29 Aralık 2018 23:22
Mehmet Volkan Kaşıkçı
Önceki yazımda Doğu Türkistan’da kurulan teknolojik gözetim sisteminin nasıl global kapitalist ağlarla mümkün olabildiği ve de bu sistemin hem Çin’in diğer bölgeleri hem de diğer ülkeler için nasıl bir laboratuvar olarak işlediğini ele aldım. Bu yazımda genel kanı olarak 1 milyondan fazla kişinin kapatıldığı bu toplama kamplarını, global tarih perspektifinden değerlendirmeye çalışacağım.
Bu kamplar her ne kadar Çin’in komünist dönemindeki Laogai kampları mirasına sahip olsa da, ancak toplama kamplarının global olarak ortaya çıkışı ve dünyaya dağılımındaki global ilişkileri görmekle doğru bir tarihi perspektif kazanılabilir görüşündeyim. Ayrıca not etmek gerek ki toplama kamplarını, tarihin normal akışından bir sapma, bir anomali olarak görmekten ziyade, önceki yazımda odaklandığım gözetim sistemlerinin gelişmesi sürecinin radikal bir parçası olarak ele almamız gerekiyor.
Bugün yaşananları modern teknolojinin mümkün kıldığı teknolojik gözetim sistemlerine değil de Çin’in binlerce yıllık tarihine bağlamak son derece özcü ve kolaycı bir yol olacaktır. Nitekim James Leibold gibi bir tarihçi bile geçenlerde böyle bir yazı yazdı.[1] Elbette Çin’in tarihi tecrübesini göz önünde bulundurmak zorundayız, ama bunu yaparken teleolojik ve özcü bir anlayışa düşme riskimiz büyük. Konfüçyüs öğretisi Çin tarihinde disiplin ve sosyal hiyerarşiyi merkeze alan bir dünya görüşü yarattı, ancak bunun Çin felsefesinde tek ekol olmadığı, defalarca devlete karşı büyük isyanların yaşandığı ve 19. asır modernistlerinin Konfüçyüs öğretisine dayanan geleneksel devlet anlayışını yıktığı unutulmamalı. Bu açıdan bakınca bugün Konfüçyüsçü bir öğretiyle, kurulan totaliter sistemin savunulması, geleneğin devam etmesinden ziyade Hobsbawm’ın ortaya koyduğu kavramla düşünürsek “geleneğin icadı”nı göstermekte
Bana göre doğru yaklaşım 19. asırda yoğunlaşan disiplin toplumu yaratma ve de kitlelerin geliştirilebilir ve dönüştürülebilir bir birim olarak görülmeye başlaması sürecine odaklanmak. Nitekim toplama kamplarının tarihi de bu anlayışın ortaya çıkışıyla örtüşüyor. Mesela, Sovyet tarihi Soğuk Savaş boyunca Avrupa’nın liberal ve “normal” gelişiminden bir sapma olarak ele alınmıştı, ancak artık tarihyazımında Sovyet tecrübesini Avrupa modernitesinin bazen eksik, bazen aşırı veya radikal bir parçası olarak ele almak genel kabul görmüş durumda. Toplumsal müdahalecilik ve kitle siyaseti Sovyet rejiminin en önemli iki bileşeniydi. David Hoffman, toplumsal müdahaleci anlayışa ve ülke nüfusunu geliştirmeye, güçlendirmeye, daha sağlıklı ve verimli hale getirmeye dayanan biyosiyasete ve bu politikaların Avrupa modernite tarihindeki ortak geçmişlerine vurgu yapıyor.[2] Uzun vadede Hoffman bu toplum mühendisliği politikalarını Aydınlanma düşüncesi ve 19. asır sosyal bilim teorilerinin mirasına dayandırıyor. Toplumsal müdahalecilik anlayışı, 1. Dünya Savaşı’nda bütün Avrupa devletlerinde zirve yapıyor; Sovyet tecrübesini Avrupa’nın geri kalanından ayıran ise toplumsal müdahaleciliğin iki savaş arası dönemde birçok ülkede gücünü kaybetmesine rağmen, Sovyetler’de aksine radikal bir toplum mühendisliğine dönüşmesi. Nitekim 19. asrın sonu ve iki dünya savaşı arası dönem dünyanın hemen her yerinde devletin insan hayatını daha doğrudan kontrol ettiği bir disiplin toplumunun oluştuğu bir süreç olarak işledi. [3] Çin’e baktığımızda da çok farklı bir resim görmüyoruz. 20. asrın Çin şehrindeki en temel dönüşümlerden biri gözetim kurumlarının sayısındaki artış. Yetimhaneler, yoksul evleri, çalışma evleri, yaşlı evleri, fahişeler için reform merkezleri, akıl hastaneleri, hapishaneler ve reform amaçlı fabrikalar hep bu sürecin bir parçası olarak kuruluyor.[4]
