Gündem

Turgay Oğur: Hayrunnisa Gül gibi belediye başkanlarına ihtiyacımız var

'Ankara’nın kasvetinin çöktüğü Köşk, dünyadan her türlü kişiyi ağırlayabilecek bir köşke dönüşebiliyor; Köşk haberleri çıktığında ekranın ışığı değişiyor, arka plandan alışık olmadığımız bir kalite ve estetik akıyor'

16 Ocak 2014 19:10

Turgay Oğur, Türkiye'de şehirleşmenim çarpık, kentlerin 'çirkin' olduğunu öne sürerek, "Tabii çirkinliğin standart olduğu yerde gözler bir süre sonra görmemeye başlıyor. Bu hale alışılıyor, içselleştiriliyor. İtiraz edenler, güzelini yapmaya çalışanlar Sevan Nişanyan gibi hapse atılıyor ya da çalışılması zor patron oluyor. Takıntılı oluyor. Hiçbir şeyi beğenmeyen ‘Hanımefendi’ oluyor. Cumhurbaşkanı’nın eşi Sayın Hayrünnisa Gül oluyor" dedi. Oğur, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül'ün Çankaya Köşk'ünde yaptığı değişiklikleri örnek gösterip överek, "En büyük dileğim yaklaşan belediye seçimlerinde Bayan Gül kadar rahatsız adayların başkan olmasıdır. Şehirlerimizin güzelleşmesine en az Marmaray kadar ihtiyacımız var" diye yazdı.
Turgay Oğur'un Zaman'da bugün (16 Ocak 2014) yayımlanan 'Hayrunnisa Gül ve Süpermen' başlıklı yazısı şöyle:
Süperman serisindeki büyük bir mantıksal boşluğu son filmde doldurmuşlar. Süperman bir mikroskop gibi görüyor ve dünyanın tüm seslerini işitiyor.
Peki Süperman bu detaylı manzara ve bu korkunç gürültü karşısında çıldırmadan nasıl yaşayabiliyor? İşte, 2013 model Süpermen’de önce bu üstün özelliğinden kaynaklı müthiş bir rahatsızlık yaşadığına şahit oluyoruz. Kulakları dünyanın tüm sesleriyle doluyor. Sonra ustası ona hangi sese konsantre olması gerektiğini öğretiyor.  
Neyse ki biz ölümlüler belirli büyüklükteki cisimleri görebiliyoruz ve belirli bir frekans aralığındaki sesleri işitebiliyoruz. En temiz elde bile milyonlarcası olan korkunç görünüşlü mikropları (Bakınız hijyen malzemeleri reklamları) Allah’tan göremiyoruz ya da dünyanın dönüşünün uykuları haram edecek büyüklükteki gürültüsünü ve karıncaların ayak seslerini duyamıyoruz, iyi ki alt ve üst frekans tahdidi var.  
Bananeciler, vurdumduymazlığın konforunda yaşamak isteyenler, fabrika ayarlarımızdaki sınırları kalın bir dudak payı bırakarak kullanıyorlar. Sınırları zorlayanları ise oldukça rahatsız bir hayat bekliyor. Hele de Türkiye’de yaşıyorsa. Hele hele de Rize’den Batum’a seyahat ediyorsa.  
Dükkânlarından bereket taşan, binalarının çarpık çurpukluğu gözleri yoran Karadeniz sahil şeridinin son model yolundan ilerleyerek Sarp Sınır Kapısı’na ulaşıyorsunuz.  
Adeta ‘bir Karadeniz turuna bir yurtdışı seyahat bedava’ kampanyası ile pasaport olmadan ‘Batum’a bir bakıp çıkacağım kardeş’ diyen yerli turistler ve kış için battaniye stoku yapmış Gürcülerle dolu Sarp, insanların sağa sola koşturduğu, arabaların en küçük bir planlama olmaksızın gelişigüzel park edildiği bir mahşer yerini andırıyor.  
Sarp Gümrük binası TOBB tarafından yeni yapılmış. Yol boyunca size eşlik eden mimarisizliğin büyük amcası bir bina ile karşılaşıyorsunuz. Önce küçük bir delikten saman kâğıda basılmış A5 boyutunda bir form edinmeniz gerektiğini bilmeniz gerekiyor. Şansınız varsa mürekkebi bitmemiş bir tükenmez kalem bulup ayaküstü formu dolduruyorsunuz. Tüm bunlar açık havada oluyor. Kar ve yağmur durumunda saman kâğıdı formunuza zarar gelmemesi için tüm vücudunuzla üzerine abanmanız gerekiyor. Ardından, kırpılmaya giden koyunları tek sıraya sokmak için yapılmış geçit darlığında, çocuk arabasıyla zahmetsizce gidilemeyecek kadar engebeli, hava ceryanından felç geçirmenin işten bile olmadığı bir koridordan yürüyerek Gürcü tarafına geçiyorsunuz.  
