28 Kasım 2016 17:01
Ekonomist Mustafa Sönmez, başkanlık sistemi tartışmalarıyla ilgili olarak "Halkı hoşnutsuzluklar artmadan sandık başına çekip oldu bittiğiyle bu işi halletmeye çalışacaklar. Ama başkanlığın da çok ciddi maliyetleri var, Türkiye bu başkanlık sistemiyle bu dünya ekonomisi içinde fazla yaşayamaz" görüşü savundu. Dönmez "Erdoğan 7 Haziran seçimlerinden bu yana, birden bire rotayı milliyetçi eksene oturtup, oradan MHP seçmenini cezbetmeye ve kendi seçmenini de konsolide etmeye çalıştı, toprak bu seçmenin ayağının altından kayarsa, geçim derdine düşerse oyun bozulacak" diye konuştu.
Evrensel'den Serpil İlgün'e konuşan Mustafa Sönmez'in açıklamaları şöyle:
Doların yükselişi neden durdurulamıyor, müdahaleler işe yarayacak mı sorularına geçmeden önce meseleyi daha iyi anlamak için soralım; doların yükselişi Türkiye’yi bu denli sarsarken, örneğin Finlandiya’ya neden dokunmaz?
Çünkü dolar Türkiye’de çok özel yükseliyor. Evet, başka ülkelerde de dolara karşı yerel paralar değer kaybediyor ama Türkiye’deki kaybetme hızı daha yüksek. Dolar yükseliyor çünkü ülkeden döviz çekiliyor. Doları bir mal gibi düşünün, eğer o malın bolluğu varsa fiyatı aşağıya doğru iner, kıtlığı yaşanırsa fiyatı yukarıya çıkar. Dolar Türkiye’de bol değil, kıtlığa doğru gidiyor. Çünkü Türkiye’ye yatırım yapmış -ama bu yatırımlar fabrika vs. şeklinde değil, örneğin borsaya gelmiş hisse senedi almış ya da devlet kağıdına yatırım yapmış- “sıcak para” dediğimiz para çıkmaya başlıyor. Dolayısıyla havuzdaki dolar miktarı azalmaya başlıyor. Azalınca fiyat artmaya başlıyor.
Neden çekiliyorlar?
Sermaye sonuç olarak kâr etmeye gelir. 2009 dünya krizinden sonra Türkiye’deki kârlar dünyadaki diğer bölgelere göre daha yüksekti. Ondan dolayı buradaydılar. Şimdi ama şemsiye ters dönüyor. Başkan seçilen Trump, ABD ekonomisini canlandırmaya dolayısıyla faizleri yükseltmeye karar verdi. Bu dünyadaki küresel sermayeyi çeken bir dinamiktir. Bunun yanı sıra Türkiye içinde yabancı sermayenin rahatsız olacağı şeyler arttı.
Ne gibi?
Bir kere ekonomik olarak Türkiye’nin borçları var, döviz açığı var, bunları göz önüne alıyor sermaye. İki, ülkedeki politik iklimi dikkate alıyor. Ülkede gerilim yükseliyor, darbe girişimi oldu, Kürt sorununda yeniden çatışmaya dönüldü, buna AB ile tırmanan gerginlikler eklendi. ABD ile zaten belli bir gerginlik var. Sermaye bir ülkede yatırım yaparken sadece “ekonomiden ne kazanırım”a değil, “burası güvenli bir liman mı” diye de bakar. Üç, jeopolitik risklere bakar. Yani Ortadoğu’da savaşa girmiş, her an daha sıcak savaşlara girebilecek bir ülke olarak görüyor. Bunlara risk deniyor ve ülkeler bu risklere göre sıralandığında Brezilya’nın birinci sırada olduğu ligde Türkiye ikinci sıraya yerleşti. Bu nedenle yabancılar çıkmaya başladılar.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan, ‘telaş edilecek bir durum yok’ diyor. Doların yükselişi küresel dalgalanmaların yanı sıra ABD’de Trump’ın seçimine bağlanıyor ve iyimser açıklamalar sürdürülüyor. Diğer yandan Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nun üst üste toplanmasından bir telaş olduğu da açık. Nasıl bir krizle karşı karşıya Türkiye?