İlk toplama kampları Küba Bağımsızlık Savaşı sırasında İspanyollar tarafından kuruldu. Bu kamplar daha sonraki örneklerin aksine İspanyollar muzaffer olana kadar Kübalı sivilleri hayatta tutmayı amaçlıyordu. Ama yine de kamplara alınan insanların %30’dan fazlası berbat şartlar nedeniyle hayatını kaybetti. Amerikalılar Küba’daki gelişmeleri yakından takip etmişlerdi ve daha sonra Filipinler’i işgal ettiklerinde karşılaştıkları direnişi kırmak için 1900’de toplama kampları kurdular ve binlerce sivil bu kamplarda öldü.[5] Jonathan Hyslop 1890’lardan başlayarak bir anda dünyaya yayılan toplama kamplarının temelinde yeni bir askeri profesyonellik kültürünün yattığını ileri sürüyor. Bu anlayışa göre, askeri profesyoneller araçsal rasyonaliteyi temel değer olarak benimsediler ve bu, sivilleri makro düzeyde organize edebilecekleri anlayışını doğurdu. Sonuç olarak 1896-1907 arasındaki kolonyal savaşlarda toplama kampları nüfus kontrolünde yeni bir modern metot olarak kullanıldı. Hyslop’a göre bu, ideolojileri aşan bir yaklaşımdı çünkü amacı savaşı kazanmak olan ordular, bunun için belli bir ideolojiye ihtiyaç duymuyorlardı.[6] Önemli olan bir nokta bu kolonyal kampların çoğunun ölüm kampları, yani Nazi kampları olmamasıydı. Ancak bu kamplarda çok yüksek oranlarda ölümlerin ve işkencelerin olmadığı anlamına gelmiyor elbette, kast edilen bu kampların amacının hapsedilen insanların topluca katli olmadığı. Naziler’in ölüm kamplarına benzer ilk kamplar ise Alman İmparatorluğu tarafından Doğu Afrika’da kuruldu.[7]
Kolonyal kamplar arasında en çok bilinen ve tartışılan, Doğu Türkistan örneği için de bize en güzel analoji imkanını veren İngilizler’in Güney Afrika’da kurdukları kamplar.[8] Boer Savaşı, dünya savaşları öncesi topyekûn savaşın ilk örneklerinden biri olarak görülüyor ve bu kamplar böyle bir savaş ortamında kuruldu.[9] Boer kamplarının kurulmasının bir temel amacı sivilleri kamplara kapatarak isyancıların toplumsal desteklerini kesmek ise (yani askeri bir amaç ise) de, bir diğer temel amaç bu kamplara alınanların yeniden eğitimiydi. Britanya İmparatorluğu’na sadakat ve sevginin kazandırılması bu kampların temel amaçlarından biriydi.[10] Bu kamplar sosyal ya da politik olarak tehlikeli olarak görülen grupları tecrit ediyorlardı, ancak hapishanelerden farklı olarak kamplar, normal yargı sürecinin dışında işleyen kolektif tutuklama kurumlarıydı. Sorunlu grupları “rehabilite etme” amaçlı kamplar ırki veya kültürel bir “öteki”ne yönelmişti. İngiliz modeli daha sonra bütün dünyada toplumsal veya ırki olarak şüpheli görülen grupların tecrit ve tutuklanması için mental bir çerçeve oluşturdu. Modern “bahçıvan devlet”in (Bauma’a referansla) bir kurumu olarak kamplar geniş nüfusları makro düzeyde sınıflandırmak ve rasyonalize etmeyi hedefleyen Aydınlanma düşüncesiyle, düzen, refah ve sosyal saflık adına istenmeyen “ot”ların kökünü kazıdı. Mevzu bahis cezalandırmak değil, hiçbir suçtan mahkûm olmamış potansiyel olarak tehlikeli görülen grupları tecrit etmekti.