O da ne! Modern sanat sayılabilecek bir yapı geliyor karşınıza. Kafkasya’ya kaçmış bir Avrupa şehrine gelmiş gibi hissediyorsunuz. Girintili çıkıntılı bir forma sahip gözlem kulesi, bizim tarafın eski bir havaalanından çıkma kulesine her bakışta meydan dayağı atıyor. ‘Georgia’ yazısı zarif ve özel bir font ile binanın geniş alınlığına adeta işlenmiş gibi. Gürcüce, İngilizce ve Türkçe olmak üzere üç dilde yazılmış yönlendirme levhalarının yardımıyla istikametinizi bulmakta zorlanmıyorsunuz. Bizdeki her tarafı açık dar koridorun muadili yarım daire çizen geniş bir tünelden yürüyerek pasaport kontrol noktalarına ulaşıyorsunuz. Polisler tek tek herkesin fotoğrafını çekiyor. Çocuklu aileler sıranın başına alınıyor.  
Son olarak da headsetli hostes kızlar size hoş geldin diyor ve ülkesine buyur ediyor.
Türkiye’den gelenler için eziklik daha yeni başlıyor. On kilometre sonra erişilen Batum şehir merkezinde; Çarlık Rusya’sı ve bağımsızlık sonrası yapılmış binalar, Sovyet döneminin kabalığını da örtercesine üç farklı dönemin estetiğini yansıtan bir resmi geçitte karşınıza diziliyor. Trabzon’da, Rize’nin gelişigüzel dizilmiş, hiçbir tarzı olmayan, birçoğu sıvasız binaları ile karşılaştırıldığında, iki gram milli gurur taşımayanların bile yüzünü patlıcan moru rengine büründürecek bir tablo ile yüzleşiyorsunuz. Muhteşem parkalar ve artistik formda heykelleri ile sınırımızın az ilerisindeki bu küçük Acara şehri nasıl bu kadar güzel olabilir ya da bu şehrin 80 km batısındaki şehirler nasıl bu kadar çirkin olabilir?  
Sadece Trabzon ve Rize mi? Kayseri, Afyon, Diyarbakır, Tekirdağ, Muğla, Hatay, Elazığ. İstanbul’da tarihî yarımadayı ve Boğaz’ı çıkar, geri kalan şehir. ‘Gez dünyayı gör Konya’yı’ tekerlemeleri ve ‘Malatya, Malatya bulunmaz Eşin’ şarkılarıyla kendimize yaşattığımız illüzyondan uyanalım ve hep birlikte itiraf edelim. Şehirlerimiz çok çirkin. Bir noktasında durup 360 derece döndüğümüzde gözümüze hiçbir çarpıklık takılmayacak tek bir şehrimiz yok.  
Şu anda havada olan uçakların içindeki milyonlarca turistin % 90’ı insan yapısı bir şehri görmeye gidiyor. Şehir, insanoğlunun en önemli icadı. Bütün marifetlerini gösterdiği bir sergileme alanı. Medeniyetin arşivi. Şehir, içinde barınan insanlara rengini vuran bir ideoloji. Adeta bir tür kalıptır. O kalıbı dolduran akışkan maddeye kendi şeklini verir. İşte bu yüzden çirkin binalardan oluşan şehirlerimizde evlerimizin içi de kelimenin tam anlamıyla çirkin. Birbirinden uyumsuz eşyalar, ruhu daraltan renkler, hayatı zorlaştıran hacimler.  
Neticede dış dünyamızdaki çarpıklıklar ruh halimize yansıyor. Davranışlarımızı sertleştiriyor. Tahammül sınırlarımızı aşağı çekiyor. Tabii çirkinliğin standart olduğu yerde gözler bir süre sonra görmemeye başlıyor. Bu hale alışılıyor, içselleştiriliyor. İtiraz edenler, güzelini yapmaya çalışanlar Sevan Nişanyan gibi hapse atılıyor ya da çalışılması zor patron oluyor. Takıntılı oluyor. Hiçbir şeyi beğenmeyen ‘Hanımefendi’ oluyor. Cumhurbaşkanı’nın eşi Sayın Hayrünnisa Gül oluyor.  
Çankaya Köşkü’nde insanlara nasıl kök söktürdüğünü, bir kâğıda basılacak kırmızı renk için kaç defa prova baskı aldırdığını, kabulleri süsleyecek çiçek arajmanları için kaç kombinasyon yaptırdığını, bir yaprağın duruşu için bile hadise çıkarabildiğini duymuştum. Sayın Cumhurbaşkanı ile Kayseri’de katıldıkları bir etkinlikte tavandan sızan katranlara gözünün takıldığını, restorasyondaki çarpıklıkların nasıl kafasını karıncalandırdığını Zaman’da çıkan bir haberde okumuştum. Ama işte bu sayede Ankara’nın kasvetinin çöktüğü köşk, dünyadan her türlü kişiyi ağırlayabilecek bir köşke dönüşebiliyor. Bu sayede Köşk haberleri çıktığında ekranın ışığı değişiyor, arka plandan alışık olmadığımız bir kalite ve estetik akıyor.  
Bugünlerde Sayın Hayrünnisa Gül’e verilen Benazir Butto Mükemmeliyet Ödülü’nün Benazir Butto kısmını ya da ödülün prestijini bilemem ama Mükemmeliyet kısmını fazlasıyla hak ediyor.  
En büyük dileğim yaklaşan belediye seçimlerinde Süperman ve Bayan Gül kadar rahatsız adayların başkan olmasıdır. Şehirlerimizin güzelleşmesine en az Marmaray kadar ihtiyacımız var.