Valla kimse “yoğurdum ekşi” demez ama bu iktidar hiç demez. Bunların şimdiye kadar “bunu yanlış yaptık” dediği olmadı. Bir tek FETÖ meselesinde oldu, onda da “yanlış yaptık” demediler, “aldatıldık” dediler. Hatta CHP’yi suçladılar, “Siz fark ettiniz, neden bize söylemediniz, sizin yargılanmanız gerekir” diye! Dolayısıyla sorunu sadece dış dinamiklere bağlayıp, içerdeki seçmene “Biz pürü pakız, çok başarılıyız. Doların yükselmesi de bir doğal afet gibi dışardan oluyor, yoksa içerde her şey normal, sağlam” mesajı veriliyor. Ama bunlar hikaye. Sağlam bir ekonominin durduk yere notunu düşürmezler, sağlam bir ekonomiyi dünyada risk sıralamasında ikinci sıraya koymazlar. Kaldı ki bunun sağlamasını sermaye yapar, sen eğer sağlam, verimli bir ekonomiysen gitmez. Çünkü sonuçta dediğim gibi bu bir kâr meselesidir. Dolayısıyla bu meseleyi tamamen dış etkenlerle açıklamak bir aldatmaca, kandırmaca. Bunun hiçbir karşılığı yok. Çünkü bu işlerde içerdeki kırılganlıklar daha da belirleyici.
AKP’nin iktidarını korumasının en başat unsurlarından biri ekonomiydi. Yollar, köprüler, inşaatlar, mega projeler AKP hikayesini 14 yıl taşımıştı. Bunun artık sonuna mı gelindi? Zira şöyle yorumlar yapılmaya başlandı; Bir ekonomik kriz sonrası başlayan hikaye, yine bir ekonomik krizle sona erecek…
AKP 2001 krizinin meyvesini yiyerek iktidara geldi. O sırada dış dünyada da para bolluğu vardı ve gidecek adres arıyordu. O para Türkiye’ye gelmeye başladı. Türkiye’nin bütün derdi zaten dışarıdan para getirmektir, çünkü iç tasarrufları büyümeye yeterli değildir. O dönem umulmadık biçimde dışarıdan para gelmeye başladı, kimisi özelleştirmeden gelip TELEKOM’u, PETKİM’i, TEKEL’i aldı. Yanı sıra borsadan hisse senetleri almaya, bankaları satın almaya başladılar. Tüm bunlar sermaye girişi demek. Böyle olunca doların fiyatı düştü. Doların fiyatı düşünce o düşük kurdan borçlanmak cazip gelmeye başladı. Bütün özel firmalar borçlanmaya ve dışarıdan ucuz faizli krediler almaya başladılar, bununla ekonomi büyümeye başladı. Ekonomi büyüyünce istihdam arttı.
Ekonomik büyüme denince sanayiye dayalıymış gibi anlaşılıyor ancak bu büyüme sanayinin, tarımın, teknolojinin gelişmesiyle olan bir büyüme değil...
