21 Ağustos 2011 03:00
Ayşe Hür - Taraf
Başbakan’ın partisinin 10. yılının kutlandığı bir iftar sofrasında “Şu mübarek Ramazan ayında, maalesef yavrularımız şehit ediliyor ve yavrularımızı şehit eden bu bölücü terör örgütüne karşı, bizler şu anda bu mübarek ay vesilesiyle sabırla devam ediyoruz. Ama unutmayın, bizim medeniyetimizin geçmişinde, o cehalet döneminde bile kimse kimseye kurşun atmaz, kan dökmezdi” demesinin üzerinden çok geçmedi, Ramazan’da Kandil’e bombalar yağdırılmaya başladı. Böylece Cumhuriyet’le yaşıt Kürt Meselesi’nin çözümü konusundaki umutlar bir kez daha söndü. Elbette, tek sorumlu devlet ve AKP hükümeti değil, PKK ve Kürt siyasal hareketinin payı da büyük. Markar Esayan’ın 18 Temmuz 2011 tarihli mükemmel yazısında dediği gibi anlaşılan taraflar henüz (artık ne ad verirseniz verin) ölmeye, öldürmeye, kan dökmeye, şehit vermeye doymamışlar. Doyana kadar bekleyeceğiz artık...
‘Haram Aylar’ meselesi
Ben İslam bilgini değilim, bu yüzden ‘mübarek Ramazan ayında’ veya Erdoğan’ın kastettiği ileri sürülen ‘Haram Aylar’da (Ramazan’dan önceki dört ayda) adam öldürülür mü öldürülmez mi bilmiyorum, onu bilsem bile laik bir ülkenin hükümet başkanının ‘hükümet etmek’ için neden dinsel referanslara başvurduğunu anlamam mümkün değil, ama bildiğim bir şey varsa, Türklerin ve Kürtlerin pek çok ortak noktasından biri, hatta bazılarına göre en önemlisi olan İslam dininin savaşa cevaz veren ayetlerinin pek bol olduğu ve İslamiyet’in tarihinde savaşsız bir dönemin adeta olmadığı. Kısacası tarih boyunca ‘haram olmayan aylarda’ bol bol öldürme, kan dökme olayı yaşanmış. Yaşanmaya da devam ediyor. Doğrusu en azından Irak’ta Şiilerle Sünnilerin birbirinin camilerini bombalarken buna riayet ettiklerine dair bir gözlemim yok.
Yahudilikte ya da Hıristiyanlıkta farklı mıydı, sorularını duyar gibiyim. Evet dinlerin tüm barışçıl iddialarına rağmen, bütün dinlerde olduğu gibi o dinlerde de şu veya bu nedenle ölmeyi, öldürmeyi emreden onlarca ifade var. Evet, o dinlerin de tarihi savaşlarla dolu ama bizi bu ülkede egemen olan dinin tarihi ilgilendiriyor. Bunun nedenini açıklamaya herhalde gerek yok.
***
Yazıya başlarken hızlı bir tarama yaptım. Kuran’da savaşla ilgili pek çok hüküm var. Bunlardan bazıları ve bu ayetleri okuduktan sonra hemen aklıma gelen sorular şunlar oldu:
• “Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter.” (Hac 39) Zulmün tanımı nedir, zulüm hangi noktaya gelince ‘cihad’a izin var?
• “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide 35) Allah’a karşı gelmenin sınırları nedir? Birine göre saçının telini göstermek, birine göre Allah’a ‘tanrı’ demek karşı gelmek sayılabilir mi?
• “Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Tevbe, 5) Ya ‘mümin’ Allah’ın söylediği sırada davranırsa, yani önce öldürürse, sonra kimi hapsedip, gözetleyecek?
• “Şüphesiz Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler.” (Tevbe 111) Bu savaşın gerekli olup olmadığına nasıl karar verilecektir? Cennet vaadini duyan bir mümin için gerekçe bulmak zor mudur?
• “Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin” (Nisa 89) Öldürecek miyiz, yoksa dost mu olmayacağız? ‘Yüz çevirmek’ öldürme nedeni olabilir mi?