[11] Ek olarak, bu kamplarda rehabilite edici emek söylemi de ortaya çıktı ki, Forth’a göre bu İngiliz ve Sovyet kamplarının ortak olarak paylaştıkları bir ideoloji idi.[12]. Klaus Mühlhahn’ın dediği gibi kitlesel gözetim kurumlarının global olarak yayılması şiddetin tarihinde global transfer ve bağlantıların ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor.[13] Bu ayrıca 20. asır devletlerinin “iç” ve “dış” düşman arasındaki ayrımı muğlaklaştırarak, kendi vatandaşlarını sadık olanlar ve potansiyel olarak tehlikeli olanlar olarak görmeye başladığı bir süreçti.[14]
Meselenin köklerine Çin tarihinde bakacaksak da, toplama kamplarının Çin’deki tarihine göz atmak binlerce yıllık özcü bir yaklaşımdan daha sağlıklı olacaktır. Japonlar’ın Mançurya’da kurduğu kukla Mançuko rejimi emperyal devletlerin metropollerde rahat bir şekilde gerçekleştiremedikleri askeri, teknoloik, ya da teknokratik fantazileri için kolonilerini nasıl bir laboratuvar olarak kullandığının çok güzel bir örneğidir.[15] Asya’daki ilk ıslah edici toplama kampları da Japonlar tarafından Mançurya’da, daha sonra da 1937’den itibaren 2. Dünya Savaşı boyunca Çin’in başka bölgelerinde de kuruldu. Bu kamplarda Japonlar Naziler’e benzer şekilde Çinliler ve Koreliler üzerinde bir sürü biyolojik savaş deneyinde bulundular. Şiro İşhi 1930-1932 arasında Avrupa’da laboratuvarları ve askeri tesisleri gezmişti ve bu ölüm oranının çok yüksek olduğu kampların baş mimarıydı. Naziler’in aksine Japon faşistleri Çinliler ve diğer gruplara karşı işledikleri suçlardan dolayı yargılanmadılar ve bunun baş sebebi ABD’nin meselenin üstünü örtmesiydi.[16]
Bunun karşısında milliyetçi Çin Hükümeti de 1938-1949 arası dönemde bir dizi toplama kampı inşa etti. Savaş döneminde ABD de, kendi vatandaşı olan Japonlar’ı toplama kamplarına alıyordu ve milliyetçi Çin Hükümeti’nin kurduğu kamplar doğrudan Amerikalı danışmanlar tarafından desteklendi. Bir başka ilham kaynağı Sovyet sistemiydi ve aynı anda milliyetçi Çin, Nazi Almanyası ile işbirliği içindeydi.[17] Çinli ve Batılı ceza teorileri insanın rehabilite edilebilir ve geliştirilebilir olduğunu hususunda ortak bir ceza mantığı geliştirdi. Buna göre cezada esas olan ahlaki eğitim, rehabilitasyon, disiplin ve gözetimdi. Birçok Çinli hukukçu hapishaneye terapik bir şekilde yaklaştı ve “hastane” hapishaneler için sık kullanılan bir metafor halini aldı.[18] Eğitimin dışında, emek Çin ceza teorisinin merkezinde yer alıyordu. Emek bir açıdan belirli davranış biçimleri kazandıran bir disiplin formu, bir açıdansa meslek öğrenmenin yolu olarak görüldü. Emek o kadar önemliydi ki zamanla hapishaneler büyük atölyelere döndüler.[19] 1938-49 yıllarında kurulan toplama kamplarına siyasi düşmanlar, muhalif gruplar, liberal entelektüeller ve özellikle komünistler dolduruldu. “Düşüncenin ıslah edilmesi”, yani mahkumların siyasi fikirlerinin dönüştürülmesi ve anti-komünist parti ideolojisi ile geleneksel ahlaki öğretilerin empoze edilmesi amaçlanıyordu. Mahkumlardaki değişimi ölçmek için, bireysel konuşmalar yaptırtıyorlar, özgelişim raporları yazdırıyorlar ve günlükler gibi yazdıkları şeyleri kontrol ediyorlardı. Disiplin, homojenlik, ve lidere mutlak itaat eğitimin amaçlarıydı. Elbette bütün bu “düşüncenin ıslah edilmesi” kavramı, kamplarda sayısız işkence ve tecavüz vakasıyla yan yana yer alıyordu.[20]
