Deniz Seki olayıyla kokain sorunu ahlaki ve yasal açıdan bir kez daha tartışılmaya başlandı. Oysa bir zamanlar en büyük sanayi kuruluşları eroin fabrikalarıydı. Kokain ise bohem hayatın vazgeçilmeziydi.
"I feel like a hero! (Kahraman gibi hissediyorum)." 1897'de ilaç firması Bayer'in mühendisi fareler üzerinde denediği ilacı kendisine enjekte edip böyle bağırdığında, dünya ilk sentetik uyuştucuru ile tanışmış oldu. Bayer, keskin ağrıları dindiren ilacın adını, mühendisine hissettirdiği o ilk duyguya istinaden "Heroin" koydu. Ne var ki, aspirin ile aynı anda keşfedilen heroin, kısa sürede devasa bir bağımlılar ordusu yarattı ve insanlığın en büyük karabasanlarından biri böylece başladı.
Şarkıcı Deniz Seki'nin dramatik hikayesinin üzerine Yıldız Tilbe'nin kokain yüzünden dayak yediği haberlerinin memleketin ağır siyasi halet-i ruhiyesinin tam ortasına düşmesi, uyuşturucu tarihimizin sisli sayfalarını aralamaya vesile oldu. Ne vakit uyuşturucudan söz açılsa; eroin avama, kokain havasa (elitlere) layık görülür. Uyuşturucu tarihimiz bu bölünmeye gayet uygun ilerledi aslında.
Taksim'de Japonlarla ortak eroin fabrikası kuruldu
Türkiye'nin toplumsal haritasının derin kodlarını gizleyen 1920'li ve 30'lu yıllar, uyuşturucu tarihimiz açısından da hayli renkli manzaralarla dolu. Gazeteci Cengiz Erdinç'in ortaya çıkardığı ve "Overdose Türkiye" kitabında yayımladığı belgelere göre, Batılı ülkeler 1912'de Lahey Afyon Sözleşmesi'ni imzalayıp eroini yasadışı ilan eder ama Osmanlı Devleti oralı bile olmaz. Türkiye de Osmanlı'nın bu konudaki mirasını bir süre devam ettirir. Genç cumhuriyete yatırım için gelen ilk yabancı konuklar oldukça ilginçtir. 1926'da hükümetin aldığı kararla, Japonlarla ortak, Taksim'de Mecidiye Kışlası olarak bilinen yere tarihimizin ilk yasal "eroin fabrikası" kurulur. Fabrikanın getirdiği kazanç karşısında 1929'da Haliç kıyılarında Eczayı Tıbbiye ve Kimyeviye (Etkim) adıyla ikinci fabrika açılır. Hiç vakit kaybedilmez, üçüncü fabrika aynı yıl Kuzguncuk'ta Türk Eczayı Tıbbiye ve Kimyeviye Şirketi (Tektaş) adıyla faaliyete geçer. Fabrikanın başına da daha sonra başbakanlık yapacak olan dönemin Meclis Başkanvekili Hasan Saka atanır. Erdinç'in verdiği bilgilere bakılırsa o yıllarda Türkiye'nin 27 sanayi kuruluşu vardır ve bunlarının tamamının yıllık cirosu 2 milyon liradır. Oysa üç eroin fabrikasının cirosu tam 15 milyon lirayı bulur.
Ekonomi, uyuşturucu ile dinamizm kazanmıştır kazanmasına lakin, ucuzlayan eroin hemen herkesimden insanı hızla kendine bağlamaktadır. İşin siyasi cephesi daha da vahimdir. Özellikle uyuşturucuya karşı amansız savaş başlatan ABD basınında Atatürk ve İsmet İnönü uyuşturucu taciri olarak resmedilir. Genç cumhuriyetin bu talihsiz imajını silmek için Atatürk, 1933'te nihayet hükümet kabinesini toplar ve tek sözle toplantıyı noktalar: "Eroin fabrikaları kapanmıştır."
Mazhar Osman Bey'in çabası yetersiz kaldı
İstanbul sokaklarına ağır ağır sinen dumanlı havayı ilk gören Bakırköy Akıl Hastanesi'nin Başhekimi Mazhar Osman Bey'dir. Henüz 1928'de yazdığı bir makalesinde "Japon kıyafetindeki bir şeytan karşımıza çıktı" diyecektir. Zira, o günlerde kapısını çalan bir deri bir kemik kalmış hastaların neredeyse tamamının Japon eroin fabrikasının işçileri olduğunu farketmiştir. Uzun tedavi ve gözlemler sonucunda şöyle yazacaktır, Mazhar Osman Bey: "İlk heroinmanlar bana Japon fabrikasından geliyordu. Fabrikaya sapasağlam giren bu Türk ameleler yaparken koklamaya mecbur kaldıkları heroin tozu yüzünden yemeden içmeden kesiliyor, günden güne zayıflıyor, ayakta duramayacak hale geliyor, valeryana düşkün kediler gibi mutlaka o kokuyu arıyor ve en sonunda da patron ‘sen hastasın' diye on para tazminat vermeksizin suyu sıkılmış limon gibi kapı dışarı atıyordu..." (M. Osman, Keyf Veren Zehirler, 1934)
Mazhar Osman Bey'in işaret ettiği tehlikeyi Şişli Fransız Hastanesi'nde "Emraz-ı Akliye ve Asabiye" uzmanı Dr. Hüseyin Keman da dile getirir: "Birkaç sene evvelisi Taksim'de kurulan Japon fabrikası sayesinde bu zehir bugün pek çok genci mahveden, berbat eden bir iptila şeklinde memleketin genç, ihtiyar hatta çocuk yaşında birçok insanlarda ve her sınıfı içtimaiye mensup zavallılarda görülmektedir." Dönemin uzmanları kısıtlı imkanlar içinde yaptıkları tıbbi araştırmalarla durumun vehametini ahaliye anlatmaya çabalarken, eroin argosu sokakta kendini çoktan ezberletmiştir bile: Oroin, beyaz, curu, maden, preze, mal, mek...