• “Savaş, hoşunuza gitmediği halde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara 216) Allah, ‘siz nasılsa anlamazsınız ben size savaşın diyorsam savaşın’ mı diyor?
• “Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.” (Enfal,39) Hani dinde zorlama yoktu? (Bakara, 256) Hani “...Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüş, Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmış” (Maide,32) olurdu?
Büyük Cihad - Küçük Cihad
Kuran’da ‘cihad’, ‘harb’, ‘kıtal’, ‘ölüm’, ‘öldürmek’, ‘şehitlik’ gibi kavramların kaç kere, hangi bağlamlarda kullanıldığını da saymadım. Ama bunlardan cihad sözcüğü Arapça ‘c-h-d’ kökünden gelme olup, “bütün gücünü kullanma, çaba, gayret sarf etme” anlamına geliyor. En güvenilir Hadis âlimlerinden Tirmizi’ye (9. yüzyıl) göre Bedir Savaşı’ndan dönen Muhammed Peygamber, savaşın galibi arkadaşlarına şunu söylemişti: “Küçük cihaddan büyük cihada döndünüz!” “Büyük cihad nedir” diye sorulduğunda ise şu cevabı vermişti: “Nefisle cihad.” Günümüzde kim böyle düşünüyor? El Kaide veya İslami Cihad örgütlerinin liderleri ‘Büyük Cihad-Küçük Cihad’ deyince neyi anlıyor? Bu soruları ‘şehit’, ‘şehitlik’, ‘Dar’ül-İslam’, ‘Dar’ül-Harp’ gibi konular için de sorabiliriz. Ama bu kadarı bile, Kuran’ın savaşla ilgili konularda ne kadar yoruma açık bir kitap olduğunu gösteriyor. Bunu ben söylemiyorum tarih söylüyor. Gelin bakın İslamiyet’in ilk yüzyıllarında, Emevi ve Abbasi halifeleri bu ayetleri nasıl yorumlamışlar?
Hazreti Muhammed 27 Recep 632 günü öldüğünde, daha cenazesi kalkmadan Ebu Bekir, Ömer, Sad bin Ubade, Ebu Ubeyde, Abdurrah bin Avf, İbni Hişam gibi önde gelenler, halifenin kim olacağının pazarlığını yapmaya başlamışlardı. İlk Halife Ebu Bekir’in döneminde, Arabistan yarımadası ‘Müslüman’ oldu ama ne pahasına... İslam dünyasının Herodot’u sayılan Taberi’ye göre Ebu Bekir’in orduları “kadın, çocuk demeden demirle dağlanıp ateşte yakıldılar”. Bunlar arasında Peygamber’in sağlığında Müslüman olmuş ama Ebu Bekir’e biat etmeyen kabileler de vardı.
Hani dinde zorlama yoktu?
Peygamber’in “ne güzel kul” dediği Halid Bin Velid’in İranlı komutan Hürmüz’e yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Siz İslam dinine giriniz, emniyet ve güven içinde yaşamanıza devam edersiniz. Eğer İslam dinine girmezseniz bizim hâkimiyetimizi kabul ediniz. Zimmî olun, biz de sizi koruyalım. Başkalarının size taarruz etmesine fırsat vermeyelim. O takdirde bize cizye (haraç, baş vergisi) vermeniz gerekir. Yok, bunu da kabul etmezseniz size yapacak şeyimiz kalmamıştır. Aramızdaki hükmü Allah verecektir. Fakat biz öyle bir ordu ile gelmişiz ki bu ordunun erleri ölümü sizin hayatı sevdiğinizden fazla seven kimselerdir.”