Tabii, hizmet sektörü ve inşaat ağırlıklı. Zaten dövizle yapılan borçlanma, içerde döviz kazanmayan, ihracata dönük olmayan yatırımlarda kullanıldı. Bu hükümetin çok umurunda değildi. Hükümet şunun peşindeydi; “Ben böyle bir büyümeyle kitleleri büyüleyeyim!” Çünkü büyüme demek beraberinde vergi demek, vergi de harcama demek. Yani yollar yapan, sağlık harcamaları yapan hatta sosyal yardımları artıran bir iktidar. Bu da seçmen kitlesini yüzde 30’lardan 40’lara, 40’lardan neredeyse 50’lere kadar çekti. Bunu AKP’nin sihirli değneği gibi yorumladılar ama değildi. Hem geçmişten alınan miras, hem dışardan gelen olumlu rüzgardan yararlanıldı. 2012’ye böyle bir rüzgarla girildi ama 2013’te bugünleri işaret eden gelişmeler art arda yaşanmaya başlandı. ABD, “Biz artık toparlanacağız ve faizi artıracağız” dedi. Bunun üzerine tekrar yabancı sermaye yüzünü ABD’ye dönmeye başladı. Ek olarak içerde başka kırılganlıklar gelişmeye başladı. Ekonomideki birkaç mesele dışında örneğin Gezi direnişi patladı, ardından FETÖ ile çatışmalar başladı, Ortadoğu’da Suriye-Irak meselesi başladı, dolayısıyla Türkiye’nin riskleri yükselmeye başladı. O zamandan beri hem riskleri, hem sırtındaki döviz borç yükünü arttırarak 2016’ya geldi. 2016 artık bütün bu risklerin tavan yaptığı bir dönem ki biraz oyalanırken filan önce bu derecelendirme kuruluşları not düşürdüler, arkasından Amerika’da Trump’ın gelişi ve sermayenin ciddi olarak çıkmaya başlaması Türkiye’yi yeniden ciddi bir krizin eşiğine getirdi. Bunu nasıl önleyecekler, ne kadar yönetme manevra alanları var, göze alabilirler mi alamazlar mı…
Göze alınamayacak ya da alınacak hareket nedir? Erdoğan’ın karşı çıkmasına rağmen faizlerin artırılması mı?
Evet, çünkü Erdoğan’ın payandası olan sermaye gruplarının önemli bir kısmı inşaat sektöründe. Konut stokları var, konutların satılması lazım. Faizler arttırılırsa bu satışlar durur. İkincisi, ekonomi genel olarak bir durgunluğa girer. Çünkü bu faizle kimse gidip bankalardan borç para almaz, kredi kartı kullanmaz, -ki hane halkının kredi kartı borçları zaten çok fazla- bir de genel olarak halkta kaygı var zaten. Yani beyaz eşya yenilenecekse yenilemeyelim, konut almayı düşünüyorsa almayalım, bir duralım tutumu çok yaygın, bu zaten ekonomiyi durgunlaştırır, ayrıca zaten uzun zamandır yatırım yapılmıyor, dış yatırımcı da iç yatırımcı da tekin görmüyor durumu, dışarıya mal satılamıyor, ihracat ciddi ölçüde gerilemiş durumda... Yüzde 11 resmi işsizlik. Tarım dışındaki resmi işsizlik yüzde 13-14, gençler arasında yüzde 20, bunun bir de iş aramayan, umudunu yitirenlerini vs’yi dikkate alırsak, yüzde 16-17’leri buluyor. Tüm bunlar hoşnutsuzlukları arttırabilir. Yani rejim, başkanlık, referandum vs için insanları sandığa götürmeye çalışırken bir anda insanlar işsizlik daha da artarsa, gelirleri düşerse, ekonomik kaygıları artarsa, o milliyetçi propagandalar etkisizleşir. Çünkü Erdoğan’ın bir başkanlık hedefi var, bunu referandum sandığına götürmeye çalışırken, sandığa çekeceği seçmenlerin de hoşnutsuz olmaması gerekir.
Erdoğan 7 Haziran seçimlerinden bu yana, birden bire rotayı milliyetçi eksene oturtup, oradan MHP seçmenini cezbetmeye ve kendi seçmenini de konsolide etmeye çalıştı, toprak bu seçmenin ayağının altından kayarsa, geçim derdine düşerse oyun bozulacak.
Dolayısıyla Anayasa ve başkanlık planlarının hızlandırılmasının temel itkilerinden biri ekonomideki olumsuz gidişat?
