğundan kadınlara kadar birçok konu hakkında ilginç açıklamalar yaptı.

Gözaltına alındığın dönemlerde kimsenin ses çıkarmadığını söyleyen Altan, Taraf gazetesinin yaptığı her işin altına imzasını atabileceğini söyledi.

Altan, halen yazdığı Milliyet gazetesinden Miraç Zeynep Özkartal'ın sorularını şöyle yanıtladı:

Bayram ne getiriyor aklınıza?

Ailenin büyükleri hediye verir çocuklara. Çünkü çocuklar hediyesiz, oyuncaksız büyürler. Benim çocukken en büyük oyuncağım soyulmuş bir söğüt sopasıydı. Gerçek atımdı o benim. Sonra hela tıkanmış, annem o sopayla açınca o kadar kırıldım ki.

Of, çok kötü bir hatıra...

Anneler kocalarını sevmedikleri vakit çocuklarını da sevmezler, ama farkında değillerdir. Ben 8 yaşında Galatasaray’a bırakıldığım vakit ilk defa yalnızlığın ne olduğunu gördüm. Orada anneler gelip çocuklarına sarılırdı, bana kimsecikler gelmedi.

Bunu annenizle hiç konuştunuz mu?

Konuştum, hem de 65 yaşındayken. “Beni hiç sevmedin mi?” dedim. “Sevmedim, ne yapayım?” dedi. Hastalanmış beni doğururken. Kimbilir, belki de kızgınlığından söyledi o sırada, niye sordum diye...


“Yaşlılardan sıkılır insanlar”


Neyse, güzel şeylerden bahsedelim bayram bayram... Sanem Altan’ın kızı Leyla gelecek mi ziyaretinize?

Yok, bana kimse gelmez. Yaşlı adamlardan sıkılır insanlar.

Sizden sıkılınır mı canım?

Onlara sormak gerekir. Gelmediklerine göre... Herkesin işi gücü var yahu!

Siz de, oğullarınız da çok erken baba olmuşsunuz. Uyarmadınız mı onları?

Babalar işin bokunu çıkaran adamlardır. Baba sözü dinlense, ben şimdi emekli bir büyükelçi olarak “Aziz hanımefendiciğim, bendeniz şu tarihte Washington’dayken...” diye hikayeler anlatıyordum sana.

Sizin gibi dominant babaların çocukları da dinlemez mi?

Hayatımda hiç dominant olmadım, uzaktan öyle gözüküyor yahu! İlk arabamı aldığım adam “Peynir gibi adammışsın, herkes seni sert zannediyor” demişti. Kara mizahı vardır doğanın, Beethoven’in sağır olması, filin düşmanının karınca olması gibi...


“Bayram ihtiyaçtan doğar”


Munis olduğunuzu da söylemeyin!

İnsanın niye tepesi atar? Bir nedeni vardır. Bir Hollandalı’nın anasına sövdüğünde kızar mı, güler mi? Güler. Bizde niye olmuyor? En uzun küfür Türkçe’dedir: “İki azı dişinin arasına salıncak kurarak hunisiz ağzının tam ortasına sıçayım eşşoğlueşek, pezevengin oğlu, puşt.” Çok kısadır başka dillerdeki küfürler. Çünkü düello yok bizde, pusu var.

Neden yok düello?

Aristokrasi yok, kadın yok, kimin için düello yapacaksın? Özür dilemeyi, teşekkür etmeyi biliyor mu? Adamın modeli toprak ağası. İnsanlar daima kendisini ezeni örnek alır. Köylü çocuklarının hepsi polis, jandarma olmak ister.

Koptuk gittik. Bayrama dönsek?

Kurban Bayramı bir ihtiyaçtan doğar. Demek ki et yenmiyor. Hiç değilse yılda bir kere hayvansal protein alacak yoksullar. Demek ki beslenme bozukluğumuz da var bizim. Şimdi bir hikaye anlatayım sana. Bunu yazdım da ben, sonra beni mahkemeye verdiler.
Dedem Hasan Paşa, Kuleli’yi bitirdiği vakit, Almanya’ya staja gönderilmiş. Orada unutmuşlar dedemi on sene. Alman ordusuna binbaşı olmuş. Erkanı Umumiye dairesine, yani Genelkurmay’a bir mektup yazmış sonunda: “Beni burada unuttunuz” diye. Hemen almışlar, topçu mektebine müdür yapmışlar. O sırada Dünya Savaşı çıkmış, Çanakkale’nin komutanı Liman von Sanders’e yaver olmuş.
Selimiye Kışlası’na gittiklerinde tuvaletleri denetliyor Sanders. O zaman laboratuvar falan yok. “Herr Hasan, hiç böylesini görmedim” diyor. Hemen Almanya’dan iki bok uzmanı çağırıyor. Bakıyor uzmanlar, “Bunlar domuz yemez. Hayvansal protein alamaz, kalorisini ancak ekmekten alır. Onun için kan beyne değil mideye gidiyor, boku kocaman oluyor” diye rapor yazmışlar. Ben bu raporları yayınlayınca Türkler’in bokuna hakaret etmekten dava açıldı   hakkımda.

Yok artık! Nasıl savundunuz kendinizi?

Savcıya dedim ki “Bu olay Sultan Reşat zamanına rastlıyor. Siz Osmanlı savcısı değilsiniz, cumhuriyet savcısınız. Atatürk ilke ve inkılapları sayesinde Türkler’in boku küçülmüştür diye savunma yapacağım” dedim. Adam kalakaldı.


“Yaşananlar yazıldığı zaman hapşırır gibi çıkar içinden”

“Yıllardır yazıyorum, anlatıyorum, dilimde tüy bitti” der misiniz?