İşte kamplara alınan mahkumların siyasi tavırlarını, ideolojilerini, düşüncelerini ve hatta duygularını değiştirmeyi hedef alan bu yeni sistem modernitenin bir ürünüydü. Modernite öncesi nüfus politikaları cezalandırmakla ya da yok etmekle ilgilenirdi, şimdi karşımızda Boer kamplarından itibaren yepyeni bir süreç var. Cezalandırmanın, hapsetmenin ötesinde yeni insanlar yaratmak ideali. Bu ideal 20. asırda birçok rejim tarafından paylaşıldı. 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra komünist rejim altında kurulan toplama kampları da bu önceki kamplarla şaşırtıcı benzerlikler taşıyordu, ki bu da bir yöntem olarak toplama kampının ve daha genel olarak kitlesel gözetim sistemlerinin belli bir ideolojiye ait olmadığı ve modern devletlerin global bir sürecin parçası olarak benimsediği yollar olduğunu ortaya koyuyor. Komünist kamplarda yeniden eğitim için uygulanan metotlar milliyetçi Çin’in toplama kamplarındakilerle neredeyse bire bir aynıydı. Komünist Laogai kampları sınıf savaşını esas almıştı. Ancak bunun yanında yeniden eğitim, düşüncenin ıslahı, fiziksel eğitimin faydaları milliyetçi Çin kamplarıyla paylaşılan ortak zihniyetin ürünüydü. Tecrit edilme mahkûma kendini düzeltmesi ve yeni bir insan olması şansı vermek olarak yorumlanıyordu.
Laogai kamplarında, 1- mahkumların fikir ve davranışlarının değiştirilmesi ve emeğin değerinin öğretilmesi, 2-teknik becerilerin öğretilmesi, 3-iş yükünün arttırılarak kampların kendi kendilerine yeten kurumlar haline gelmeleri amaçlanıyordu. Kolektif hayat, yürüyüşler, şarkı söylemek, eski ve yeni toplum arasındaki ayımı öğrenmek, ve temel okuryazarlık ideolojik eğitimin amaçları arasındaydı.[21] Ancak zamanla ekonomik yön ağır bastı. Mahkumlar nehirlerin kontrol edilmesi, kanal ve demiryolu inşalarında kullanıldı. Birçoğu madencilik ve tarım sektöründe çalıştırılıyordu. 1954’e gelindiğinde ülkede tam 4671 Laogai kampı vardı.[22] Daha sonraki dönemde “Büyük Sıçrayış” ve Kültürel Devrim’de kamplar eski gücünü kaybetti. Ancak 1960’larda en az 20 milyon insan (nüfusun % 5’i ile 7’si arası) bu kamplarda bulunuyordu, ve en az 10 milyon kişi bu kamplarda hayatını kaybetti.[23] Bu kamplar insanların yeniden eğitilerek topluma kazandırılacakları, yani yeni insanın yaratılacağı yerler olarak görülmesine rağmen, 1978’den önce çok çok az insan bu kamplardan çıkarak evlerine dönebildi.
Doğu Türkistan’da bugün mevcut olan toplama kampları işte böyle bir “yeniden eğitim” mirası üzerinde duruyor. Ancak bunun 1949’dan önce veya sonra kurulan kamplardan en önemli farkı belli etnik ve dini gruplara yönelik olması. Komünist dönemde düşman sınıfsal iken şu an etnik ve dini kimliklerinden dolayı insanlar hastalıklı olarak görülüp “yeniden eğitiliyor”. Gulag kamplarıyla Doğu Türkistan’daki kamplar arasındaki en önemli farkların başında da bu gelir. Nüfusa oranla Ukrain, Leh ve Almanlar Gulag kamplarına daha fazla alınsalar da bunlar hiçbir zaman belli etnik grupları hedef almamışlardı.[24] Ama özellikle 2. Dünya Savaşı öncesi dönemde dindar olmak bu kamplara gönderilmek için başta gelen sebeplerdendi tabi ki.
