29 Eylül 2014 10:27
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanlığı’nı devretmeden önce Türkiye’ye gelen Jose Manuel Barroso, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerini değerlendirirken, Türkiye’de yaşanan gelişmelere de değindi. Barroso, Türkiye’nin AB üyeliği için, “Katılım müzakereleri; değişim, kamusal tartışma ve reformların ilerletilmesi için çok büyük potansiyel taşıyor. Üyeliğe giden kestirme bir yol yok. Türkiye’nin bu kamusal tartışmadan da, reformlardan da, AB ile gerçek bir ortak angajmandan da geçmesi gerekiyor” dedi.
“Gerçekçi olmamız gerekiyor; şu noktada artık katılım müzakerelerinde ilerleme sağlamaya ihtiyacımız var” diyen Barroso, “Bu ancak Türkiye’nin hukukun üstünlüğü ve temel haklarla ilgili eksiklerini ciddi biçimde ele almasıyla mümkün olabilir. Kıbrıs’taki çözüm görüşmelerinde yakalanacak bir başarı da bu süreci önemli ölçüde kolaylaştırabilir” diye konuştu.
İnternet Yasası’nın ifade özgürlüğüne ve internet özgürlüğüne aykırı olduğunu vurgulayan Jose Manuel Barroso, “Son yaşanan örneklerden biri, ne sektör temsilcilerine ne de kullanıcılara danışılmadan İnternet Yasası’nda aniden yapılan beklenmeyen değişikliklerdi. Ne yazık ki o değişiklikler hem genel olarak ifade özgürlüğünde hem de internet özgürlüğü özelinde kısıtlayıcı bir yaklaşımı yansıtıyor. AB Komisyonu’nun güçlü şekilde dile getirdiği kaygılar, AB ile Türkiye arasında bu konularda acilen daha yakın bir işbirliği gerektiğinin altını çizer nitelikte” dedi.
Ocak ayında dönemin Başbakanı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile bir görüşme yaptıklarını söyleyen Barroso, yolsuzluk iddialarının Türkiye’nin imajını zedelediğini anlattığını ifade etti. Barroso, “Yolsuzluk iddialarına verilen karşılığın Türkiye’nin dışarıdaki imajı açısından ne kadar yıpratıcı olduğunu anlattım. Bunu kendisine tam olarak böyle söylemiş olmamın nedeni AB-Türkiye ilişkilerinin iki taraf için taşıdığı büyük potansiyel ve önem” dedi.
Gezi Parkı direnişini “değer” olarak gördüğünü belirten Barroso, “Gezi, insanların günlük hayatını etkileyen kararlarda söz sahibi olmak isteyen canlı bir sivil toplumun hikâyesi. O reformlarla büyüyen bu çocuklar sonuçta seslerini yükseltiyor. Bu insanlar Türkiye için şanstır. Bu insanlar geleceğiniz için bir tehdit değil, bir değerdir” diye konuştu.
Hürriyet gazetesinden Cansu Çamlıbel’in sorularını yanıtlayan AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye’nin AB ile yürüttüğü üyelik müzakerelerini değerlendirdi. Çamlıbel’in “Üyelik için kestirme yol yok” başlığıyla yayımlanan (29 Eylül 2014) röportajı şöyle:
AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso bugün Dünya Ekonomik Forumu’nun “Bölgesel kalkınma için kaynakları harekete geçirmek” başlıklı özel toplantısına katılmak üzere Türkiye’ye geliyor.
Bu ziyaret aslında Barroso için başkanlığı sırasında üzerine epey mesai yaptığı Türkiye’ye veda niteliği taşıyor. Zira kasım ayında koltuğu, kendisinin aksine Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakmayan Lüksemburglu siyasetçi Jean Claude Juncker’e bırakacak. Jose Manuel Barroso, halefiyle ilgili kesinlikle soru almıyor. Ancak İstanbul ziyareti öncesinde yaptığımız röportaj, başında bulunduğu kurumun strateji ve politikalarının kişilere göre değişmeyeceğini ima eden ince mesajlarla dolu. İstanbul’da Başbakan Ahmet Davutoğlu ile de bir araya gelecek. Ve Türkiye’nin yeni hükümetine şöyle diyecek; ‘Başarmak için birbirimize ihtiyacımız var’.
İstanbul’da yapacağınız ikili görüşmelerde daha çok hangi konuları gündeme getirmeyi planlıyorsunuz?
