Medya

"Trump, kendisini iktidara taşıyan programından Türkiye için vazgeçmez"

Taner Timur: Yeni anayasa 'istibdat' getirir

25 Ocak 2017 17:06

Birgün yazarı Taner Timur, geçtiğimiz günlerde selefi Barack Obama'dan görevi devralan ABD Başkanı Donald Trump ile ilgili olarak "Trump kendisini iktidara taşıyan ve tüm umutlarını bağladığı 'program'ından herhalde Türkiye ve benzeri ülkelerin hatırı için vazgeçecek değildir. Bu konuda engeller ancak uluslararası kapitalizmin belirleyici güçlerinden ve iç çelişkilerinden doğabilir ki, yaşanacak depremler Türkiye’yi daha derinden sarsıcı nitelikte olabilirler" dedi.

Taner Timur'un "Beştepe, Beyaz Saray ve korku anayasası.." başlığıyla yayımlanan (25 Ocak 2017) yazısı şöyle:

Kuşku yok, yakın tarihimizin belki de en zor günlerini yaşıyoruz. Terör; hayat pahalılığı; dolup taşan hapishaneler; boşalan iş yerleri.. Ve bu karmaşa içinde oylanan bir “tek adam anayasası”! Peki, ne olacak? Yeni anayasa derde deva olacak mı? Olası bir “Erdoğan-Trump anlaşması” sorunlara bir çözüm getirecek mi? Yoksa zarlar atıldı da, bu Yeni-Osmanlı “fetret”inde Rubikon aşıldı mı?..


Güven yok, istikrar yok, ülkede dört koldan terör kuşatması altında yaşıyoruz. Oysa ilginç bir terörle mücadele yöntemi var mevcut iktidarın! “Farklı maskeler taşısalar da” deniyor, “tüm teröristler aynı merkezden yönetiliyor!”. Ve daha düne kadar parmaklar da Beyaz Saray’ı işaret ediyordu: Vurun Obama’ya!

Doğru ya da yanlış, en azından umut verici bir teşhis gibi görünüyordu bu! Obama gittiğine göre artık rahat bir nefes alabilecektik? Ama yazık; olmadı! Bu kez de yeni bir Başkan, farklı bir terör aracıyla çıktı karşımıza! Bu yeni durumu Beştepe’de şöyle anlatıyordu muhtarlara Cumhurbaşkanı Erdoğan: "Elinde silahı, bombası olan teröristle, elinde doları, avrosu, faizi olan terörist arasında amaç bakımından hiçbir fark yoktur!”.

•••

Oysa belli ki Trump’ın da niyeti bozuktu ve bir trilyonluk yatırım programı için ABD dışındaki dolarlara göz dikmişti! Faizse faiz; gümrükse gümrük! Geçen günlerde Alman Bild gazetesine (15 Ocak) “Bizim caddeler Mercedes dolu, nerede sizin Chevrolet’ler?” diye çıkışmamış mıydı? % 35’lik gümrük kılıcını da tepede sallandırarak! Hatta twit silahını bile ihmal etmiyordu işbilir Başkan! Daha Beyaz Saray’a adımını dahi atmadan, tek bir “tweet”le Ford’u Meksika’da yapacağı 1,6 milyar dolarlık yatırımdan vazgeçiren de o değil miydi? Doğrusu Trump’ın “Tweet siyaseti” şimdiden ün kazandı ve dileriz ki önümüzdeki günlerde başımıza bir de “tweet terörü” belası açılmaz!

