Gündem

Türkiye İnsan Hakları Vakfı: Hukuku katleden 'iç güvenlik paketi' derhal geri çekilmelidir!

'Tasarı, polisin var olan silah kullanma yetkisini daha da genişletecektir'

27 Ocak 2015 13:08

Türkiye İnsan Hakları Vakfı, torba yasada yer alan 'iç güvenlik paketi'ne ilişkin olarak, ağır eleştirilerin yer aldığı bir yazılı açıklama yaptı. Açıklamada, söz konusu paket ile iktidarın hiç bir hukuksal sınırlama ve yargısal denetim olmaksızın “gözaltına alma/hapsetme” yetkisi istediğine dikkat çekilerek, "Hukukun üstünlüğü' ve 'kuvvetler ayrılığı' ilkelerini tümüyle yok etme harekâtı olan bu Tasarı, Anayasaya, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına, daha da ötesi kamusal akla ve vicdana tümüyle aykırıdır. Derhal geri çekilmelidir!" denildi.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı'ndan yapılan yazılı açıklamanın tam metni şöyle:

AKP Hükümetinin 24 Kasım 2014 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı'na gönderdiği, 1/995 sayılı “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nın geçtiğimiz günlerde TBMM İçişleri Komisyonu’nda kabul edildiği bilinmektedir. Önümüzdeki günlerde TBMM Genel Kurulu’na gelmesi beklenmektedir.

Kamuoyunda "İç Güvenlik Paketi" olarak bilinen bu Tasarı, AKP hükümetinin demokratik denetimi ve şeffaflığı ortadan kaldırmak amacıyla yasa yapma biçimi haline getirdiği tipik bir “Torba Yasa” örneğidir. Toplam 43 maddeden oluşan bu Tasarı, başta “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu”, “Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetkileri Kanunu”, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”, “Terörle Mücadele Kanunu”, “Türk Ceza Kanunu”, “Ceza Muhakemesi Kanunu”, “İl İdaresi Kanunu” olmak üzere toplam 21 Yasada değişiklik öngörmektedir. Ancak Tasarı TBMM İçişleri Komisyonu’nda görüşülürken başka tasarılar ile de birleştirilerek 132 maddelik devasa bir “Torba Yasa” haline getirilmiş, kamuoyunu önünde tartışılmaktan açıkça kaçırılmıştır.

Tasarının genel gerekçesinde, “Son zamanlarda meydana gelen toplumsal olayların, terör örgütlerinin propagandasına dönüşmesi ve göstericilerin, vatandaşların can ve mal güvenliklerini tehdit etmesi sebebi ile özgürlük - güvenlik dengesini bozmadan yeni tedbirler alınmasının zorunlu hale geldiği” ifade edilmektedir. Haliyle torba yasa olduğu için Tasarıda başka gerekçeler bulunsa da insan hakları mücadelesi yürüten bir sivil toplum kuruluşu olarak, daha çok bu gerekçeye dayandırılan kişi güvenliği ve özgürlüğü ile ilgili düzenlemeleri değerlendirmeye çalışacağız.

Ancak, gerekçede yer alan “özgürlük - güvenlik dengesi” ifadesi üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bu kavram çifti, bir ikilem olarak 11 Eylül 2001 tarihinde “İkiz Kulelere” yapılan saldırıdan sonra dünya halklarının önüne sürüldü. Bu süreçte Devletler, “terör” tehdidini olağanüstü boyutlarda işleyerek tüm dünyayı etkisi altına alan bir güvenlik “paranoyası” yarattılar. “Özgürlük mü, yoksa güvenlik mi?” ikilemine sokulan toplumlar, militarist ve polisiye önlemlerin artırılması ve otoriter yönetim anlayışlarının güçlendirilmesine razı/mecbur edildiler. Böylelikle istisnai olan kurumsallaştırıldı ve adeta küresel olağanüstü hal rejimi oluşturuldu.

“Güvenlik” kavramı, ülkemizde de Cumhuriyet tarihi boyunca tüm iktidarların idare tarzının temel dayanağı oldu. Hak ve özgürlüklerin genişletilmesine yönelik tüm toplumsal talepler her zaman “güvenlik” duvarına çarptı. AKP İktidarı da, hep söylediğimiz gibi bir değer olarak demokrasi fikrine sahip olmadığından “güvenlik” paranoyasıyla mücehhez devlet aklı ile başından beri arasını iyi tuttu ve giderek iktidarına yönelik tehdit algısı güçlendikçe de bu aklı iyice içselleştirdi. Yeni “İç Güvenlik Paketi” de bu içselleştirme sürecinde ne denli aşama kat edildiğinin bir göstergesidir.