Başbakan Ahmet Davutoğlu ile görüşmemde iki tarafın da çıkarlarını ilgilendiren konuları ele alacağız. Elbette Suriye de gündeme gelecek. Türkiye’nin sığınmacılar için yaptıkları olağanüstü. Birkaç gün önce Avrupa Birliği, Suriye ve sınırındaki ülkelere tahsis ettiği yardım bütçesini 215 milyon Euro kadar arttırdı. Bu yeni yardım paketinin 50 milyon Euro’su insani yardımlar, 165 milyon Euro’su ise uzun vadeli gelişmenin desteklenmesi için kullanılacak. Türkiye’de görüşmelerime dönersek, sivil toplum temsilcileriyle de bir araya geleceğim. Onlarla temel haklar, AB-Türkiye ilişkilerinin genel gidişatı ve elbette ülkenizde sivil toplumun rolünü konuşup tartışmayı arzu ediyorum. iş dünyası ile bir araya da geleceğim. Anlayacağınız kısa bir ziyaret ama gündemi oldukça zengin. Türkiye’nin bizim için ne kadar stratejik ve anahtar bir ortak olduğunu gösteren bir ziyaret.
Türkiye ile müzakerelere başlama kararının alındığı 2005’ten bu yana Ankara’nın “aday ülke” olarak performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle şunu söylemek isterim; AB-Türkiye ilişkileri neredeyse Avrupa Birliği’nin kendisi kadar eski. Yakın ortaklarız, bu ortaklığı sürdürmek ve derinleştirmek kati suretle kritik bir önemde. Avrupalıların da, Türklerin de bu ortak çıkarı gayet iyi anladığını düşünüyorum. Türkiye son 10 yıl içinde muazzam değişimlerden geçti. En göz kamaştırıcı değişim ise, 2001’deki büyük krizden sonra devreye sokulan zorlayıcı ama akıllıca reformlar sayesinde hiç tartışmasız ekonomide yaşandı. Türkiye yıllık ortalama yüzde 5 büyüme oranı ile çok daha zengin bir ülke haline geldi. Avrupa Birliği’ne katılımın ekonomik kriterlerinden biri olan, işleyen bir piyasa ekonomisi haline gelerek G-20 kulübüne girdi. AB müktesebatına uyum sağlama konusunda da Türkiye ilerleme kaydetti. Siyasi kriterler açısından ise biliyorsunuz karşımızda karmaşık bir resim var. Bir yanda hiç tartışılmayacak ilerlemeler var ancak diğer yanda ise hukukun üstünlüğü ve temel haklara ilişkin birçok endişe var.
AB Komisyonu’nun bu ‘karmaşık’ diye nitelendirdiğiniz tablodan çıkabilmesi için Türkiye’ye yardım etmeyi öngören bir stratejisi var mı?
Bu noktada, Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin reformlarına her zaman arka çıktığını vurgulamak isterim. Türkiye, AB’ye katılım öncesi yardım fonlarından en fazla yararlanan ülke. 2007-2013 arasındaki dönemde toplamda 4,8 milyar Euro yardım aldı. Bir sonraki dönemde, yani 2014-2020 arasında, Türkiye 4,5 milyar Euro’dan faydalanacak. Stratejik öncelikler arasında, hukukun üstünlüğü ve insan hakları dahil olmak üzere, siyasi reformlar ve demokratikleşme, sosyal gelişme ve sosyal içerme, düşük karbon salınımlı, kaynak verimli bir ekonomiye doğru ilerleme, artan arabağlantısallık ve AB müktesebatına uyum yer alıyor.
Türk hükümetinin geçen haftalarda açıkladığı yeni AB stratejisi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Yeni Türk hükümetinin Avrupa yolundaki çalışmalarını canlandırmayı hedefleyen bir AB stratejisi ortaya koyması elbette memnuniyetle karşılandı. Bizim Türk tarafında görmek istediğimiz de Avrupa’ya böylesi açık bir bağlılıktır. Açıklanan strateji çerçevesinde detaylı eylem planlarını ve takvimleri görmeyi dört gözle bekliyoruz.
Avrupa’da bazı siyasetçilerin bu kadar büyük ve çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin AB’nin karakterini değiştireceğine yönelik kaygılara sahip olduğu sır değil. Avrupa’nın Türkiye konusundaki isteksizliğin gerçek nedeni bu mu? AB gerçekten de bir Hıristiyan kulübü mü?