Gerçekten de bunlar öyle ordulardı ki, İkinci Halife Ömer zamanında (634-644) Kays’ın orduları tarafından on yıl kadar bir sürede Suriye, Filistin, Mısır, Irak, Kürdistan, İran, Ermenistan, Azerbaycan, Horasan ilhak edildi. Bu ordularda bildiğimiz kadarıyla din âlimleri yoktu, erenler yoktu. Zaten olsaydı da on yıl gibi kısa sürede milyonlarca kişinin İslamiyet’i kabul etmesi mümkün değildi. Bu yüzden de, bu halkları zımmî statüsüne koymak ve cizye denen vergilere tabi tutmak meşru idi. Elbette Enfal Suresi’nin 41. ayetindeki şu emri unutmamak kaydıyla: “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir.” Geri kalanın ‘cihad’a katılanlara paylaştırılmasının Müslüman/Arap orduları için ne kadar teşvik edici olduğunu tahmin etmek zor değil.
Türklere dokunmayınız!
Ancak bütün bu teşviklere rağmen, bu ordular bugün Batı Türkistan dediğimiz coğrafyanın sınırlarını çizen Amu-Derya (Ceyhun) ve Siri-Derya (Seyhun) nehirlerinin sarmaladığı ‘Maveraünnehir’e (bugünkü Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan’ı kapsayan bölgeye) girmeye kalkmamıştı. Daha doğrusu Halife Osman zamanında (644-656) Fergana’ya geçen bir birlik Türkler tarafından katledildikten sonra cesaret edememişti. Bunda bu kadar geniş coğrafyayı zapt etmeyi, ardından da kontrol etmeyi mümkün kılacak büyük ve teçhizatlı ordulara henüz sahip olunmaması kadar, Peygamber’in Türklere ilişkin hadislerinin rolü vardı mutlaka. Bu hadislerde şu tür ifadeler vardı: “Kıyamet kopmadan az önce siz kıldan çarıklar giymiş bir milletle muhabere edeceksiniz. Onların yüzleri sanki çekişle dövülmüş derilerle kılıflı kalkan gibidir. Çehreleri kırmızı, gözleri çekiktir...” “Kuvvetli bir kavim olan Türklerle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır...” “Türkler size dokunmadıkları sürece siz onlara dokunmayınız, siza Kantura Oğullarından [Oğuzlar] gelenler ilk defa Allah’ın ümmetime verdiği mülk ve saltanatı onların ellerinden çekip alacaklardır.”
Ganimet ve haracın cazibesi
Ama Dört Halife döneminin ardından 661’de iktidarı ele geçiren Emevi halifeleri bu hadislere uymadılar. Çünkü, ganimet ve haraç orduları büyütüyordu, ordular büyüdükçe ganimet ve haraç hayatî hale geliyordu. Bazıları buna kutsal ‘cihad’ kavramını eklemek isteyecek ancak hatırlanacağı üzere ‘cihad’ ancak “Müslümanların din özgürlüğünün ortadan kalkması veya tehlikeye girmesi veya yurtlarından çıkarılmak ve inançlarından dolayı öldürülmek istenmeleri” halinde meşru idi. Arabistan’daki, Mısır’daki veya Suriye’deki gayrımüslim halkların Arap/Müslümanlar için şu veya bu nedenle tehlike oluşturduğunu iddia ve ispat etmek bir ölçüde mümkün iken Maveraünnehir’de yaşayan Türk boylarının Araplar veya Müslümanlar için bir tehlike oluşturduğuna dair tek işaret yoktu. Bu halklar Horasan’da, Buhara’da, Semerkand’da, Cürcan’da ticaretle veya tarımla uğraşıyorlar, vergilerini başlarındaki meliklere veya dikhanlara veriyorlardı. Bölgede Zerdüştlük dini hâkimdi ama Budistlerle Hıristiyan Nasturiler, Şamanistler, Maniciler barış içinde yan yana yaşıyordu. Üstelik bu dinlerin hiçbiri bölgeye savaşla girmemişti, ikna ile, propaganda ile, karşılıklı çıkarlarla yayılmıştı. Dolayısıyla bölge halkı için din uğruna savaşan ordular fikri çok yabancıydı.