Aslında bir önceki yargı paketinde yeniden düzenlenen “makul şüphe” kavramı, AKP iktidarının zihniyetini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor: Bilindiği gibi AKP’nin yolsuzluklarının yargı eliyle açığa çıkarılma süreci “makul şüphe” gerekçesiyle başlatılmıştı. Uzun yıllardır Kürtlerin, solcuların ve her renkten muhaliflerin hakkında açılan soruşturmalar hep “makul şüphe” gerekçesine dayandırıldı. Yıllarca insan hakları örgütleri olarak bu duruma karşı çıktık, uygulamanın keyfiliğini ve hukuksuzluğunu dile getirdik. 17 Aralık yolsuzluk operasyonları sonrasında, 21 Şubat 2014 tarihli ve 6526 sayılı Yasa gereği yapılan değişiklik ile “makul şüphe” yerine “somut delillere dayanan kuvvetli şüphe” kavramı getirildi ve o tarihten sonra yolsuzluk soruşturması kapsamında yapılacak yeni operasyonların önü kesilmek istendi. Buna da “vatandaşlar haksız operasyonlara maruz kalıyor çokça şikâyet alıyoruz, insanların özgürlük alanlarını arttırıyoruz” şeklinde kılıf uyduruldu. Ancak daha sonra AKP, Cemaate yönelik karşı operasyonları başlattığında, kendini kurtarmak için yaptığı düzenlemenin kendi önünü tıkadığını gördü ve “vatandaşın özgürlüklerini arttırıyoruz” söylemiyle kaldırdığı “makul şüphe” kavramını “zaten eskiden böyleydi, eskiye dönüyoruz” söylemiyle yeniden getirdi. İktidarı sürdürmek kaygısıyla yasayla bu denli kolay ve keyfi şekilde oynanması emrin yasanın yerine geçtiği anlamına gelir ki, bunun adı totaliterlikten de öte bir şeydir: Modern öncesi dönemlerde görülen bir yönetim tarzı olan tiranlıktır.

Bu bağlamda değerlendirildiğinde görülmektedir ki bu Tasarı, sadece siyasal iktidarın özgürlükleri daraltma, toplumsal muhalefeti bastırmak ve polisin yetkilerini artırmak girişimi değildir. Aynı zamanda yargıyı bütünüyle devlet düzeninden tasfiye etme çabasıdır. Başka bir deyişle adli yetkileri idareye teslim ederek “hukukun üstünlüğü” ve “kuvvetler ayrılığı” ilkelerini tümüyle yok etme harekâtıdır.

Kişi Güvenliği ve Özgürlüğü Açısından Tasarıda Yer alan Bazı Düzenlemelerin Eleştirisi

Tasarı, Ceza Muhakemesi Kanununda (CMK) öngördüğü değişiklikle “toplumsal olaylar sırasında işlenen cebir ve şiddet içeren suçlar”, “Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamındaki tüm suçlar” ile “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununda yapılan değişiklikler gereği işlenen suçlar” başta olmak üzere yine katalog hale getirilen suçlarda mülki amirlerce belirlenecek kolluk amirlerine, 24 saate kadar; şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlarda ise 48 saate kadar önleyici gözaltı yetkisi vermektedir. Ayrıca tasarıda kolluk güçlerinin yukarıda belirtilen sürelerin sonunda Cumhuriyet Savcısına yapılan işlemleri bildireceği düzenlenmektedir. Kişi(ler)nin en geç 48 saat içinde, toplu olarak işlenen suçlarda dört gün içinde yargıç karşısına çıkarılacağı düzenlenmektedir.
Bu uygulama ile kişi güvenliğinin ve işkence yasağının ne denli tehdit altında olacağını söylemeye bile gerek yoktur. TİHV olarak yıllardır gözaltına alınan kişilerin işkenceyi önlemeye yönelik usul güvencelerinden yaralanabilmeleri için gözaltı uygulamalarının yargı denetimi altında yapılmasını ısrarla dile getirmekteyiz. Oysa, pek çok yargı kararından da biliyoruz ki uygulamada kolluk güçleri bu güvenceleri yerine getirmekten çoğunlukla kaçınmaktadırlar. Kolluk güçlerinin bu kaçınma davranışını Gezi Direnişi ve Kobanê Dayanışma Eylemleri sırasında en uç örneklerini gördüğümüz biçimde kayıt dışı gözaltı uygulamalarına kadar vardırabilmektedir. Sonuç olarak kolluk güçlerine verilen yargı denetimi olmaksızın gözaltına alma yetkisinin bu şekilde genişletilmesi mutlak karakterdeki işkence yasağının çiğnenmesine yol açacaktır.
 