Tabii. Çünkü ekonomi şöyledir, dalgalar kıyıya biraz gecikmeli gelir. Tıpkı boğazda bir şilep geçer, durur güzel güzel seyredersiniz, birkaç dakika sonra onun yarattığı dalga hop üstünüze gelir, sırılsıklam olursunuz, o seyri size zehir eder! Ekonomide de öyledir, bunun etkilerini bir iki ay sonra şiddetli biçimde görmeye başlarız. İşte o etkiler tam hissedilmeden sandığın kurulması gerek.
Nitekim, Merkez Bankası’nın faiz artırımı da doların yükselişini durduramadı…
Doların yükselişini durdurmak için sert artış gerekir ama sert artışın da başka maliyetleri vardır. Bir tık arttırmak işe yaramaz, çünkü bu arada başka şeyler de oluyor. İşte Avrupa Parlamentosu’nun müzakereleri dondurma kararı. Artı Suriye’de ciddi bir sıcak çatışma yaşanmaya başlandı. Yani riskler artıyor. Bu ne kadar telafi eder onu yaşayarak göreceğiz. Ama bunu göze alamayacak, o nedenle başkanlık oylamasını hızlandıracaklar. Halkı hoşnutsuzluklar artmadan sandık başına çekip oldu bittiğiyle bu işi halletmeye çalışacaklar. Ama başkanlığın da çok ciddi maliyetleri var, Türkiye bu başkanlık sistemiyle bu dünya ekonomisi içinde fazla yaşayamaz.
AB’ye karşı Şangay’a girme tartışması yine gündemde. Tartışmanın buharı tüterken, Türkiye’ye Şanghay Enerji Kulübünün 2017 dönem başkanlığı verildi, üstelik daha üye bile değilken. Bu hamleyle kim mesaj vermiş oluyor? Türkiye mi, yoksa Türkiye üzerinden Şangay Bloku mu?
Şangay meselesi bence ciddiye alınacak bir şey değil. Bu bir Saray hamlesi. İçi boş. Şangay, Batı bloku karşısında AB gibi bir kutup olamadı. Olamadığı gibi Türkiye’nin manevra alanı yok, ayrıca Şangay’ın da Türkiye’ye “gel bize katıl” gibi bir çabası yok. Çünkü orada ete kemiğe bürünmüş bir yapılanma yok. Bu tamamen içeriye dönük bir hamle. Ya da gayet çocukça bir tür maskaralık, batıya bir tür blöf yapma, “bak koparız” filan... Nereye kopuyorsun? AB, Türkiye'nin toplam ihracatının yüzde 48,5’ini oluşturuyor. Yani sattığımız ürünlerin yarısı AB'ye gidiyor. Paramızı oradan kazanıyoruz. Şangay Beşlisi ihracatımızın içerisinde sadece yüzde 3'lük bir paya sahip. Koptuğun anda hangi üretim düzenini sürdürebilirsin? 1950’lerden bu yana Türkiye, sanayileşmesini ekonomik yapılanmasını batıya ve AB’ye yönelik oluşturdu. Kullandığı hammadeler, teknolojiler, dış borçlanmalar, ithalat bunun üzerine kurulmuş vaziyette. Bunu yapabilmek için göreli bir bağımsızlığının olması lazım, Dediğim gibi bir doğal kaynağın vs. olur da.. Türkiye’nin doğal kaynak olarak elindeki en büyük kozu İstanbul. İstanbul’u delik deşik ederek, işte rantından faydalanarak ayakta durmaya çalışıyor bu iktidar. Kanal kazmalar, ormanlarını yok etmeler vs onun da sonuna gelindi.
Ama bir süredir iktidar çevrelerinde yönü Avrasya’ya dönmek çare olarak sunuluyor biliyorsunuz...