Gulag kamplarında da yüz binlerce insan ölse de Laogai kamplarına göre bu kamplardan çıkan çok daha fazla kişi vardı.[25] Gulaglar için yaygın bir görüş kampların bedava işgücü sağlamasıydı ama son çalışmalar aslında bu sistemin ekonomik olarak verimsiz olduğunu ortaya koydu[26] Steven Barnes temel olanın emeğin ürünü değil kendisi olduğunu ileri sürdü. Sistem bir anlamda emek için emek anlayışı etrafında şekillendi çünkü Sovyet rejimi emeğin insan üzerindeki dönüştürücü gücüne derin bir inanç taşıyordu. Mahkumların yeniden eğitilmesi onlarda siyasi dünya ve kendi yerleri hakkında doğru bir bilinç kazandırılmasını amaçlıyordu.[27] Bu anlamda Gulaglar tıpkı Laogai kampları gibi, toplumsal olarak istenmeyen unsurların rehabilite edileceği ve topluma tekrardan entegre edileceği, bir diğer deyişle yeni insanın yaratılacağı bir yerdi.
Gulaglar’ın Doğu Türkistan kamplarından bir diğer önemli farkı Gulag’ın belli bir ceza sisteminin parçası olması. Yani öyle veya böyle Gulaglar’a yollananlar davaları görülmüş ve hüküm giymiş, cezalarını çekmek için gönderilen insanlardı. Bugün Doğu Türkistan’daki kamplara koyulan insanlar ise herhangi bir hüküm giymiş değiller. Bunun dışında önemli farklardan biri Gulaglar’da gündelik hayatın çok daha gözetimsiz olmasıydı. Burada hayatın kolay olduğunu söylemek istemiyorum, şartlar berbattı ve yüz binlerce insan hayatını kaybetti, ancak Doğu Türkistan’daki kamplarda bugün gördüğümüz yüksek teknoloji ürünü gözetim sistemleri hem teknolojik olarak mümkün değildi, hem de çok amaçlanan bir şey de değildi. Bununla bağlı olarak bir diğer fark Gulag mahkumlarının etraftaki yerleşim birimleriyle çok daha fazla ilişki içinde olması. Yani aslında Soljenitsin’in meşhur toplumdan tamamen izole bir takımada metaforunun doğru olmadığı tarihçiler tarafından gösterildi.[28] Öyle ki çok sayıda mahkûm salıverildikten sonra bile kampların bulunduğu yerleşim yerlerinde yaşamayı tercih ettiler. Doğu Türkistan’da ise dışardaki hayattan net bir ayrım olduğunu gözlemliyoruz. Bir süre öncesine kadar Doğu Türkistan’daki toplama kamplarının Gulaglar veya Laogai kamplarına benzer şekilde büyük ekonomik yapılara dönüşüp dönüşmeyeceği belirsizdi. Ancak yakın zamanda ortaya çıktı ki, toplama kamplarına alınan birçok kişi ya başka yerlerdeki fabrikalara gönderiliyor, ya da, özellikle küçük şehirlerde, kamp sisteminin içinde veya yanında yeni kurulan fabrikalarda ücretsiz veya düşük ücretle zorunlu olarak çalıştırılıyor. Anlaşıldığı kadarıyla fabrika sistemi kamp sistemiyle iç içe geçmiş durumda.[29] Bu bedava ya da ucuz işgücüyle üretilen malların Amerikan kolejleri ve spor takımları tarafından satın alınması, önceki yazımda değindiğim global kapitalist ağların bir başka örneğini gösteriyor.[30]
Oleg Hlevnyuk da Gulag’ın Sovyet toplumunun kapalı bir parçası olmadığı aksine onu belirleyen bir kurum olduğu, bu yüzden Gulag harici bölgenin “Gulag dışı” olarak tanımlanması gerektiğini söylüyor. Gulaglar’la çevreleri arasında nasıl “gri alanlar” yani geçişken bölgeler oluştuğunu gösteriyor.[31] Doğu Türkistan’da böyle gri alanların oluşması şu an için mümkün görünmese de Hlevnyuk’un üzerinde durduğu diğer bir nokta Doğu Türkistan’ı anlamak için de faydalı bir analoji olabilir. Hlevnyuk bu sistemin uzun dönemde bir tür “legal nihilism” ve pasifizm yarattığını ve kamplardan çıkan kişilerin uzun yıllar korku içinde mümkün olduğunca fark edilmeden ve yaşadıklarını kimseye anlatmadan sessiz bir şekilde hayatlarını sürdürdüklerini dile getiriyor.[32] Sean Roberts’ın çok önemli makalesinde aktardığına göre bu korku kültürü Doğu Türkistan’da çok daha yoğun bir şekilde yerleştiriliyor. Kamplardaki insanların hayattan izole edilmesi ve psikolojik işkence boyutları Gulaglar’ı aşan bir düzeyde. Bunun yanında bütün topluma her an tutuklanma beklentisi de yerleşmiş durumda.[33] Yani kamplar aslında kamp dışı hayatı da belirler hale geldi diyebiliriz.