•••

Obama “Barış Nobel’i” almıştı; daha çok “güvercin”likle suçlanıyordu; Trump ise şahin mi şahin! Ani ataklar meraklısı ve tüm gevezeliğine rağmen nerede susacağını da biliyor. 23 Kasım’da N.Y. Times yazarlarıyla yaptığı söyleşide Suriye konusunda “off the record” konuştu. Neler söylediğini bilmiyoruz. 5 Ocak’ta Bild ve Times muhabirlerinin “Suriye?” sorularına ise “söylemem!” diye yanıt verdi ve Musul’da yaşanan felaketi, hareket planının dört yıl önce ilan edilmesiyle açıkladı. Anlaşılan bir “western” kahramanı gibi ani darbelere hazırlanıyor. Nereye, ne zaman, kimlerle? Şimdilik belli değil! Gerçek ya da spagetti, yerliler de bu özel “western”de hayli kanlı sahnelere tanık olmaya aday görünüyorlar. Bakınız Trump’ın güvenlik danışmanı olarak seçtiği General M. Flynn, yakınlarda bir söyleşisinde neler söylemişti: “Kısa vadeli düşünüyoruz; neden orada olduğumuzu bilmiyoruz. Oysa yeni bir Ortadoğu doğdu; son yıllarda gelişti ve şimdi ortada. Yeni sınırlar olacak ve yeni savaşlar yapılacak. Bu bizi etkileyecek ve şimdiden seçimleri etkiliyor.” (Le Monde, 15 Kasım 2016). Flynn, iş adamı değil, bir asker; üstelik Trump’ın sağ kolu ve “on yıl Irak’ta, Afganistan’da, Kuzey ve Doğu Afrika’da savaştığını” söylüyor; iki yıl da (2012-2014) ABD Askeri İstihbarat’ını yönetmiş.. “Herkes savaş yorgunu, diyor Flynn, yangının kendiliğinden söneceğini ya da onu Esad’ın söndüreceğini bekliyorlardı.” Ama yangın sönmedi ve kendisi hiç de yorgun görünmüyor. Üstelik sözleri de önümüzdeki günler için çok ürkütücü işaretler içeriyor.

•••

Yine de Beştepe umutlu. Cumhurbaşkanı geçenlerde Büyükelçilere hitap ederken "Bölgesel konularda Sayın Trump ile anlayış birliğine vararak, görüş birliğine varacağımıza inanıyorum" diyordu. Beyaz Saray’daki yemin törenine de –alışılmışın hilafına- büyükelçimizin değil, Dışişleri Bakanı’mızın katılacağı açıklandı. Oysa Atlantik ötesinden gelen sesler pek de bir iyimserliğe yol açacak nitelikte görünmüyor. Öyle anlaşılıyor ki, bazı özel kanallar (diplomatlar, iş adamları, dernek ve lobby yöneticileri vb) Beştepe’ye hayli farklı bilgiler taşıyorlar. Örneğin Amberin Zaman’ın bir internet sitesinde sözünü ettiği iltifatlar (“Ülkeniz için çok iyi şeyler yaptınız”; “Kızım Ivanka sizin çok büyük hayranınız ve destekçiniz”) bunların görünürdeki bir parçası olabilir. Güzel de, bu diplomatik dilin yanı sıra, Trump ve ekibinin bazı söyleşilerle kamuoyuna yaptıkları açıklamalar da önemli değil mi? Elbette Trump ve adamlarının her dediklerini yapacaklarına inanmak büyük bir saflık olur. Yine de kamuoyuna bir çeşit “taahhüt” niteliği taşıyan konuşmaları yok sayabilir miyiz? Tocqueville, Amerikan “kamuoyu”nun ağırlığını daha 1830’larda dünyaya duyurmuştu. Gelin biz biraz da kulaklarımızı son aylarda “kamuoyu”na açıkça söylenenlere çevirelim. İdeoloji, ekonomi ve diplomasi alanlarında..

•••

İdeolojik planda AKP iktidarı ile Beyaz Saray arasında tam bir uçurum var. Trump ve adamları koyu İslam düşmanı ve “gerçek İslam-radikal İslam” gibi bir ayrım yapmıyorlar. Trump tüm kampanyasını bu tema etrafında yürüttü ve sık sık ülkesine Müslümanları sokmayacağını söyledi. Flynn de konuşmalarında Müslümanlar arasında ayrım yapmıyor ve tüm şekilleri içinde İslam’ı suçluyor. Yeni ekip FETÖ’ye ise AKP’nin tamamen zıddı bir düşünceyle karşı çıkıyor. AKP, Gülenciliği dinle ilgisi olmayan bir terör örgütü olarak görürken, Flynn onları “radikal İslamizm”le ve “Müslüman Kardeşler”in uzantısı olmakla suçluyor. Trump’ın Mısır Devlet Başkanı Sisi ile dostluğu göz önünde bulundurulursa bu sözlerin anlamı daha iyi anlaşılacaktır.
Gerçekten de Sisi, Trump ile daha önce iki kez görüşmüş ve seçim kampanyasını hararetle desteklemişti. Zaferinden sonra Trump’ı ilk kutlayan Devlet Başkanı da yine Sisi oldu. Trump bu dostane ilişkiyi “insan hakları” açısından eleştiren H. Clinton’a ve Mısırlı demokratlara kulak asmıyor, “a fantastic guy!” dediği bu diktatörü hararetle destekliyordu. Darbeden sonra Sisi’ye kısa bir süre “Başkan Yardımcılığı” yapmış, Barış Nobeli ödüllü El Baradei’in –Trump ekibinin İslam’la ilgili tüm aşağılayıcı açıklamalarını sergileyerek- yaptığı ikazlar da etkili olmamış, Kahire, Ankara’dan da önce gözlerini umutla Beyaz Saray’ın yeni sahibine çevirmişti. Ya Beştepe ve Türkiye?