Bunu niye yapıyorlar, şuna inandırmak için; “Başkanlık batıdan tepki görür ama öbür taraftan başkanlık gibi güçlü bir otoriteyle beraber işte enerji devi Rusya ve sanayi devi Çin’le beraber batıya kafa tutarız!” Bunun Aydınlık gibi destekçileri de var, ama boş, bomboş! Hiçbir entelektüel tartışmanın zerresini bile kaldırmayacak kadar boş. Ekonomiyi ne yapacak o zaman? Rusya ve Çin’le acayip bir dış ticaret açığına sahip. Çünkü Rusya’dan enerji alıyor ama bir şey satamıyor, Çin’den her şeyi alıyor bir şey satamıyor ama AB’ye ihracatının yüzde 50’sini yapıyor. Diyelim bir konsept olarak başkanlık sistemini ve Avrasya’yı tercih ettiniz, başkanlığı kurtardınız, peki bu 80 milyonun ekonomisini hangi sistemle, nasıl entegre edeceksiniz? Olacak iş değil! Tartışılması bile fuzuli bir mesele.
Avrupa Parlamentosu’nun müzakereleri dondurma kararına, Erdoğan’ın tonu sert yanıtları devam ediyor. AB ile ilişkilerin kopması mümkün mü?
Bence AB, Türkiye ile ipleri koparmayı istemiyor. Parlamentoda alınan kararın tek tek ülkeler tarafından onaylanması gerekiyor. Ona girmek istemiyorlar ama bu karar çok kilit olan sermayenin bakışıdır. AB’nin bunun için kalkıp da Gümrük Birliği’ni feshetmesi, ticareti askıya almasına gerek kalmıyor. Bu yeterli. Ayrıca ilişkileri bu ölçüde koparmak istemiyor, çünkü AB’nin de kendine göre menfaatleri var tabii Türkiye ile ilgili.
Erdoğan, doların yükselişine çare olarak İslam ülkelerine seslenerek ‘Gelin altına dönelim, en adil enstüramınımız altın, buradan yürüyelim’ dedi. Karşılığı var mı?
Altını da dolarla almak zorundasın. Doları nereden bulacaksın? Bu sıkışmışlık halinde özellikle iç kamuoyunu oyalamak, rahatlatmak için aklına gelen şeyi söylüyor. Yani AB’den basınç gelince Şangay diyor, 24 saat geçmeden bu kez NATO’ya diyor ki biz terörün önünde setiz, bizi güçlendirin. Ama sen Şangay diyordun, ne oldu NATO? Dolayısıyla her gün kamuoyunu oyalayacak, aklınca teskin edecek, çelişkili, birbiriyle tutarlı olmayan şeyler söylüyor. Bunların hepsi sıkışmışlığın ortaya çıkardığı hırçınlık.
Ekonomik göstergeler sarsılırken sermayenin, özellikle de AKP sermayesinin sesini neden duymuyoruz?
Onların hadlerine değil bir tepki göstermeleri. Çünkü Erdoğan’ın sayesinde büyüdüler. Ateş biraz daha kavurmaya başladığında sesleri çıkmaya başlar ama şu an Erdoğan’ın hoşuna gitmeyecek tek bir kelime ağızlarından çıkmaz.
Buna karşılık epeydir sessizliğini koruyan TÜSİAD’dan ses çıkmaya başladı. TÜSİAD’ın ‘Gidişattan fazlasıyla endişe duyuyoruz’ açıklaması, Trump’ın iktidara gelmesinden alınan cesarete de bağlanıyor. Ne dersiniz?
Evet, Trump’tan bir cesaret bulduklarını zannediyorum ama aynı zamanda canları yanmaya başladı. Müzik çalarken çok güzel dans ediyorlardı. OHAL’den, OHAL’in getirdiği baskı ikliminden de -grev yasaklarından, ücret baskılanmalarına- yararlandılar. Testilerini doldurdular ama şimdi başlarına gelecekler kapıya dayanınca seslerini çıkarmaya başladılar. Bir de şunu görüyorlar; Türkiye kapitalizmi 700-800 milyar dolarlık bir ekonomi haline gelmiş, yabancı parayla da olsa bu dünyadaki hiyerarşide belli bir yere oturmuş, bunu dünyayla çatışarak devam ettiremez. Özellikle de dünyaya hükmeden Batının politik değerleriyle uyum içinde götürmek zorundasın. Onlarla çatışarak, onların istemediği şeyleri yapmaya kalkarak, hatta kendinden menkul bir bölgesel güç havalarına girerek bunu yapamazsın. Yaparsan öğütürler adamı. TÜSİAD bunu görüyor. Aslında bu AKP içinde de görülüyor. Abdullah Gül geçenlerde TÜSİAD’da çıkıp konuştu, “AB ile çatışmak bizim hayrımıza değil, çünkü o sayede büyüdük” dedi.