Tasarıyla, İl İdaresi Kanununda yapılan değişiklikle doğrudan doğruya siyasi otoriteye bağlı valinin “lüzum görmesi halinde” kolluk amir ve memurlarına “suçun aydınlatılması ve suç faillerinin bulunması için” gereken acele tedbirlerin alınması hususunda doğrudan emirler verebilecektir. Böylelikle yakalama, arama, el koyma gibi acele tedbirlerle ilgili Savcı ve Yargıç varlığı/denetimi tamamen ortadan kaldırılmaktadır. Başka bir deyişle yargı gücü, vali ve kaymakamlar üzerinden hükümete/yürütmeye bağlanmış olacaktır. Bu kuvvetler ayrılığı ilkesinin tümüyle ayaklar altına alınmasıdır.
Bunun gibi “kamu düzenini ve güvenliğini veya kişilerin can ve mal emniyetini sağlamak ya da toplumsal olayları önlemek amacıyla vali tarafından alınan ve usulüne göre tebliğ veya ilan olunan karar ve tedbirlere aykırı davrananların” üç aydan 1 yıla kadar cezalandırılacağı da öngörülmektedir

Tasarıyla, “önleyici kolluk” olarak ifade edilen ve “polisin tecrübesine dayalı makul sebebi” yeterli gören durdurma ve kişilerin üstlerinin, eşya ile araçlarının aranması konusunda kolluk amirinin sözlü emri tek başına yeterli hale gelmektedir. Üstelik, arama yetkisini kullanacak “kolluk amirlerinin, İçişleri Bakanlığı tarafından belirlenecek esaslar dâhilinde mülki amirler tarafından” görevlendirilmesi öngörülmektedir. Kolluk amirinin kararının görevli hâkime sunulması için ise 24 saat süre verilmesi, kayıt dışı alıkoymaya açıkça imkân sağlamaktadır. Cumhuriyet Savcısını ve Yargıç iradesini sistemin dışına çıkaran bu düzenlemeyle yargının yetki ve fonksiyonları gasp edilmekte ve adli soruşturmaya yön veren çok önemli bir ‘koruma tedbiri’ yürütme organının etkisine açık hale getirilmektedir. Üst, eşya ve araç arama tedbirinin uygulanabilmesi için mevcut CMK md. 119’a göre hâkim kararı esastır. Ancak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet Savcısının, Cumhuriyet Savcısına ulaşılamayan hallerde kolluk amirinin istisnai olarak ve yazılı emriyle kolluk güçleri bu yetkiyi kullanabilirler. Oysa bu yetkinin kural haline gelmesiyle Cumhuriyet Savcıları, adli soruşturmanın yürütücüsü, Yargıçlar denetleyicisi olmaktan çıkacak, böylelikle kolluk güçleri ile savcılık arasında oluşacak yetki paylaşımı yurttaşların hukuk güvenliğinde ciddi zafiyetlere yol açacaktır.

 

Tasarı, mevcut Polis Vazife Salahiyet Kanunu’nda (PVSK) yer alan polisin yakalama yetkisi dışında, polisi eylemin ve durumun niteliğine göre kişileri “koruma altına almak” ya da uzaklaştırmak” şeklinde iki yetki ile daha donatmaktadır. Bu belirsiz yetkilerin de uygulamada işkenceye karşı alıkonulma anından itibaren yerine getirilmesi gereken usul güvencelerinden feragat anlamına geleceği, dolayısıyla da kayıt dışı alıkoymayı fiili hale getireceği açıktır.