Ufuk açıcı bir çalışmasında Kate Brown Gulag’ın aslında Sovyetler Birliği’nde kurulan mekânsal hiyerarşinin en dip noktasında yer alan bir yapı olduğunu ileri sürüyor. Sovyet vatandaşlarının çoğunluğu bulunduğu yerden izinsiz ayrılma hakkına sahip değildi ve bu anlamda Gulag bir istisna değil, ancak en radikal örnek. Bu mekânsal hiyerarşinin en tepesinde Moskova ve Leningrad gibi büyükşehirlerin sakinleri yer alıyordu. Hukuki eşitlik mekânsal hiyerarşiyle yan yana ortaya çıktı.[34] Brown bu mekânsal hiyerarşiyi ABD’de siyahilerin belirli bölgelerde tecrit edilmesi ve Guantanamo ve Irak’ta Amerikan “adalet” sisteminin uygulamalarıyla karşılaştırarak yine global bir perspektife oturtuyor. Bu mekânsal hiyerarşiler hem Amerikan, hem Sovyet toplumunu belirleyen temel bir unsur oluyorlar. Bugün bu yaklaşımı Doğu Türkistan’a uyguladığımızda aynı şekilde bir mekânsal hiyerarşi kurulduğunu görebiliriz. Kamp sistemi ancak bu hiyerarşinin en dibinde yer alan bir parçası, ancak aslında bütün Doğu Türkistan bu hiyerarşinin bir parçası. Kamplarla, kampın dışında kurulan gözetim sistemini birbirinden ayırmak imkânsız ve işte tam olarak bu anlamda Doğu Türkistan istisnai bir mekân.
Bu yazıda Doğu Türkistan’daki kampları toplama kamplarının global tarihi içinde değerlendirmeye çalıştım. Doğu Türkistan’daki kamplar elbette en başta Laogai kamplarının mirasına dayanıyor. Ancak komünist dönemin kamplarının milliyetçi Çin kamplarıyla benzerlikleri ve Asya’ya bu kampların Japon faşistleri ve de milliyetçi Çin’in Amerikan ve Nazi desteğiyle getirilmesi bize meselenin ideolojileri aşan global alışverişlerin önemini gösteriyor. Bu aynı zamanda aslında gelecek için de bir uyarı. Önceki yazımda Doğu Türkistan’daki gözetim sisteminin nasıl diğer ülkelerin ilgisini çekmeye başladığını yazmıştım. Her ne kadar 21. asırda toplama kampları kurulması çok radikalmiş gibi gelse de, işte bütün dünyanın gözü önünde Çin bunu yaptı. Ve bu kampların da tekrardan global bir etki yaratabileceğinin ilk sinyali İsrailli hukukçuların, Doğu Türkistan’daki kamp sistemine övgüler düzmeye başlamasıyla ortaya çıktı.[35] Son yıllarda dünyanın en büyük sorunlarından biri haline gelen mülteci meselesini de düşünürsek, kamp sisteminin tekrardan global bir yayılma dönemine girmesi de o kadar ihtimal dışı değil. Doğu Türkistan’daki kamplar, tarihi örneklerinden her şeyden önce yüksek teknoloji ve tam bir disiplinle kontrol edilmeleri ile ayrılıyorlar. Ancak belli etnik gruplara yönelik olmalarıyla da Laogai ya da Gulag kamplarından ziyade Batılı devletlerin kolonilerde kurdukları kamp sistemine benziyorlar. Yine denildiği gibi Gulag’ın bir ceza sisteminin parçası olması, Doğu Türkistan’da ise bir hüküm giymemiş insanların kimliklerinden dolayı potansiyel olarak tehlikeli görülüp kamplara kapatılması kolonyalist devletlerin politikalarıyla aynı istikamette. Kamplarla ilgili resmi söylemi bile baz alsak, bu resmi söylemin de nasıl Boer kamplarındaki kolonyal söylemle benzer olduğu aşikâr. Toplama kamplarının global tarihi ideolojileri aşan ortak noktaları göz önüne serse de, bütün tarihi örnekler içinde Doğu Türkistan’da kurulan kamp sisteminin en çok kolonyalist rejimlerde kurulanlarla benzerlik taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır.