Avrupa Birliği her şeyden önce, insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı gibi değerlerin birliğidir. Bu değerler, AB’nin Kurucu Antlaşması’nda ve Temel Haklar Şartı’nda yer alır. Tarihsel ve kültürel geçmişi ne olursa olsun, her aday ülkenin bu evrensel değerleri paylaşması ve onlara uyumlu hale gelmesi beklenir. Bu nedenle de AB için basitçe “dini bir kulüptür” demek yanlış olur. Ancak elbette Türkiye’nin AB üyeliği hedefi konusunda kamuoyumuzda dile getirilen büyük kaygılar var. Bunu dillendirenler de sadece siyasetçiler değil. Muhakkak ki bu kaygıları çok ciddiye almamız gerekir. Bu kaygılar şu temel mesele etrafında dönüyor; Türkiye kadar büyük bir ülke ahenkli bir şekilde Avrupa Birliği’ne entegre olabilecek mi?
Bu soruya sizin yanıtınız nedir? Türkiye’nin ahenkli bir biçimde Avrupa Birliği’ne entegre olabileceğine inanıyor musunuz?
Ben sorunun cevabının Türkiye’nin kendisinde olduğuna inanıyorum. Günün sonunda, ülkenizin üyeliğe hazır olup olmadığıyla ilgili genel algı Türkiye’nin bazı alanlarda çalışmaya gönüllü olduğuna dair irade ve inandırıcılık ortaya koymasına bağlı. Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklar gibi kilit alanlardan başlayarak AB’nin tüm değer ve standartlarına saygı gösterilmesi ve bunların güçlendirilmesi gerekiyor. AB Komisyonu tüm bu çabalar sırasında bu alanlardaki uzmanlığı ve katılım öncesi yardım fonları kanalıyla Türkiye’ye destek olmak için orada. Defalarca söylemiş olduğum gibi ben şahsen katılım sürecinin getirilerine yürekten inanıyorum. Ancak sonuçta, sahada gelişme göstermesi gereken ve bunu yaparak AB vatandaşlarının kalplerini ve akıllarını kazanması gereken Türkiye’nin kendisi. Bunun karşılığında bizim de genişleme sürecini sürdürmemiz gerekiyor ki Türk vatandaşlarının kalpleri ve akılları da Avrupa projesinde kalmaya devam etsin.
Yaklaşık 8 ay önce, ocak ayında, Brüksel’de o zaman Başbakan olan Tayyip Erdoğan ile görüştünüz. Ortak basın toplantısında Türkiye’de yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla ilgili kaygılarınızı dile getirdiğinizi hatırlıyorum. Erdoğan’ın size güçler ayrılığı prensibinin korunacağı konusunda garanti verdiğini de söylemiştiniz.
Aslına bakarsanız son görüşmemiz o değil. Bu ay başında Galler’de yapılan NATO zirvesinde de bir araya geldik. Recep Tayyip Erdoğan ile dostane bir ilişkim var. Kendisini yıllardır tanıyorum. Gerçekleştirdiği cesur reformları –ki bunların arasında Kürt sorununun sonunda çözülebilmesi için ortaya konulan son çabalar da var- takdir ediyorum. Ocakta beni ziyarete geldiğinde gerçek bir dost olarak açık yüreklilikle konuştum. Yolsuzluk iddialarına verilen karşılığın Türkiye’nin dışarıdaki imajı açısından ne kadar yıpratıcı olduğunu anlattım. Bunu kendisine tam olarak böyle söylemiş olmamın nedeni AB-Türkiye ilişkilerinin iki taraf için taşıdığı büyük potansiyel ve önem. Yaşanan gelişmelerin ortak yolumuzun ana aracı olan katılım müzakereleri üzerindeki olası etkisinden duyduğum kaygıları dile getirdim.
Peki Türk hükümeti bunları konuştuğunuz tarihten bu yana sizin dile getirdiğiniz kaygılar karşısında verdiği sözleri tuttu mu?