•••

Diyelim ki reel politikanın “denenmiş” araçları Beyaz Saray ile Beştepe Külliyesi arasındaki ideolojik uçurumu aşmakta başarılı olacaktır; fakat aynı yollarla iktisadi politikalardaki uyuşmazlığı gidermek de mümkün olacak mı? Bunun pek mümkün görünmediğini kısmen yukarıdaki satırlarda açıklamaya çalışmıştım. Trump milliyetçiliğinin en güçlü araçlarından biri olan doları “terör silahı” saymak, artık Obama’ya değil de doğrudan Trump’a açılmış bir savaş anlamını taşıyor. Oysa Trump daha Beyaz Saray’a bile yerleşmeden bu konuda alınan mesafe de ortada! Erdoğan halkı dolara karşı cihada çağırdığı zaman kur 3,50’lerdeydi; bugün ise 3,80’lerde seyrediyor! Trump kendisini iktidara taşıyan ve tüm umutlarını bağladığı “program”ından herhalde Türkiye ve benzeri ülkelerin hatırı için vazgeçecek değildir. Bu konuda engeller ancak uluslararası kapitalizmin belirleyici güçlerinden ve iç çelişkilerinden doğabilir ki, yaşanacak depremler Türkiye’yi daha derinden sarsıcı nitelikte olabilirler.

•••

Gelelim diplomasiye. Bu konuda da sanırım şunları hatırlamamız gerekiyor. Türk-Amerikan ilişkilerindeki kopuş süreci, son dönemde sık sık tekrarlandığı gibi, Obama yönetimi tarafından tetiklenmedi. Türkiye, Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” hayalinin de dürtüsüyle, bu kopuşa adım adım, kendi isteğiyle yürüdü. 2009 Şubat’ındaki antisemitizm kokulu Davos gösterisi; “Yeni-Osmanlı” ve “Ortadoğu liderliği” hülyaları; 2010 Haziran’ında, BM’de, ABD’ye karşı nükleer İran kartı; Suriye Baharı ve Müslüman Kardeşler avukatlığı ve sonunda da (IŞİD tehlikesi karşısında Obama yönetimi, tercihini, sekülerizm-cihadizm karşıtlığı bağlamında yaparken) Türkiye’nin en büyük tehlike olarak cihadist IŞİD’i değil de onlarla savaşan Kürtleri görmesi bu sürecin halkalarını oluşturdular. Bugün kimi AKP sözcülerinin “antiemperyalizm” gibi sunmaya çalıştıkları bu politika ne ideolojisi, ne sınıfsal temelleri, ne de zorba siyaseti itibariyle en ufak bir antiemperyalist nitelik taşımıyor. Varılan noktada Ortadoğu’da Katar ve Suudi Arabistan gibi en gerici rejimlerle kurulan dostluklar ve ABD’de de Trump gibi en faşizan bir iktidardan medet umulması bunun en açık ifadesi değil midir? Bu yüzden de bu politika her yönüyle iflas etmiş ve ülke ancak OHAL yasası ile yönetilebilme konumuna sürüklenmiştir. Şimdi yeni Anayasa ile yapılmak istenen şey de bu “Olağanüstü Hal” rejimini, “Olağan Hal” konumuna dönüştürme çabasından başka bir şey değildir.

•••

Bu çabalar sonucuna ulaşır ve yeni Anayasa, referandumla da onaylanarak ülkede tam bir “istibdat” yönetimine yol açabilir mi? Zarrab’ın Amerika’da tutuklanmasından sonra, 2 Nisan 2016’da, yine bu sayfada şu satırları yazmıştım: “Erdoğan 17-25 Aralık darbesini daha ilk günlerde çok iyi değerlendirmiş ve bundan böyle ‘ya mutlak iktidar, ya çöküş!’ döneminin başladığını sezmişti. ‘Başkanlık sistemi’ adı altında da bunun kavgasına girişti”. Ek olarak da, çeşitli vesilelerle, Türkiye gibi bir ülkede ABD desteği olmadan tam bir otoriter rejim kurulamayacağını da belirtmiştim. Şimdi gözler böyle bir umutla mı Trump’a çevrilmiş bulunuyor? Ayrıca hak ve hukuk konularında hiçbir kaygısı olmadığı bilinen yeni Başkan’ın bu konudaki tavrı nedir?