Kıbaç Hatun’un direnişi
Dolayısıyla Arap orduları Ceyhun Nehri’ni aştıklarında düzenli bir orduyla karşılaşmadılar. Buna rağmen ilk Emevi Halifesi Muaviye’nin Horasan’a vali olarak atadığı Ziyad 673’te Buhara’yı kuşattığında Buhara Melikesi Kıbaç Hatun’un büyük direnişi ile karşılaştı. Ama bu direniş bir sonraki kumandan Said tarafından kırıldı ve Buhara ve Semerkand yağmalandı, halkı ve beyleri haraca bağlandı. 685 yılında halife olan Abdülmelik’in komutanı Haccac, Kâbe’yi bile mancınık ateşiyle yakmaktan çekinmeyen biriydi ve Hariciler başta olmak üzere farklı eğilimdeki Müslümanları kılıçtan geçirdi. Türk esirlerin ganimet olarak Arap ülkelerine gönderilmeleri ilk bu dönemde oldu.
705’te Abdülmelik ölüp yerine oğlu Velid geçtiğinde, Horasan’a Kuteybe adlı bir başka zalim atandı. Dönemin tanıklarından Narşahi Kuteybe’nin “dinde zorlama yoktur” ayetini nasıl kılıfına uydurduğunu şöyle anlatmıştı: “Şehrin dışında 700 büyük köşk vardı. Buhara’dan sürülen meşhur Zerdüşt zenginler burada oturuyorlardı. Gerçekte bunlar İslamiyet’e karşı inatçı kimseler oldukları için Cuma namazlarını kılmamakta en çok direnenler de bunlar idi. Hâlbuki fakirler Cuma namazı kılanlara vaat edilen iki dirhemlik nakdî mükâfatı almak için camiye koştukları halde bunların pek tabii böyle bir arzuları yoktu. Sonuç ne oldu derseniz Kuşan asilzadeleri Buhara’yı terk etmek zorunda kaldılar.”
Faryab’ın ‘Muhteraka’ olması
Kuteybe’nin Talhan’da (veya Talkan) neler yaptığını ise Taberi’den öğrenelim: “Hükmetti
ki ahalisini kılıçtan geçireler. Ne kadar kırabilirlerle kıralar. Bunun üzerine Kuteybe’nin askeri orada hesapsız adam öldürdü.” İbn-i Dahkan hikâyeyi şöyle tamamlamıştı: “Talhan’a giden yolun dört fersah (24 km.) mesafede olan kısmı asılan Türklerin cesetleriyle korkunç bir orman görünüşü arz ediyordu.”
Kuteybe başka şehirleri de yaktı, yıktı. Öyle ki Faryab’a Araplar ‘yakılmış yer’ anlamına ‘Muhteraka’ dediler. Semerkand 2 milyon 200 bin altın yıllık vergi ve 30 bin sağlıklı erkek esir, tapınak ve putlardaki altınların Kuteybe’ye verilmesi (ve de şehirde cami yapılması) koşuluyla yakılmaktan kurtuldu.
Abdülmelik’in ölmesi üzerine yeni halife Süleyman bin Velid oldu, ama Horasan’ın kaderi değişmedi. Velid’in kumandanları “Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşınız” (Bakara, 193) emri uyarınca Dağıstan’ta 14 bin kişiyi katlettiler, Cürcan yedi ay kuşatmadan sonra pes etti ve Taberi’ye göre direnişinin cezasını insan kellesiyle donatılmış dört fersahlık bir yolla ödedi. 12 bin kişi de Enderhiz Vadisi’nde katledilmişti. Tepeler gibi yığılıp kalan bu kafa, kol ve gövdeler üzerine suyun mecrası değişmişti. Yezid, bu kan nehrinin ulaştığı yerdeki değirmendeki unlarla bu suyu karıştırarak yaptığı ekmeği yemiş, böylelikle ‘Allah’a verdiği sözü yerine getirmiş olduğunu’ düşünmüştü.
