Türk sineması için mihenk taşı kabul edilen filmlerden olan 'Şoför Nebahat' filmiyle hafızalara kazınan Sezer Sezin Taraf'ın Salı ekine verdiği röportajda sinemaya başlaması, oynadığı filmler, Türk sinemasının gelişimi, bugünkü durumu ve projelerini anlatıyor.
***
Türk sinemasının ilk yıldızı: Sezer Sezin
Otuz altı yaşında, kariyerinin zirvesinde sinemayı bırakırken, aralarında Şoför Nebahat gibi klasikleşmiş filmler de bulunan 32 filmi geride bırakır Sezer Sezin. Atilla Revüsü'nde başlayan oyunculuk serüveni Erman Kardeşler'e, Türk Eksport Film'e ve Sezer Sezin Tiyatrosu'na kadar bir çok kuruma uzanır. Oyunculuğunun yanı sıra başarılı yapımlara da imza atan Sezin, Türk sinemasının da günümüze kadar gelişimine tanık olur. Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin 28 kasım ile 4 aralık tarihleri arasında üçüncüsünü gerçekleştireceği Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali'nde, Muhterem Nur ile birlikte Sinema Onur Odülleri'ne layık görüldü Sezer Sezin. Her yıl Türk sinemasına emeği geçen sanatçılara verilen Onur Ödülleri bu yıl da Semir Aslanyürek, İzzet Günay, Sevin Okyay, Necip Sancı, Ali Sönmez ve Fırat Yücel'den oluşan Festival Danışma Kurulu'nun oy birliğiyle seçildi.
İki oyuncu da Türk sinema tarihinde Sinemacılar Dönemi olarak bilinen 1949-1959 yıllan arasında oynadıkları filmlerde, teatrale kaçmayan doğal oyunculukları; oynadıkları karakterlere kattıkları güçlü etki ile sinemamızın İlk kadın starları olmalarının yanı sıra, ithal filmlerin sinema salonlarına seyirci çektiği bir dönemde, Türk seyircisinin yerli filmlere olan ilgisini arttırmasına yönelik sağladıktan katkı ile bu ödüle değer görüldüler.
Muhterem Nur ve Sezer Sezin'e ödülleri, 28 kasımda Bursa Merinos Kültür Merkezi'nde yapılacak olan festivalin açılış gecesinde verilecek, ödül öncesinde Türk sinemasının ilk yıldızı Sezer Sezinle biraz oyunculuğundan, biraz anılarından ama en çok da sinemadan konuştuk.
Sinema'ya başlama serüveninizi anlatır mısınız? Gazeteci, seyirci, eş-dost bana hep sunu sormuşlardır; 'Nasıl sanatçı oldunuz?" İçimden gülerek hep şu cevabı vermek isterdim; "Vallahi ben de anlamadım. Bir gün yolda yürürken kafama bir saksı düştü. Bir de baktım ki, sanatçıyım" ama cevabım hep aynı olmuştur, "Ben böyle doğdum. Sanat insanın doğasında vardır.”
Annem beni bir gün, 10 veya 11 yaşlarındaydım, sinemaya götürdü. Film Marco Polo'ydu, Gary Cooper'in oynadığı. İşte o gün sinemaya âşık oldum. Her gün, sıra arkadaşım Ömer'le okuldan kaçıp sinemaya gitmeye başladık. O yaşlarda oyuncu olmaktan başka bir şey düşünemiyordum.
Annem beni, bu sinema tutkumdan, oyuncu olma isteğimden ötürü Eminönü Halk Evi'ne yazdırdı. O zamanlar 12 yaşlarındaydım. Kral Oidipus’u oynuyorduk. Oyuncular, ismini hatırladıklarım, Renan Fosforoğlu, Lebibe Çakın, mızrak tutan gençler de Sadri Alışık, Bülent Koral'dı.
1940'lı yılların başıydı. Okuldan kaçıp Türk filmlerinde figüranlık yapmaya başladım. İlk olarak da Muhsin Ertuğrul’un yönettiği Yayla Kartalı ve Talat Artemel'in yönettiği Hürriyet Apartmanı filmlerinde figüranlık yaptım.
İlk başrol teklifi ne zaman geldi? 1944 yıllarıydı, artık hastalık derecesinde sinemaya düşkündüm. Bir yandan da bale dersleri alıyordum. Annem gazetede Atilla Revüsü'nün ilanını görünce beni oraya götürdü. Çok büyük bir revüydü. Dışardan sopranolar getirildi. Gazeteler Balkanların en büyük revüsü diye yazmışlardı. Atilla, Taksim Gazinosu'nu tiyatro haline getiren ilk kişiydi.