Bu noktada size yıl içinde Komisyon tarafından yapılan ve bizim bu konularda süregelen kaygılarımızı içeren –ki bu kaygılar haziran ayında yapılan Ortaklık Konseyi toplantısında da dile getirildi– açıklamaları hatırlatmak isterim. Bu hususlarda ayrıntılı bir değerlendirme biliyorsunuz önümüzdeki hafta açıklanacak İlerleme Raporu’nda ortaya konacak. Neyse ki Türk Anayasa Mahkemesi Twitter ve YouTube yasaklarını da içeren, telaşla yapılmış, en zararlı yasal düzenlemeleri iptal etti. Bütün bunlar hukukun üstünlüğü ve temel haklarda Türkiye ve Avrupa (hem AB Komisyonu’nu hem de Avrupa Konseyi’ni kastediyorum) arasında daha yakın bir angajmanın gerekliliğini ortaya koyuyor. Gerçekçi olmamız gerekiyor; şu noktada artık katılım müzakerelerinde ilerleme sağlamaya ihtiyacımız var. Ve bu ancak Türkiye’nin hukukun üstünlüğü ve temel haklarla ilgili eksiklerini ciddi biçimde ele almasıyla mümkün olabilir. Kıbrıs’taki çözüm görüşmelerinde yakalanacak bir başarı da bu süreci önemli ölçüde kolaylaştırabilir.
Türkiye’deki basın ve ifade özgürlükleriyle ilgili kaygılarınız devam ediyor mu?
Bildiğiniz gibi ifade özgürlüğü Avrupa Birliği’nin üzerine kurulduğu temel değerlerden biridir. AB’ye aday olan ya da aday olma hevesinde olan ülkelerin katılım süreçlerinde bu konuya çok dikkat ediyoruz. Basın özgürlüğünün seviyesi bir ülkedeki demokrasinin olgunluğunu tartmak açısından önemli bir göstergedir. Dolayısıyla da bu alandaki gelişmeleri çok yakından takip ediyoruz ve her sene İlerleme Raporu’nda medya özgürlüğünün durumunu değerlendiriyoruz.
Son yaşanan örneklerden biri, ne sektör temsilcilerine ne de kullanıcılara danışılmadan İnternet Yasası’nda aniden yapılan beklenmeyen değişikliklerdi. Ne yazık ki o değişiklikler hem genel olarak ifade özgürlüğünde hem de internet özgürlüğü özelinde kısıtlayıcı bir yaklaşımı yansıtıyor. AB Komisyonu’nun güçlü şekilde dile getirdiği kaygılar, AB ile Türkiye arasında bu konularda acilen daha yakın bir işbirliği gerektiğinin altını çizer nitelikte. Katılım müzakereleri yasaların kademeli olarak uyumlulaştırılması ve yürürlüğe konulmasıyla sınırlı teknik bir süreç değildir. Müzakereler, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan haklarında ortak bir anlayışa ve paylaşılan değerlere dayalıdır.
Geçen sene yaşanan Gezi Parkı protestolarıyla ilgili kişisel hafızanızda ne kaldı? Gezi üzerinden Ankara ile Brüksel arasında soğuk rüzgârlar esmesine neden olan bir süreç yaşandı. O dönemi nasıl yorumluyorsunuz?
Ben Gezi’yi, Türkiye’nin dünyaya açılım sürecinde ve son 10 yılda yapılan reformlarla büyüyen bir genç kuşağın öyküsü olarak görüyorum. Gezi, insanların günlük hayatını etkileyen kararlarda söz sahibi olmak isteyen canlı bir sivil toplumun hikâyesi. O reformlarla büyüyen bu çocuklar sonuçta seslerini yükseltiyor. Bu insanlar Türkiye için şanstır. Bu insanlar geleceğiniz için bir tehdit değil, bir değerdir.
Daha önce de söylediğim gibi İstanbul’da bazı sivil toplum temsilcileriyle buluşma fırsatı bulacağım. Sivil toplum kuruluşlarının yaptığı çalışmalara muazzam bir önem veriyoruz. STK’lar ülkenizin AB’ye entegrasyon sürecinin tamamlayıcı unsurlarıdır.
Türkiye’deki sivil toplumun performansını genel anlamda nasıl buluyorsunuz?
Son yıllarda Türkiye’de çok aktif bir sivil toplumun ortaya çıkışına tanık olmaktan çok memnun olduğumu söylemem gerek. Ülkenizde 90 bini aşkın dernek var ve bunlara üye olanların sayısı 7 milyonu geçmiş durumda. 4000 tane de vakıf var! Sivil toplumun Türkiye’nin siyasi hayatındaki rolünü tam olarak yerine getirdiğini görmeyi umut ediyorum. 2020’ye kadar Türkiye için ayırdığımız mali fonlardan faydalanacak temel grup sivil toplum olacak. Sivil toplumun girişimleri için şimdiden 180 milyon Euro gibi hatırı sayılır bir miktar öngörüyoruz.
Türkiye hâlâ AB için önemli mi? Eğer Avrupa Türkiye’yi kaybederse ne olur?