II. Ömer’in adaletine ne oldu?
Peki, adaleti ile tarihe geçen II. Ömer devrinde (717-720) durum çok farklı mı oldu? Evet, Ömer fetihten çok propagandaya, iknaa dayanan bir politika izledi Türk illerinde ama Horasan’a atadığı vali Cerrah hiç de adil biri değildi. Cerrah zamanında II. Ömer’e verilen bir raporda şöyle yazıyordu örneğin: “Ey müminlerin emiri, harbeden 20 bin köle [Türk] vardır. Bunlara ne bir aylık verilir, ne de yiyecek. Ehl-i zimmetten bir o kadarı da Müslüman olmuştur. Buna rağmen hâlâ onlardan bile haraç alınmaktadır.”
Cerrah’ın sonu yıllardır Müslümanlaştırılmaya çalışılan Yahudi Hazar Türklerinin elinden oldu. Bu sefer katliama uğrayanlar Arap/Müslüman ordularıydı. 722-737 yılları arasında Türgiş Hakanı Su-Lu döneminde Emevi orduları daha da zorlandı. Ama Su-lu’nun ölümüyle, Güney Türkistan’ın Araplaşması hız kazandı. Bu dönemde ilk kez Türklerden 20 bin kişilik paralı ordu kuruldu.
Abbasilerin siyah bayrağı
Neyse ki, Emevilerin kana, zulme, baskıya, zorbalığa, ganimete ve haraca dayanan politikalarına sadece Türkler değil, Mevaliler (Arap olmayan Müslümanlar) ve Arapların alt katmanları da tahammül edemez olmuşlardı. Bir dizi ayaklanmadan sonra Ebu Müslim Horasan’da ‘Siyah Bayrağı’ açtı. 747’de Merv’e girdi. Bu bölgeden topladığı askerle ordusunu güçlendirmekle yetinmedi, Arabistan kabileleri arasındaki anlaşmazlıklardan ustaca yararlanarak son Emevi halifesi II. Mervan’ı alaşağı etti. Yeni halife Haşimilerden Ebu’l-Abbas oldu. Geriye şu sorular kalmıştı: Allah nasıl olup da Emevilerin bunca zulmüne sessiz kalmıştı? Neden bu kadar kan dökülmek zorunda kalınmıştı?
Ebu Müslim’in orduları 751 yılında Talas Savaşı’nda Çin ordularını yenince Orta Asya’nın egemenliği Arapların eline geçti. “Eğer tersi olsaydı Türklerin çoğu Müslüman değil Budist olacaklardı” diyenler haklı mı bilmiyorum fakat bu tarihten sonra İslamiyet Türklerin adeta kaderi oldu. Oldu ama Zeki Velidi Togan’a göre Türkler İslam dini, Şamanizm, Maniheizm, Budizm gibi dinlere az çok uyabilen Şiilik, Sufilik (bir tasavvuf ekolü), (veya Anadolu’da Alevilik) gibi yollarla yayıldı.
Esseffah’ın işleri
Abbasiler döneminde (750-1058) Araplık=Müslümanlık denklemi değişti. Abbasiler Emeviler gibi kavmiyatçılık yapmıyorlardı, Araplaşmaktan değil Müslümanlaşmaktan söz ediyorlardı. Din artık dağınık kabileleri, kavimleri, beylikleri, tüccar ve zadegân sınıfını, egemenlerle yönetilenleri birarada tutacak bir ideolojik yapıştırıcı olarak işlev görmeye başlamıştı. Ancak ilk Abbasi Halifesi Ebu’l-Abbas’ın adı bile ‘Esseffah’a (kandökücü) çıktığına göre varın siz düşünün bu politikaların ne kadar ılımlı (!) olduğunu. Nitekim Horasan’da halk sık sık Müslüman/Arap yöneticilerine karşı baş kaldırıyordu. İran’da Sinbad, Güney Türkistan’da İshak ve ardılı El Mukanna gibi kumandanlar, Abbasilerin siyah bayrağına karşılık isyancıların sembolü olan beyaz elbiseler giydiler. Harun Reşit’in dönemi (786-809) de ayaklanmalar dönemiydi. Onun oğlu Memun akıllıca davrandı ve Maveraünnehir’e vali olarak yerli egemenleri atadı da bu özerklik döneminde Horasan, Buhara, Semerkand, İslam dünyasının en parlak merkezleri oldular.