Ben revüde hem dans ediyordum hem de başrol oynuyordum. Bu benim için çok büyük bir şanstı. Ama fazla sürmedi. Maalesef revü bir, bir buçuk ay devam edebildi. İstanbul'un nüfusu o yıllarda 1 milyon bile yoktu. Gelen izleyici, revünün maliyetini karşılamadı.
Atilla Revüsü'nde oynarken, Ersezler Film'in sahibi Necip Ersez beni görmüş ve oyunumu çok beğenmiş. Çekmeyi düşündüğü Köroğlu filmi için bana teklif getirdi. Refik Kemal'in yönettiği filmin kadrosunda Gülistan Güzey, Nebile Teker, Hulusi Kentmen ve şehir tiyatrosundan Mümtaz Eren vardı. Köroğlu’nda çok beğenildim.
Daha sonra Sezer Sezin Türk sinemasına damgasını vurdu... Hürrem Erman'la tanıştıktan sonra benim ısrarlarım sonucu ortak olarak Erman Kardeşler Filmi kurduk. 1945 yılıydı. Temel Karamahmut’un kuzeni Fikret Arifin Güzel Yuanna isimli kitabından çok etkilenmiştim. Filmi Seyfi Havaeri yönetti ama istediğimizi veremediğinden son bir iki sahneyi Lütfi Akad tamamladı.
Ben senaryonun hazırlanmasında yardımcı oldum. Arap filmlerinden gördüğüm ne kadar güzel dramatik sahne varsa filme doluşturdum. Amacım bu filmle ses getirmek ve sinemacılıkta ilerlemekti. Bunda da muvaffak olduk.
Hürrem, "film bir hafta oynasın sana kürk alacağım" dedi. Kürk beni hiç alakadar etmiyordu. Beni sinema ilgilendiriyordu. O dönemde filmler iki, en fazla üç gün oynuyordu. Taksim Sineması'nda. Bize de zorla yer açmışlardı.
Damga, Türk sinemasına damgasını vurdu ve dört hafta vizyonda kaldı. Zaman olmadığı için dört haftadan sonra kaldırıldı. O güne kadar görülmemiş bir şeydi bu. Bütün Anadolu çalkalandı Damga’yla. Sezer Sezin artık yollarda yürüyemez oldu. Herkes benden "kızım, evladım" diye bahseder oldu. Hemen ardından, ikinci filme başlamamız lazımdı. Halide Edip Adıvar’ın eseri Vurun Kahpeye’yi okuduk ve Halide Edjp'le tanışıp hakkını satın aldık. Filmi Lütfi Akad yönetti. Vurun Kahpeye filmiyle Türk sinemasında Lütfi Akad'lı yıllar başlamış oldu.
Türk sinemasını sanayi haline getiren de bu iki film oldu. Damga ve Vurun Kahpeye filmlerinden sonra Anadolu'dan, İzmir'den, Ankara'dan birçok insan, malını mülkünü satıp, film yapmak için İstanbul'a doğru yola çıktılar. Ve her şey değişti. Türk filmleri parladı. Yeni yönetmenler, yeni kameramanlar yetişmeye başladı. Gelen bu yapımcılar şimdi Yeşilçam dedikleri Küçük Bayram Sokak'ta ikâmet ediyorlardı.
O yıllardan günümüze, Türk sinemasının gelişimini değerlendirir misiniz? 1940'lı yıllarda Türk filmleri yok denecek kadar azdı. Arap filmleri Taksim Sinemasını istila etmişti. Diğer sinemalarda da Amerikan filmleri oynuyordu. Çok nadir, yeni yeni başlayan Fransız filmleri gelirdi. Ancak Türk izleyicisinin bir kısmı Arap, bir kısmı da Amerikan filmlerini izlerdi.
O yıllarda sinema filmlerinde tiyatro oyuncuları rol alıyordu. Özellikle, saygı ve sevgiyle andığım Muhsin Ertuğrul, arkasından Faruk Genç ve Baha Gelenbevi kısıtlı imkânlarla, şehir tiyatrosu oyuncularıyla film yaparlardı. Koşullar hakikaten de kısıtlıydı. Bir iki tane film stüdyosu ancak vardı. Çekimler, filme göre değişkenlik gösterse de iki, üç ay kadar sürerdi.
Günümüzde sinema için bir mücadele verildiğini görüyorum. Duvara Karşı ve Eşkıya oldukça umut veren filmlerdi. Birçok başarılı oyuncu yetişiyor. Özellikle televizyon dizilerinin iyi oyuncular yetiştirdiğini düşünüyorum. Elbette teknik olarak da birçok ilerleme kaydedildi. Zaten böyle olmaması da imkânsızdı. Işığı, kamerası, sesiyle ilerlemeler yaşandı. Ancak, benim sinemaya başladığım 1940'lı yıllardan günümüze kadar geldiğimizde, yetmiş yıllık bir süreçten bahsetmiş oluruz.
