Mehmet Eroğlu*
Uzun zamandır bu mektuba nasıl başlayacağımı düşünüyorum. Belki gecikmenin nedenlerinden biri söylenebileceklerin tükenmiş olması ve entelektüel çaresizliğimizin yol açtığı utanç. Ancak nasıl başlarsam başlayayım ne dersem diyeyim ne yazarsam yazayım, bu aylardır özgürlüğünüzden mahrum olmanın yarattığı sıkıntıları, yakınlarınıza, okurlarınıza verdiği acıyı -hafifletse de- gideremez. Çünkü biliyoruz ki, özgürlük, varlığın temelidir ve tüm varlıklardan daha derindir, yaratıcılığın gizidir. Oysa sizler çok uzun bir süredir insan eylemlerinin en soylularından biri olan bu gizden mahrumsunuz. Aylardır sizi siz kılan işinizi yapmaktan alıkonuldunuz.
Basına karşı takınılan bu baskıcı tutumu onaylamayan ama buna açıkça karşı çıkmayan, çıkamayanların nasıl düşündüklerini size hatırlatmak isterim. “Ama onlar da…” Bu üç sözcüklü, dişi deyiş, doğurgandır, ardına sayısız mazeret eklenebilir. Aslında olup bitene baktıkça oldukça özgür bir ülkede yaşıyoruz, sizler yanlış meslek seçmişsiniz diyesi gelmiyor da değil insanın! Türkiye’de kitabevlerini, sanat merkezlerini yakmak, gazeteci vurmak neredeyse serbest. Bu meslekleri icra edenler özgürlük içinde çalışmalarını sürdürebiliyor, üstelik yaptıklarıyla övünebiliyor ve takdir ediliyorlar. Galiba sorun, gazeteciliği halka ilişkiler biçiminde, kibarca sürdürme yeteneğinden mahrum, gazeteciliği iktidarları rahatsız, hatta taciz etme işi olduğunu inanan, ille de doğru bildiğimizi yazacağız diye tutturan siz gibi dostlarda. Tabii şimdiye kadar farkına varmışsınızdır: Benliğinizin kapılarını başka benliklere açar, adaleti tutkularınızın Tanrısı kılarsanız doğal olarak bir kundakçının özgürlüğüne sahip olamazsınız. Toplumsal ve ahlaki cesaretin bedeli her zaman pahalı olmuştur, hele bu ülkede. Şimdi sizden -hepimizin borçlu olduğuna bakmadan- bu alacaklarını tahsil ediyorlar.
Bizler de farkındayız: “Gazeteci tutuklumuz yoktur” diyenler size yol gösterir, “neden düzen seven, öteki dünyaya gitmek için pasaport gerekiyor dense, ne yapıp edip bir tane almaya çalışacak o meslektaşlarınız gibi olmuyorsunuz” diye parmak sallarken, sizler her insanın yaşamının sonunda kendisine sorduğu o asap bozucu soruya, ‘hayatta beni insan kılan ne yaptım’ sorusuna verecek cevabı şimdiden hazırlıyor, insanlığın yasası, insanların yaptığı her yasanın üstündedir diyorsunuz… Sizler haberlerinizi baskıcı olmayan herhangi bir muhafazakârlığın olmadığını bile bile yaptınız, düşüncelerinizi eğip bükmeden dile getirdiniz? Size ne diyebiliriz ki? Belki, ölçüsüzsünüz dostlar: Neden vatan dediğiniz, ruhu, dokusu, sezgileri ve öfkesi hep erkeksi olan, adından başka hiçbir kadınsı öz taşımayan bu ülkeyi, insanlarını böyle gerektiğinden çok seviyorsunuz? Bilmiyor musunuz ki insan sevmek kolayca telaffuz edilir ama pahası ağırdır.
Durumunuz, ülkemize verdiği utançla, bizleri utandırıyor ama varlığınız da bizlere kıvanç veriyor. Bunu unutmayın dostlar. Yükünüz ağır, hem de çok: Lisedeyken felsefe hocam, “Siz bu gezegende milyarlarca insan yaşadığına bakmayın, dünyayı sandığınızdan çok daha az insan omuzlarında taşır” demişti. Ne kadar haklıymış.
Bu kısa mektubu bana hep güç vermiş sözlerle bitireyim: “Umudun iki güzel kızı vardır, öfke ve cesaret: Öfke olanlara dayanabilmek, cesaretse değiştirebilmek için…”
Hepinize selam ve sevgiler. Yakında yüz yüze, el ele umut etmek dileğiyle.
Bu yazı Cumhuriyet'ten alınmıştır