Türk esirlerden ordular
Arap tarihçisi Mesudi’ye göre, Mutasım daha tahta geçmeden dört bin tutsaktan kurulu bir birlik oluşturmuştu. Bunlara el işlemeli kumaştan giysiler giydirmiş, sırma işlemeli kemerler bağlatmıştı. Bu özel giysilerle, Türkleri ordunun diğer birliklerinden ayırmıştı. Halifeliğe de bu ordu sayesinde geçmişti. Mutasım döneminde (833-842) Türklerin itibarı daha da arttı. Türk paralı askerlerin sayısı Semerkant, Fergana, Uşrusana gibi yerlerden alınma suretiyle sekiz bine (bazı kaynaklara göre 25 bine) çıktı. Afşin, Boga el kebir, Boga es-Sagir, İnak, Ahmed bin Tolun, Raşit et-Türki, Aşnas, Vasıf, Hakan Urtuc, Alp Tekin, Togaç, Aybek, Besasiri gibi Türk kumandanlar Abbasi ordularının başına geçtiler.
Ama bu tarihlerden itibaren İslamiyet Türkler arasında kitlesel olarak yayılmaya başladı. Artık bir zorlamadan ziyade bir tercih söz konusuydu. Ama ‘Ak Budun’ yani yönetenler Sünni iken, ‘Kara Budun’ yani yönetilenler daha çok Şii veya Sufi idi. 950 yılında ilk Müslüman Türk devleti Karahanlılar kuruldu. 970 ila 1000 yılı arasında Oğuzlar kitlesel olarak Müslümanlığa geçti. 1040 yılında Selçuklular Gaznelileri Dandanakan’da yenince Asya’daki İslam dünyasının yeni egemeni oldular. Selçuklu Sultanı Tuğrul’un orduları 1055’te Bağdat’ı yağmaladı ve bu süreç Tuğrul’un 1058’de Halife el Kaim bi Emrillah’ın elinden taç giymesiyle tamamlandı.
Öldürmeye devam!
Kuran’ın ‘cihad’la ilgili ayetlerinin Osmanlılar döneminde nasıl yorumlandığını ise bir başka yazıya bırakalım. Bırakırken, Başbakan başta olmak üzere, dinî referanslarla yola çıkanlara hatırlatalım: Kandil’i ya da bir başka yeri bombalarken rahat olsunlar, çünkü Kuran’da savaşı, ölümü, öldürmeyi meşrulaştıran pek çok ayet var. İslam tarihi de bu konuda epey örnek sunuyor. PKK da rahat olmalı, çünkü seküler bir ideoloji olan milliyetçilik de, kan dökmeyi meşrulaştırmakta zorluk çekmez. Uzağa gitmeye gerek yok, Kürt milliyetçiliğinin üvey babası Türk milliyetçiliğinin Cumhuriyet tarihi boyunca yaptıklarına baksalar yeter. Türk/İslam sentezcileriyle ve Kürt milliyetçileri birbirini öldürmeye devam ederken, bize de Oya Baydar’ın (T24.com.tr haber sitesindeki mükemmel yazısında) dediği gibi ‘barış eşekliği’ yapmak düşüyor.
Özet Kaynakça: V. V. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, TTK, 1990; Erdoğan Aydın, Türkler Nasıl Müslüman Oldu?, Kırmızı Yayınları, 1994; a.g.y., İslamiyet Gerçeği, Cumhuriyet Kitapları, 2006; Halil Berktay, Osmanlı Devleti’ne Kadar Türkler, Cem Yayınevi, 1990; Turgut Akpınar, Türk Tarihinde İslamiyet, İletişim Yayınları, 1994; Faik Bulut, Horasan Kimin Yurdu, Berfin Yayınları, 1990; İ. Hakkı Danişmend, Türklük ve Müslümanlık, 1959; Zekeriya Kitapçı, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, Yedikubbe Yayınları, 2005.
© Tüm hakları saklıdır.