•••

İlginçtir ki Trump, Türkiye ve AKP rejimi konusunda henüz açık bir tavır ortaya koymadı ve onunla Aralık ayında görüşmeyi arzu eden Erdoğan’a da beklenen yakınlığı göstermedi. Güvenlik danışmanı M. Flynn ise, daha önce sözünü ettiğimiz söyleşisinde, konuya dolaylı bir şekilde değinmişti. Le Monde muhabirinin “Amerika’nın, diktatoryal olsalar da, istikrarlı rejimlerin kartını oynayacağını söyleyebilir misiniz?” sorusuna şu yanıtı veriyordu: “Evet, mutlaka! Önce toplumları ve hükümetleri anlamak ve on, yirmi yıl alsa bile yöneticileri üzerinde baskı yapmak gerekiyor”. Ve daha sonra da Flynn, Saddam ve Kaddafi üzerine yapılan baskıları anlatıyordu. Unutmayalım ki İslam düşmanı bu general, aynı zamanda TC Hükümeti için lobicilik de yapan ve öte yandan da 15 Temmuz gecesi darbeci bir generalle temas halinde olduğunu açıklayan bir generaldir.

Yine de bazı yönleriyle Amerika’nın “ulusal kahraman”larından General Patton’u anımsattığını yadsıyamayız!?

General George S. Patton İkinci Dünya Savaşı komutanlarındandı; fakat asıl “ulusal kahraman” şöhretine 1970’de çevrilen bir film ile ulaştı. Generalin adını taşıyan bu film, Patton’un dev bir Amerikan bayrağı önünde askerlere hitabıyla başlıyor ve açık sözlü komutan erlerine –onların anlayacağı dille- şunları söylüyordu: “Hiçbir p.ç, asla ülkesi için ölerek savaş kazanamaz! Savaş, başka zavallı ahmak piçin (“poor dumb bastard”) kendi ülkesi için ölmesi sağlanarak kazanılır!.” Yoksa “vekâlet savaşı” denilen şey de Amerikan militarizminin özünü yansıtan bu sözlerin “politically correct” ifadesi miydi?

•••
Flynn’in sözleri, ABD’nin Türkiye ile kurabileceği “yeni ilişkiler” perspektifinde- Trump ve ekibinin düşünceleriyle de birleştirilerek- okunduğunda, ortaya hiç de parlak bir tablo çıkmıyor. Gerçekten de bir yol ayrımındayız ve Nisan referandumu ile adı açıkça konulacak olan tipik bir Ortadoğu rejimi tehdidi altında yaşıyoruz. Milliyetçi-muhafazakâr cephelerin kolayca kurulduğu, anti-faşist cephelerin ise bir türlü kurulamadığı bir kültür ortamında şimdiden seferber olunmazsa, rejimin geleceği de hayli karanlık görünüyor..

Yine de umutsuz olmayalım. Aslında bu ülkede faşizan güçler ülkeyi yönetemiyor ve her gün biraz daha eriyor. Fakat eridikçe de hırçınlaşıyor ve zorbalaşıyorlar; asıl sorun da burada! AKP iktidarı ilk yedi yılında etrafa umutlar dağıttı; şimdi ise korku saçıyor; çünkü elinde başka bir silah kalmadı. Bunca başarısızlığa rağmen, yüzlerce hayata mal olan terör vahşetini bile halkı, korku içinde, etrafında toplamaya araç kılmaya çalışıyor. Geçen sayısında The Economist dergisi (7-13 Ocak) bu durumu okuyucularına şöyle anlatıyordu: “2015 yazından beri 400’den fazla insan hayatını kaybetti; tek bir bakan bile istifa etmedi (...) Hükümet geçen yıl 339 saldırıyı önlediğini söylüyor, fakat terörle mücadeleyi eleştirileri susturmak için bir bahane olarak da kullanıyor.” Oysa herkes biliyor ki korkunun ecele faydası yoktur ve bu çağda kimsenin de “kendi düşen ağlamaz!” demeye hakkı olmadığına göre, tüm demokratlara da, nisan referandumunda “hayır”lı bir oy kullanmak için seferber olmak kalıyor..