Tasarı, polisin var olan silah kullanma yetkisini daha da genişletecektir. Mevcut PVSK esas itibarıyla bu yetkinin, polisin kendisine ve başkasına yönelik bir saldırı halinde kullanılabileceği belirtilmiş ve meşru savunmanın şartları aranmıştır. Tasarıya göre ise kendisine veya başkasına yönelik saldırı dışında; işyerleri, konutlar, kamu binaları, ibadethaneler, okullar, yurtlar ve araçlara yapılacak saldırılara karşı da polis silahını kullanabilecek şekilde yetkilendirilmekte, meşru savunma kavramına ise herhangi bir atıf yapılmamakta, sadece "ölçülülük" ilkesi vurgulanmaktadır. Bunun gibi saldırıya teşebbüs ihtimalini de silah kullanmak için yasal zemine kavuşturmaktadır. Kayda değer bir başka husus da, polisin silah kullanabilmesi için saldırıda bulunanın elinde ateşli silah olmasının şart koşulmamasıdır. Havai fişek, molotofkokteyli ve benzeri patlayıcı maddeler, delici, kesici aletler, taş, sopa, demir ve lastik çubuklar, demir bilye ve sapan gibi bereleyici aletler de bu kapsamda sayılmaktadır.

TİHV olarak, PVSK’de 2007 yılında değişiklikler yapılırken bunun polisin yetkilerini sınırsız ve keyfi hale getireceğinden kaygı duyduğumuzu belirtmiş ve yetkilileri uyarmıştık. 2007 yılından bu yana polisin silah kullanması sonucu 183 yurttaşımızın yaşamını yitirmiş olması kaygılarımızda ne denli haklı olduğumuzu göstermiştir. Kolluk kuvvetlerinin güç kullanımına ilişkin hem Birleşmiş Milletler (BM) düzenlemeleri (BM Kolluk Kuvvetlerinin Davranış Kuralları, BM Kolluk Kuvvetlerinin Güç ve Ateşli Silah Kullanımına İlişkin Temel İlkeler vb.) hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) md. 2’de düzenlenen yaşam hakkı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatları ile standartları, ölümcül güç kullanımının yalnızca yaşamı korumak için, gereklilik ve ölçülülük ilkeleri doğrultusunda ve son çare olarak kullanılabileceğini belirtmektedir. Tasarının bu hali ile kabul görmesi durumunda polisin orantısız/ölçüsüz/keyfi bir şekilde silah kullanması ve yargısız infaz uygulamaları artacak dolayısıyla da yaşam hakkı ihlalleri daha vahim boyutlara varacaktır.

Tasarıyla, Emniyet Genel Müdürü, Jandarma Genel Komutanı veya İstihbarat Dairesi Başkanının yazılı emriyle, polis ve jandarmanın yargıç onayı olmaksızın iletişim tespit edilebileceği, dinlenebileceği, sinyal bilgileri değerlendirilebileceği, kayda alınabileceğine dair süre, yargıcın 48 saat içinde karar verebileceğine dair düzenleme ile fiilen 72 saate çıkmaktadır. Böylelikle zaten var olan keyfi dinlemeler, haberleşmenin ve özel hayatın gizliliği ihlali gibi sorunlar daha artmış olacak, ülkede yediden yetmişe dinlenmeyen kimse kalmayacaktır. Tasarı ayrıca, atanma ilkeleri ve çalışma usulleri itibarıyla bağımsızlık ve tarafsızlığı zedelenmiş olan HSYK tarafından görevlendirilecek Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Yargıcının tüm Türkiye için tek yetkili olacağına dair hüküm getirmekte, her türlü baskı ve yönlendirme de imkânlı kılınmaktadır. Bunun gibi Tasarı bu yetkinin denetiminde Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun isterse denetim yapabileceğini ve bunu gizlilik esasına göre çalışan Türkiye Büyük Millet Meclisi Güvenlik ve İstihbarat Komisyonuna sunabileceğini düzenleyerek, bütün faaliyetleri kamuoyu denetiminden kaçırmaktadır.

Tasarı ile Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda (2911 sayılı Kanun) öngörülen düzenleme ile silah kavramı genişletilmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi havai fişek, molotofkokteyli ve benzeri patlayıcı maddeler, delici, kesici aletler, taş, sopa, demir ve lastik çubuklar, demir bilye ve sapan gibi bereleyici aletler de silah kapsamına alınmakta ve bu aletleri taşıyarak toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılmak ile yüzlerini tamamen veya kısmen bez vesair unsurlarla örterek katılmak asgari iki yıl altı ay ceza gerektiren suçlar olarak düzenlenmektedir. Ayrıca, kişilerin örgüt amblemlerini taşımak veya amblemleri üzerinde bulunduran üniformayı andırır giysiler giymek ile hiçbir sınırlama olmadan uygulanacağı açık olan “kanuna aykırı nitelikte” afiş, pankart, döviz, taşıyarak veya bu nitelikte slogan atarak toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılanlar hakkında da altı aydan üç yıla kadar hapis cezası gerektiren suç fiilleri tanımlanmaktadır. Mevcut haliyle 2911 sayılı Kanun, hakkı kullanamaz hale getiren, evrensel ve uluslararası insan hakları standartlarına riayet etmeden herhangi bir protestoyu kanunsuz ilan etmeye yarayan eski düzenleme şimdi kişileri hapis cezası ile ayrıca cezalandırabilir hale getirmektedir.