Dolayısıyla Gül, esas olarak AKP sermayesinin hissiyatını dillendirdi...
Evet, AKP içindeki kesimlerin hislerine tercüman oldu. Tayyip Erdoğan’ın şerrinden korkarak ağzını açmayanlar bu sayede hislerine tercüme buluyor. Kriz üstlerine doğru ciddi bir yangın olarak geliyor, o noktaya gelindiğinde bence çatırdamaya başlar.
Dünyada neoliberal sistemin tıkanmaya başladığı, yerini kapitalist-korumacı yeni bir söyleme bırakacağı analizlerine siz nasıl yaklaşıyorsunuz? Trump’ın seçilmesi, sağ, milliyetçi eğilimlerin dünyanın başka yerlerinde de yükselmeye başlaması, durgunluk tespitleri yapılan dünya ekonomi cephesine nasıl yansıyacak?
Trump her politikacı gibi radikal söylemlerle geldi. Amerikalı beyaz işçi sınıfına dokunan ırkçı ya da ABD’nin kendi iç pazarını yeniden canlandırması gibi içe dönme söylemleri… Ama bunlar söylem. Amerika’nın ve dünyanın realitesi artık 1930’ların realitesi değil. Köprülerin altında o kadar sular akmış, sermaye o kadar uluslararasılaşmış ki, hiçbir sermaye kendi kabuğuna çekilmez bu saatten sonra. Ama her sermayeyi -ki 2008-2009’da da oldu- kendi devletini, kendi şirketlerini koruma konusunda zorlar. Amerika’nın yapacağı şey de o. Trump, özellikle ABD orjinli çok uluslu şirketlerle çatışarak yol alamaz ama en azından şunu deneyecek; içerde alt yapı yatırımlarına ağırlık verecek, bütçe açığını göze alarak ekonomiye bir canlılık katmaya çalışacak, onla beraber sermaye ihtiyacı olacak. Bunun henüz çalışıp çalışmayacağını, dünya ekonomisini durgunluktan çıkarıp çıkarmayacağını bilmiyoruz. Bu bir deneme. Küresel kriz bütün kitlelere işsizlik, yoksullaşma getirdi, o kitlelerin bir kısmı sağa meylederek bunu yanıtladılar, birçok ülkede sağ partiler kazanmaya başladı, ama işte Yunanistan’da başka türlü oldu, İspanya’da, İtalya’da başka olacaktır. Hala çalkantı halinde, tam bir düzen kurulmuş değil.
Böylesi olağanüstü büyük krizler için tabi ki -geçmiş iki deneyimden de bildiğimiz gibi- savaş bir düzeltici unsurdur. Ama artık dünyanın bunu göze alabilmesi de kolay değil, daha lokal, daha başka tür çatışmalar gündeme geliyor. Belirsizlik devam edecek. Dünyanın yeni baştan uzun süreli bir yeniden büyüme ve istikrar bulma imkanının henüz belirtileri yok. Arayışlar var ama belirtiler yok.
Türkiye’ye yansımaları ne olacak peki?