Hayır. Yazı, başkası için yazılmaz. Rilke ‘Genç Şaire Mektuplar’a şöyle başlar: “Şair, ıssız bir adada kalmış olsa da, rüzgarın biraz sonra sileceğini bilse dahi gene kumsaldaki kumlara mısralarını yazan adamdır.” Başkası baksın diye gül çiçek açmaz. Sanat sanat için değildir. Halk için de değildir.

Kimin içindir peki?

Anlayan içindir. Varsa... Yazıya layık olabilmek benim aracım değil, amacım. Tadına varan vardır yoktur, onu bilemem. ‘Dinozor’, ‘eskimiş, çenesi düşük pezevenk’ de diyebilirler. Çünkü çürütmecilik çok gelişmiştir bizde.


“Yaptığım iş, vatan bizi sevsin diye”

Katlanma gücü veren de yazı mı?

Ben babamla ölüm yatağında barıştım, çünkü “Serseri oldu” dedi benim için. Bütün Türkiye “Hain main, viski içiyor, burjuva çocuğu” dedi, sövülmedik tarafım kalmadı... Yüksek bürokrat aileden geliyorum ben, o yüzden kızdılar bana. “Ne istedin de vermedik sana, Ruslar mı daha çok verdi?” dediler. Yahu sevdiğim işi yapmak istiyorum ben. “Sen vatanını sev!” Hayır, ben yazıyı seveceğim.
1953 senesinin sonu, Ulus’ta çalışıyorum, aynı zamanda da okuyorum. NATO ile ilgili bir yazı yazmıştım. Kore’ye 4500 asker gidecek, öldükçe sayı tamamlanacak filan. Bir siyah araba geldi fakülteye, kalktım gittim. Bir amiral, Savunma Bakanlığı müsteşarı. Başını kaldırdı, “Sen Türk müsün?” dedi. Evet dedim. “Bir Türk bunu yazmaz” dedi bana. Sonra sordu, “Sen vatanını seviyor musun?” Genç adamım, beynim karıncalanmaya başladı. Dedim ki “Bizim yaptığımız iş, vatanın bizi sevmesi için.” Adam birden ayağa kalktı, “Ben de Londra’da okudum, o kadar dangalak değilim, buyrun bir kahve içelim” dedi. “Genç adamsın, biraz gözün korksun diye söyledim.” Gözü korkan adamdan iyi yazar olmaz. Ben bu işi sevdiğim zaman, aşağı yukarı biliyordum başıma gelecekleri.

Size yapılanları affettiniz mi?

Unuttum isimlerini. Vallahi unuttum. Hakimleri, savcıları unuttum. Yaşananlar da yazıldığı zaman zaten hapşırır gibi çıkar içinden. Yazdığın zaman içine çöreklenip bataklaşmaz.


“Spiral icad oldu”


Sizinle hep kadınlar konuşulur. Ben genç kuşak erkekleri konuşmak istiyorum. Benim kuşağımda sorun hep aynı; aniden yok olan erkekler...

Erkek arkadaş bol, koca yok değil mi? Özetleyeyim sana. Çünkü doktorlar spirali icat etti, kadınlar sevişince gebe kalmıyorlar.

Son 10 yılda mı icat edildi canım spiral?

Hayatım, Türkiye daha yeni kendini tanımaya başlıyor. Ayrıca erkeklerde kadın korkusu var.

Neden korkuyorlar kadınlardan?

1500 senedir sünnet ediliyor erkekler. Hepsi sağlam mı oldu? İnsanların rüyalarına etkisi vardır bunun, şudur budur, bilemezsin. Çünkü insan kendini tanımaz, tanıdığını sanır.

Artık büyük aşklar yaşanamayacak mı?

Yaşanır. Yalnız aşkın da tarifini yapmak gerekir. Büyük aşk demek, doğada libidonun en uygun olduğu kişiye rastlamış olmak demektir. Doğanın bir isteğidir o.

Altan ‘zarafetİ’

‘Enseyi karartmayın’:

Bu bir Rumeli lafı. Babaannem söylerdi. Çünkü başın önde düşündüğün zaman ensene güneş vuruyor! Enseyi karartma, sal suya...   Düşün düşün, boktur işin...


Ahmet Altan-Taraf tartışmaları:

Onlar benim canım ciğerim. Her yaptıklarına imza atarım.


Ergenekon:

Ben öyle (zamanında) tutuklandığım zaman kimse ses çıkarmadı. Benim başıma gelirse kimsenin sesi çıkmıyor ama mevki sahipleri aynı haksızlığa uğradığı vakit, “Bu hep böyle mi gidecek?” Niye benimle başlamadın bunu sormaya? Gülme komşuna gelir başına, derler.


Demokratik açılım:

25 sene bir çalkantı döneminde geçilecek. Etkiler ve tepkiler var. Ben istedim oldu yok. “Herkes laik olsun, herkes burjuva olsun. Şaraplı, balolu, kadınlı, danslı bir dünyayı emrederim, olur!” Öyle olmamış işte!


“Kadınlar sevmez ki şairleri”

Kadın kompleksinin olduğunu söyleyen Çetin Altan, şöyle diyor. “Erkek mektebinde okudum. Kadınlar beğensin, diye şiir yazardım. Edebiyat hocam beni Yahya Kemal’e götürdü. O da, ‘Kadınlar sevmez ki şairleri’ dedi.


‘Aynı evde 150 yıl’ kriteri


“Kentli olabilmek için, büyükbabanla büyükannenin de aynı parkta el ele gezmiş olması gerekir” diyen Çetin Altan, şu örneği veriyor: “150 sene aynı evde oturmadıkça kentli sayılmaz insan, der İngilizler.”