Yetmiş yıllık bir süreç için Türk sinemasının bugün geldiği nokta yeterli midir? Bence hayır. Türk sineması istediği yere gelip oturmuş değildir henüz. 75 milyonluk bir ülkede, bir milyon izleyici alan bir filmi coşkuyla karşılamamız da bir tuhaf.
İpek Yolu Film Festivali'nde onur ödülü alıyor olmanız neler hissettirdi? Bu alanda verilen ödülleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Çok güzel bir his. Antalya'dan da onur ödülü için teklif geldi ama rahatsız olduğum için gidemedim. Tansiyonum nedeniyle uçağa binmeye cesaret edemedim. Ödüller bir anlamda motivasyon kaynağı oluyor. Ben verilen ödüllerin sinemaya bir destek olduğunu düşünüyorum.
Bir oyuncunun sinemadaki başarı kriteri nedir? Bir oyuncu nasıl olmalıdır? Seyrettiğinizde kendisini değil de oynadığı rolü görüyorsanız o başarılı oyuncudur. Oyununun kalıbına girebiliyorsa başarmıştır. Rolünü en iyi taktim eden, halka o duyguyu verebilen, izleyiciyi alıp götürebilen benim için iyi bir oyuncudur. Önemli olan Sezer Sezin değil Şoför Nebahat’taki Nebahat, Vurun Kahpeye'deki Aliye öğretmendir.
Sizin günümüzde beğendiğiniz, gelecek vaat ettiğini düşündüğünüz oyuncular var mı? Birçok oyuncu var. Dizilerin iyi oyuncu yetiştirdiğini düşünüyorum. Artık çekim anlamında film ile dizi arasında çok fark göremiyorum. Çoğu insan "manken" deyip burun kıvırıyor. Ben buna karşıyım. Çok güzel oynayanlar var. Öteki tarafta okulunu bitirmiş ama çok kötü oynayan oyuncular var. İnsanın doğasında varsa bu iş olur. Yoksa manken veya başka bir meslekten gelmiş olması önemli değil. Oyunculuk doğasındadır bir insanın. Varsa vardır yoksa yoktur. Bunların tartışılması bile bana ters ve ayıp geliyor.
Takip ettiğiniz yönetmenler kimler? Son yıllarda Çağan Irmak'ın filmlerini beğeniyorum. Ustalardan Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Memduh Un beğendim yönetmenler. Bir de Elia Kazan. Çok beğendiğim bir yönetmendir.
Daha çok hangi filmleri izliyorsunuz? Ben Amerikan sinemasını seviyorum. Türkiye'deki sinemacılara bir göz atarsak hepsinin sinemayı Amerikan sinemasından öğrendiklerini söyleyebilirim. Yıllar evvel Amerikan filmlerini piyasadan çekmek istediler. Kesinlikle karsı çıktım "siz okulları kapatmak istiyorsunuz" dedim. Ben bir Amerikan filmi izledikten sonra sinemaya aşık olmuş bir insanım.
Gerçekleştirmek istediğiniz bir projeniz var mı? Yapmak istediğim bir iki projem var hâlâ. Ben oyunculuğu her ne kadar bıraktıysam da içim bırakmadı. Ekseri bu konuda hüzünlenirim. Bunca zamanda birçok teklif geldi. Ama beni sinemaya döndürecek bir projeyle karsılaşmadım henüz.
Televizyon dizilerinin de yayın politikalarına pek güvenmiyorum. Yaptığınız iş birden yayından kaldırılabilir... Ama yüz yaşında dahi olsam, sevdiğim bir proje gelirse oynamaz mıyım, elbette oynarım.
Bugün neler yapıyorsunuz? İçinde bulunduğunuz çalışmalar var mı? Ayrıca bir kitap hazırlığı içindeydiniz. Ne durumdalar? Projeleri pazarlayabilmiş değilim. Böyle bir pazarlığa da giremeyeceğim. Anılarımı anlattığım kitabımın yazım aşaması aşağı yukarı bitmiş durumda. Biraz tembellik ettim. Ama şu anda görüşmelerim devam ediyor. Bu kitapta 1940’lı yıllardan bu yana kendi hayat hikayemle birlikte Türk sinemasının gelişimini ayrıntılarıyla anlatıyorum. İyisiyle, kötüsüyle, hayatımla ilgili ne hatırlıyorsam bu kitaba topladım.
İlgili haberler:Altın Portakal’da festival nişanı Filiz Akın’ın