Mazhar Osman, avamı eroin konusunda uyarırken, o sıralar adı yeni yeni duyulmaya başlanan kokain üzerine de incelemeler yapmaktadır. Ne var ki, hazırladığı uyuşturucu kitabında müptelasına rastlamadığı için bilimsel sonuçlarını veremediği bu yeni sinsi habise ahlaki bir öfke göndermekle yetinir: "Kokain insanı fahişeliğe ve kötü yola düşüren en önemli etkendir."
Beyza Hanım'a sevdalı edebiyatın beş silahşoru
Nitekim kokain, tıpkı bugünkü gibi o yıllarda da sosyetik gecelerin, bohem hayatının önemli bir figürüdür. Kokain üzerine enteresan bilgilerin kaynağı ise İstanbul'un gece hayatını keyifle kaleme alan, gazeteci Fikret Adil'dir. Öyle ki, Fikret Adil'in Asmalımescit'teki 74 numaralı evi, dönemin edebiyat ve sanat camiasının merkez üssü gibidir. Adil, 1933'te yayımladığı "Asmalımescit 74" adlı kitabında bohem hayatın gizli sırlarını bir bir deşifre eder. Kimler uğramaz ki Asmalımescit 74 numaraya: Necip Fazıl, Eşref Şefik, Mesut Cemil, Nazım Hikmet, Peyami Safa, Elif Naci, İbrahim Çallı... Türk edebiyatının mukaddesatçı ve çağdaş köşe taşları evin müdavimleridir. Adil, kitabında bohem takımının kokaine verdiği ismin "Beyza Hanım" olduğunu anlatır: "Beyza Hanımı tanır mısınız? Tanımazsanız tanıyanlara sorun. Pek nefis bir şeydir. Beyza Hanımın ağuşuna düşenler ordan ayrılamazlar. Aynı zamanda birçok aşığı vardır. Fakat hiç biri ötekisini kıskanmaz, onu herkes ayni derecede sever. Greta Gabro bile Beyza Hanıma aşıktır."
Ressam İbrahim Çallı'nın Üsküdar'daki atölyesinde zaman zaman kokain geceleri yapıldığını söyleyen Necip Fasıl da anılarını topladığı "Babıali" kitabında yine Beyza Hanım'dan bahseder: "Beyza Hanımefendi adı ve sanıyla kokain... Küçük bir şişe içinde naftalin gibi pırıl pırıl, ince ve beyaz bir toz... Bu şişenin içine ruhu hapsedilen bir kadındır ve ismi Beyza Hanımefendi... Beyza Hanımefendinin etrafında beş kara sevdalı... Eşref Şefik, Fikret Adil, Mesut Cemil, Peyami Safa, Elif Naci... Genç Şair (kendisidir), içkiden sonra bohem halkasının tepesine binen ve onları deve gibi güden Beyza Hanımefendiden ne anladıklarını merak etmiş ve şu izahı almıştır: Müthiş bir şey! Tecrübe edersen anlarsın ve Beyza'nın sırlarını bizden daha güzel dile getirirsin..." (Soner Yalçın, Siz Kimi Kandırıyorsunuz.)
Edebiyatın bu güçlü kalemleri yazdıkları hemen tüm eserlerinde Beyza Hanım'dan söz ederken, Türk romanının belki de en güzel eserlerini veren Ahmet Hamdi Tanpınar'ın da bir aralar Beyza Hanım'a uğradığını edebiyat profesörleri İnci Enginün ve Zeynep Kerman'ın günyüzüne çıkardıkları günlükler sayesinde geçen yıl öğrendik. Baştan sona hayal kırıklıklarıyla dolu günlüklerde iki satır hemen dikkati çeker: "Peyami ile birkaç defa kokain de çektik. Fakat, verdiği baş ağrısı tahammül edebileceğim gibi bir şey değildi."
Uyuşturucu bu topraklarda çok eski elbette. Ama o bile, Türkiye'nin siyasi ve ekonomik hayatına uygun ilerliyor. Tüm tartışmaların avam/elit olarak bölündüğü bir ülkenin haliyle uyuşturucu tarihi de farklı olmuyor. Eskilerin deyimiyle "avama beyaz şeytan, havasa Beyza Hanım" dönemi hükmünü hiç yitirmiyor...
Afife Jale'nin hazin öyküsü
İstanbul sosyetesinin en hazin kokain trajedilerinden birisi Afife Jale'nin hikayesidir. İlk Türk kadın tiyatrocu olarak adını tarihe yazdıran Afife Jale, çalkantılı hayatınde henüz genç yaşlarda kokain ile tanıştı. Artık ayakta duracak hali kalmadığında dostları O'nu Mazhar Osman Bey'in hastanesine kaldırdı. 1941 yılında, 39 yaşındayken tüm vücudunu esir alan kokain yüzünden yaşamını yitirdi.