T24-
“Ölüm, hukuk ve devletle en çıplak karşılaşma anı; koşullarının tek taraflı belirlendiği bir karşılaşma.”
Dedemi defnettiğimizde anladım. Ölüm, hukuk ve devletle en çetin ve çıplak karşılaşma anı. Kaçınılmaz ve zaruri olan, koşullarının tek taraflı belirlendiği bir karşılaşma. İnsan, ailesinden ve dostlarından başka kimseyi görmek istemez, sadece acısını yaşamak isterken, devlet bütün soğukluğuyla karşısına çıkıyor. İvedilikle yapılması gereken yasal işlemler, yaşanan acının mahremiyetini bozuyor, matemi zorla kamusal alana taşıyor.
Devletin bütün gücü ve yaptırımıyla özel hayata nüfuz ettiği bu karşılaşma, herkes için geçerli. Bu anı bazıları için aynı zamanda korkulası ve ayrıca acı verici kılan ise yitirilenin nerede, nasıl defnedilmesi gerektiğini tayin eden mevzuat ve pratikler. Cenaze ve defin işlemlerini düzenleyen kural ve kaideler, hukukun ne denli eşitlikçi, devletin vatandaşlık anlayışının ne derece kapsayıcı, rejimin ne kadar demokratik olduğunun yalın bir göstergesi. Kimliği, cinsel yönelimi, inançları nedeniyle sistemin dışına itilmiş, yaşam biçimi, düşünceleri nedeniyle muhalif addedilmiş olanlar için ölüm, devletin kendilerine yönelik ayrımcı, dışlayıcı ve otoriter yüzünü son kez gösterdiği bir büyük karşılaşma anı.
Yaşamsal bir mekan
Biz dedemi cemevinden uğurladık. Gönlümüzce, kendi ritüellerimizle. Belediyenin arabasının dedemizi evden alıp cemevine teslim ettiği kısa sürenin dışında, devlet hiç yoktu. Ve bu yüzden törenimiz çok özel, çok güzeldi. Dedemizi biz yıkadık, kendi ellerimizle; dualarını biz okuduk, bir dedenin eşliğinde; onu biz defnettik, Alevi mezarlığında, kendi istediğince; yemeğini biz pişirdik, helvasını biz kavurduk; yemeğini hep birlikte yedik... O gün büsbütün anladım cemevinin Aleviler için neden bu denli yaşamsal olduğunu. Alevilerin kendi para ve emekleriyle kurduğu bir özgürlük alanı cemevi, devletin dışarıda bırakıldığı bir ‘kurtarılmış bölge’. Devlet tacizi ve baskısı korkusu olmaksızın, vicdanlı ve önyargısız bir imama rastlamayı ummaya gerek duyulmaksızın yasın özgürce tutulduğu bir özel alan.
Ancak bu özgürlük, sadece kendilerine böylesi bir alanı açmaya siyasi gücü yetebilenler için geçerli. Örgütlenemeyen, örgütlenseler de sesleri duyulmayanlar için cenazeler, kendilerini yok sayan devletle travmatik bir son karşılaşma anı. Hukuk ile eşitlik ilişkisini tartıştığımız derslerin birinde bir öğrencim anlatmıştı, trans bireylerin (transseksüel ve travestiler) cenazelerinin kim tarafından yıkanacağının bir çatışma konusu olduğunu.
Zorla yıkatma
Devlet, salt ‘biyolojik’ bedeni esas alan, kaba bir cinsel kimlik anlayışıyla, ameliyat olmuş transların kadınlar tarafından yıkanmalarına izin verirken, ameliyat ol(a)mamış transları, kendilerini kadın hissetmelerine, kadın olmalarına rağmen zorla erkeklere yıkatıyor. Artık ölmüş, bu hayattan gitmiş birinin nasıl defnedilmesi gerektiğine dahi müdahale etme hakkını kendinde gören devletin vatandaşına karşı son zaferi, Diyanet eliyle gerçekleşiyor...
Arkadaşlarını kendi isteği doğrultusunda, hak ettiğince defnedebilmek için imamı ikna etmeye çalışan trans bireyleri gözümün önüne getirmek, kendi arkadaşımın cenazesini hatırlatıyor. Bu hayattan kendi isteğiyle gitmeyi seçtiği için imamın cenaze duasını kılmayı reddetmesi ihtimalinin bizi nasıl endişelendirdiğini. Hukukun gündelik hayata nasıl tezahür ettiğini, devletin hukuk eliyle bireylerin yaşamlarını nasıl kıskaca aldığını gören bu akıl almaz derecede zeki ve duyarlı kadının ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlayarak...
Öldüğümüzde eşitlendiğimiz söylenir. Bu, hepimiz için geçerli değil.
Dicle’ye...
(Radikal gazetesi - Dilek Kurban - 17 Ekim 2010)