Tasarının TMK’de öngördüğü değişiklikte ise “Terör örgütünün propagandasına dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşü” gibi bir kanı ile hareket edilip; kişilerin yüzünü tamamen veya kısmen kapatarak, şiddete başvurmamaları halinde üç yıldan beş yıla kadar hapis cezası verileceği herhangi bir şiddet yaşanması yahut tanımı genişletilen yaralayıcı silahı bulundurmaları halinde ise verilecek cezanın alt sınırının dört yıl olacağı düzenlenmektedir. Görüldüğü üzere, toplantı ve gösterilerde şiddet kullanmasa bile yüzünü tamamen veya kısmen kapatanlar da ağır cezalara maruz kalabilecektir.

Ayrıca yine Tasarı ile CMK’de yapılması öngörülen değişikle yukarıda sayılan tüm eylemler, yani toplantı ve gösteri hakkının kullanımı ve propaganda fiilleri, otomatik tutuklama olarak bilinen katalog suç kapsamına alınmaktadır.

Kısacası, bu düzenlemeler gerek toplantı ve gösteri yapma özgürlüğüne gerekse ifade özgürlüğüne yönelik saldırı niteliğindedir. Yıllardır -özellikle de Gezi Direnişinden sonra çok daha sık olarak- toplanma özgürlüğünün, ifade özgürlüğüyle birlikte demokratik toplumun temellerini oluşturduğunu, dolayısıyla toplanma özgürlüğüne ve göstericilerin ifade özgürlüklerine müdahale edilmesinin demokrasiyi anlamsız kılacağını, hatta tehlikeye sokacağını her fırsatta yüksek sesle dile getirmeye çalıştık. Halen kolluk güçlerinin toplantı ve gösteri özgürlüğüne yönelik orantısız/ölçüsüz/aşırı müdahaleleri sonucu her yıl onlarca kişi yaşamını yitirmekte, yüzlercesi de ciddi yaralanma ve organ kayıplarına maruz kalabilmektedir. Binlerce kişi gözaltına alınırken yüzlerce kişi de tutuklanabilmektedir.1 Tasarı ile bu tablo daha vahim bir görüntü kazanacaktır.

Tasarıyla hem 2911 sayılı Kanunda hem de Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanununda rücu istemlerine yönelik zamanaşımını arttıran hükümler getirmiştir. Devletin gerçekleştirdiği ihlaller nedeniyle özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi tazminata hükmedilen dosyalarda Devletin adeta intikam aracına dönmüş olan rücu davaları artık yıllar boyunca insanların peşini bırakmayacaktır.

Sonuç olarak;

 Yukarıda yaptığımız kısa değerlendirmelerden de anlaşılmaktadır ki, siyasal iktidar tarafından bir “iç güvenlik reformu” olduğu iddia edilen ama aslında iktidara hiç bir hukuksal sınırlama ve yargısal denetim olmaksızın “öldürme ve hapsetme” yetkisi veren bu Tasarının bizatihi kendisi kişi güvenliği ve özgürlüğü için bir tehdit oluşturmaktadır.

Tasarının bu haliyle onaylanması durumunda vali ve kaymakamların adli kolluk amiri olduğu, kolluk amirlerinin önleyici gözaltı yetkisi bulunduğu, toplumsal gösterilere katılanların kolayca tutuklanacağı, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlanacağı, silah kullanma yetkisi genişleten polisin keyfince silahına davranacağı ve polisin her canı sıkıldığında istediği her kişinin üstünü ve araçlarını arayacağı yeni bir olağanüstü hal dönemine girmiş olacağız.

Bir bütün olarak bu Tasarı, Anayasaya, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere ve AİHM kararlarına, daha da ötesi kamusal akla ve vicdana tümüyle aykırıdır. Bu nedenle derhal geri çekilmelidir.