Söyledim, yine söylüyorum; Türkiye, AB için kilit bir ortak olmaya devam ediyor. Bu AB Konseyi ve AB Komisyonu tarafından defalarca dile getirildi. Eminim bu yaklaşan İlerleme Raporu’nun da belli başlı mesajlarından birisi olacaktır. Ekonomik krizden enerji güvenliğine, göçten terörizme kadar AB’nin karşı karşıya olduğu temel sorunlara bakın. Bunların hepsinde Türkiye hem AB için stratejik bir ortak hem de çözümün bir parçası olarak ortaya çıkıyor. Türkiye’nin –aynı zamanda AB’nin de komşu bölgesi olan– komşu bölgelerinde oynadığı kritik rol ortada. Türkiye’nin uzun süredir bir milyon Suriyeli sığınmacıya ve son olarak da Kürt mültecilere sağladığı sığınma çok etkileyici. Ama bu sorunlarla baş edebilmesi için Türkiye’nin de AB’ye büyük ölçüde ihtiyacı var. Başarmak için birbirimize ihtiyacımız var. İşbirliğimiz için henüz el atılmamış büyük bir potansiyel orada duruyor. Bunun içinde dış politikadan terörle mücadeleye, ekonomi, ticaret, enerji, göç politikası ve vize diyaloğuna kadar pek çok alan var. Tüm bunlardan dolayı da Türkiye’yi kaybetmekle ilgili en ufak bir düşüncem dahi yok. Ortak sorumluluklarımız ve çıkarlarımız var. Ortak çıkarlarımızın gücüne bakınca neyse ki öylesi bir senaryonun gerçekleşme olasılığını görmüyorum.
Türkiye’nin AB yolculuğundaki kritik kavşaklarda siz hep orada oldunuz. 17 Aralık 2004’te liderler adaylığa yeşil ışık yaktığında da, 3 Ekim 2005’te saatler durdurulduğunda da hep oradaydınız. Tüm bu süreçlere dair unutamadığınız anılarınızdan paylaşmak istediğiniz birkaç tane olur mu?
Komisyon Başkanı olarak ülkenizi ilk kez 2008’de ziyaret ettim. Ülkenize büyük bir saygım var ve buraya gelmek her zaman büyük bir keyif. Bu ziyaretleri daima ülkenizdeki farklı pozisyonları, hassasiyetleri ve gelecek vizyonlarını anlamak için bir vesile olarak gördüm. Genişleme, AB içinde her zaman bitmeyen ve ateşli tartışmaların konusu olmuştur. Bu tüm geçmiş genişlemeler için de geçerlidir. Biliyorsunuzdur, İngiltere iki tarafta da uzun yıllar süren tartışmaların ardından 1973’te üye oldu. Hem İspanya’nın hem de benim ülkem Portekiz’in 1986’daki üyeliği birkaç üye ülke tarafından başlatılan zorlu tartışmalardan geçti. AB’nin büyüyüp genişlemesinin tartışmalı bir konu olduğu doğru. Ama AB yeni üyeleri içine almaya hazır olmak zorunda. Daha da önemlisi, genişleme politikamız toplumların dönüşümüne yardımcı olmak için önemli bir araç. Katılım müzakereleri; değişim, kamusal tartışma ve reformların ilerletilmesi için çok büyük potansiyel taşıyor. Üyeliğe giden kestirme bir yol yok. Türkiye’nin bu kamusal tartışmadan da, reformlardan da, AB ile gerçek bir ortak angajmandan da geçmesi gerekiyor.
Portekizli siyasetçi, 1970’lerde ülkesinde siyasete atılmadan önce uzun yıllar akademisyenlik yaptı. Lizbon Üniversitesi, Cenova Üniversitesi, ABD’deki Georgetown Üniversitesi ve son olarak da Lusiad Üniversitesi’nde sosyal bilimler ve uluslararası ilişkiler dersleri verdi. Ülkesinde 1974’te yaşanan ‘Karanfil Devrimi’ sırasında etkin rol üstlendi. 1980’de Sosyal Demokrat Parti (PSD)’ye katıldı. 1992-1995 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı, 2002-2004 yılları arasında başbakanlık yaptı. AB Komisyonu Başkanlığı için ismi üzerinde uzlaşma sağlanınca başbakanlığı bıraktı. 1 Kasım 2004’ten beri iki dönemdir yürüttüğü AB Komisyonu başkanlığını kasım ayında Lüksemburglu siyasetçi Jean Claude Juncker’e devredecek.
© Tüm hakları saklıdır.