[1] James Leibold, “Mind Control in China Has a very Long History”, https://www.nytimes.com/2018/11/28/opinion/china-reeducation-mind-control-xinjiang.html.
[2] David L. Hoffman, Cultivating the Masses: Modern State Practices and Soviet Socialism, 1914-1939, (Cornell University Press, 2014).
[3]Amir Weiner, Landscaping the Human Garden: Twentieth-Century Population Management in a Comparative Framework, (Stanford University Press, 2003).
[4] Klaus Mühlhahn, Criminal Justice in China: A History, (Harvard University Press, 2009), s. 87.
[5] Klaus Mühlhahn, “The Concentration Camp in Global Historical Perspective”, History Compass, 2010, 8/6, s. 545.
[6] Jonathan Hyslop, “The Invention of the Concentration Camp: Cuba, Southern Africa, and the Philippines, 1896-1807”, South African Historical Journal, 2011, 63/2.
[7] David Olusoga ve Casper W. Erichsen, The Kaiser’s Forgotten Holocaust: Germany’s Forgotten Genocide and the Colonial Roots of Nazism (London: Faber and Faber, 2010). Tabi burada özel olarak toplama kamplarına odaklanıyorum ama Leopold’un Kongo’sunda nerdeyse bütün ülkenin bir ölüm kampı olduğunu da hatırlamak gerek: Adam Hochschild, King Leopold’s Ghost: A Story of Greed, Terror, and Heroism in Colonial Africa, (Houghton Mifflin, 1999)
[8] İngiliz İmparatorluğu’nun kurduğu bir başka kolonyal toplama kampı sistemi için bakınız: Caroline Elkins, Imperial Reckoning: The Untold Story of Britain’s Gulag in Kenya, (Henry Holt, 2005).
[9] Bill Nasson, “Waging Total War in South Africa: Some Centenary Writings on the Anglo-Boer War, 1899- 1902,” The Journal of Military History, 2002, 66/3.
[10] Iain R. Smith ve Adreas Stucki, “The Colonial Development of Concentration Camps (1868—1902),” The Journal of Imperial and Commonwealth History, 2011, 39/3.
[11] Aidan Forth, “Britain’s Archipelago of Camps: Labor and Detention in a Liberal Empire, 1871-1903”, Kritika, 2015, 16/3, s. 651.
[12] A.g.e., ss. 672-673.
[13] Klaus Mühlhahn, “The Concentration Camp in Global Historical Perspective”,
[14] Mark Mazower, “Violence and the State in the Twentieth Century”, The American Historical Review, 2002, 107/4.
[15] Prasenjit Duara, Sovereignty and Authenticity: Manchukuo and the East Asian Modern, (Rowman & Littlefield Publishers, 2004)
[16] Sheldon H. Harris, Factories of Death: Japanese Biological Warfare, 1932-45 and the American Cover-Up, (Routledge, 2015).
[17] Klaus Mühlhahn, Criminal Justice in China: A History, ss. 133-136
[18] A.g.e., ss 75-80.
[19] A.g.e., ss. 101-102
[20] A.g.e., ss. 141-146.
[21] A.g.e., ss. 209-210.
[22] A.g.e., ss. 226-227.
[23] A.g.e., s 269.