Türkiye gibi ülkelere bunun getireceği faturalar var. ABD gemisini yeniden yüzdürmeye çalışırken, belirttiğim gibi bunu Türkiye gibi ülkelere geçici gitmiş sermayeyi çekerek yapacak. Dolayısıyla Türkiye’den tutun Brezilya’sından Güney Afrika’sına sermayenin kaçışı bu ülkelerde ciddi bir inişi beraberinde getirecek. Buna uyum sağlayabilen biraz gemisini doğrultabilir, sağlayamayan çöker. Uyum sağlamada da sadece ekonomik faktörler değil, politik faktörler, jeopolitik faktörler ve bunları yönetebilme becerisi önemli. Türkiye bu riskleri azaltırsa giden sermayenin bir kısmı geri gelebilir. Ama bu da bu kurulu düzen içinde bütün bu antidemokratik icraattan vazgeçmesini, Kürt meselesini barışçıl bir düzleme çekmesini, çoğulculuğu kabullenmesini, parlamenter rejimin iyi kötü işlemesini sağlaması, Ortadoğu’da ateşi büyüten adımlardan vazgeçmesini, yasama, yürütme yargı arasındaki güç dengelerine riayet etmesini, dolayısıyla başkanlık saçmalığından vazgeçmesini filan gerektiriyor. Bunu yaparsa bu zarar daha az hasarla atlatılır. Ama tersi olursa bundan bütün toplum çok ciddi bir şekilde zarar görür. Ekonomik olarak göreceği zararın dışında, politik hürriyetler açısından da ciddi zarar görür ve ciddi bir iç çatışma ihtimali daha da yükselir.
AKP yönetimi, saydığınız başlıklardan geri adım atacağa benzemiyor. İç çatışma ihtimalini büyütme pahasına riskleri arttırmaya neden devam ediyor?
Çünkü bagajlarında çok ciddi suç dosyaları var. Başka türlü oynamaları mümkün değil. Yüce Divan korkusu var ve bundan yırtmanın tek yolu olarak başkanlığı ele geçirme ve geriye sünger çekme derdindeler. Bunu sürdürmeye mecburlar. Bu yüzden sadece kendisini değil, bütün toplumu uçuruma çekiyor.
Bunu onaylamayan, itiraz eden, endişesi, kaygısı artan büyük bir kesim var, uçurumdan düşmek istemiyor. Ne yapmalı?
Uçurumdan aşağıya düşmek istemeyenler bu katara binmeyecekler. Son anda el frenini çekmeyi başaracaklar. Okkanın altında sadece alt sınıflar değil, sermaye sınıfının farklı kesimleri de okkanın altında. Sonuna kadar dünyadaki demokratik kurum, kuruluş ne varsa onlarla da dayanışarak, içerde de elde ne imkan varsa bütün bunlarla sonuna kadar direnilmesi gerekiyor.
Suriye'nin El Bâb bölgesinde, TSK’nın hedef alındığı ve üç askerin hayatını kaybettiği saldırı sonrası senaryolar muhtelif. Sizce bu saldırı Suriye’de savaşa girme olasılığını güçlendirdi mi?
Türkiye’nin Suriye’deki duruşu başından beri aleyhine. Büyük aktörler ABD’sinden Rusya’ya kadar Türkiye’den ayrı bir yerde duruyorlar. Bölgedeki Kürt unsurlar, hem Şii eksen diye tabir edilen İran, Irak ve Suriye rejimi, büyük aktörlerle yan yana dururken Türkiye çatışır durumda. Türkiye neye güvenerek çatışmaya girecek? NATO’ya mı, Suriye diyecek ki ben hala devletim, senin burada ne işin var? Kimseye bir şey anlatamaz. Suriye ordusuna müdahale Rusya’dan da tepki görecektir. Dolayısıyla Türkiye bunu sineye çekmek zorunda kalacak. Türkiye sıcak bir savaşa girerse baştan kaybeder. Çünkü ABD’nin de Rusya’nın da Erdoğan’la ilgili hiç iyi şeyler düşünmediğini biliyoruz. Erdoğan ve partisi Trump’la ilişkiler konusunda tersi bir algı yaratmaya çalışıyor ama hiç ilgisi yok. Erdoğan’ın elindeki tek kozu seçmen. Bu kadar bir seçmen kitlesini arkasına almış görünmesi dünyanın elini ayağını bağlıyor. Bunu korumaya, bu canlı kalkanla yaşamaya çalışıyor.
© Tüm hakları saklıdır.