[24]Gulag adı, içinde çok çeşitli birimleri barındıran bütün bir ceza sistemi için kullanılıyor. Etnik temelli sürgüne uğrayan gruplar ve sürülen kulaklar “özel yerleşim” birimlerine yerleştiriliyordu, dolayısıyla bunlar belli etnik gruplara özeldi denebilir. Ancak Gulag sisteminin genel mantığında insanlar etnik kökeninden dolayı hedef alınmamıştır. Bu özel yerleşimciler için bakınız: Lynne Viola, The Unknown Gulag: The Lost World of Stalin’s Special Settlements, (Oxford University Press, 2009).
[25] Golfo Alexopoulos, “Amnesty 1945: The Revolving Door of Stalin’s Gulag”, Slavic Review, 2005, 64 (2).
[26] Steven A. Barnes, “Researching Daily Life in the Gulag”, Kritika, 2000, 1 (2), s. 383-384.
[27] Steven A. Barnes, Death and Redemption: The Gulag and the Shaping of Soviet Society, (Princeton University Press, 2011).
[28] Gulag’ların etraflarındaki yerleşim yerleriyle ilişkiler ve kampın içiyle dışı arasındaki ayrımın belirsiz olması konusunda özellikle şu iki esere bakınız: Alan Barenberg, Gulag Town, Company Town: Forced Labor and its Legacy in Vorkuta, (Yale University Press, 2014); Wilson T. Bell, “Was the Gulag an Archipelago? De-Convoyed Prisoners and Porous Borders in the Camps of Western Siberia”, Russian Review, 2013, 72/1.
[29] : Emily Feng, “Forced labour emerges in China ‘re-education’ camps”, https://www.ft.com/content/eb2239aa-fc4f-11e8-aebf-99e208d3e521; Chris Buckley ve Austin Ramzy, “China’s Detention Camps for Muslims Turn to Forced Labor”, https://www.nytimes.com/2018/12/16/world/asia/xinjiang-china-forced-labor-camps-uighurs.html; Türkçe’de bana gelen tanıklıklar üzerinden yazdığım yazı için: Mehmet Volkan Kaşıkçı, “Toplama kamplarına kapatılan Kazakların aileleri yardım bekliyor”, https://tr.euronews.com/2018/12/20/toplama-kamplarina-kapatilan-kazaklarin-aileleri-yardim-bekliyor-gorus.
[30] Dake Kang, Martha Mendoza ve Yanan Wang, “US sportswear traced to factory in China’s internment camps”, https://apnews.com/99016849cddb4b99a048b863b52c28cb?utm_medium=AP&utm_source=Twitter&utm_campaign=SocialFlow.
[31] Oleg Khlevniuk, “The Gulag and the Non-Gulag as One Interrelated Whole”, Kritika, 2015, 16/3.
[32] A.g.e., ss. 491-494.
[33] Sean R. Roberts, “Fear and Loathing in Xinjiang: Ethnic Cleansing in the 21st Century”, https://www.fairobserver.com/region/asia_pacific/xinjiang-uighur-muslims-internment-camps-china-human-rights-news-54321/.
[34] Kate Brown, “Out of Solitary Confinement: The History of the Gulag”, Kritika, 2007, 8/1. Kate Brown, birbiriyle taban tabana zıt görünen rejimlerin nasıl ortak bir modernitenin parçası olarak benzer sonuçlar doğurdukları konusunda son derece yaratıcı çalışmalara sahip bir tarihçi. Mesela şu makalesi bunun çok güzel bir örneği: Kate Brown, “Gridded Lives: Why Kazakhstan and Montana are Nearly the Same Place”, The American Historical Review, 2001, 106/1.
[35] “Israeli Lawmaker Lauds Chinese ‘Re-education’ Camps for Muslim Minority as Tool to Combat Terror”, https://www.haaretz.com/israel-news/israeli-mk-lauds-chinese-re-education-camps-for-muslims-as-tool-to-combat-terror-1.6766988?fbclid=IwAR0mPR8gCCKNFBKeMcvnKwxm4TX9B5Vfu41VQqC7GQBP4gC_q4ty0C0qjUk.
* Arizona State Üniversitesi / Doktora
© Tüm hakları saklıdır.