Özel Dosya

Tophane saldırısı davasının seyri ve diyalog imkânı

Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Ulaş Karan anlatıyor

02 Haziran 2015 14:47

Tophane’de 21 Eylül 2010 tarihinde gerçekleşen galerilere yönelik saldırı sonrasında 7 kişi polis tarafından gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar verdikleri ifadelerde saldırıya karışmadıklarını, olay anında Tophane Spor Kulübü’nün kafesinde oturduklarını ve polis tarafından tanık olarak karakola getirildiklerini iddia ettiler. İki gün sonra ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldılar. Sanıklar hakkında “mala zarar verme, suç işlemek amacıyla kurulan örgüte üye olma, basit yaralama”dan dava açıldı.

 

Duruşma tarihi beklenmeksizin ara celse ile yakalanma kararı kaldırılıyor

 

Kendi de davaya katılanlardan biri olan sanatçıların avukatı Murat Deha Boduroğlu’na göre, yargılamada birçok eksik ve usulsüz uygulama var. Öncelikle suç duyurusu yapıldıktan sonra iddianamenin hazırlanması gecikiyor. İncelenen kameralarda saldırıya dair herhangi bir görüntü elde edilemiyor. Talep edilen delillerin toplanması savcılığın görevi iken, bu yerine getirilmiyor. Bunun yerine, TV görüntüleri ve gazete haberleri avukat tarafından mahkemeye sunuluyor. Bu görüntüleri, mahkeme huzurunda duruşmaya katılan müştekiler ve sanıkların beraber izlemesi talep ediliyor.

Dava dosyasında belirtildiği üzere “elinde sopayla poz verip hakaretler yağdıran ve saldırılara maruz kalan ziyaretçilere saldırıyı onaylayan daha evvelki saldırılardan bahsedip suç itirafında bulunan kişilerin görüntülerini ve beyanlarını birlikte seyredip sanıklara soru sorma ve böylece yargılamanın etkin hale getirilmesi reddediliyor.” Daha da önemlisi, davanın ileri bir tarihe ertelenmesine rağmen, duruşma tarihi beklenmeksizin 12.06.2012’de dava sahiplerine haber vermeden ara bir celse konuluyor ve haklarında yakalanma kararı çıkartılan sanıklar hakkında bu karar iptal ediliyor. 30.05.2013 tarihinde “cezalandırılmalarına yetecek değerde tam ve kesin deliller elde edilmemiş olduğundan sanıkların ayrı ayrı beraatlerine” karar veriliyor. Dosya 2013 Temmuz ayından beri Yargıtay’da temyizde.

 

‘’Savcının türbanlı kadına ulaşması gerekirdi’’

 

Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Ulaş Karan da dava için eksik inceleme yapıldığını düşünüyor:

“Türbanlı bir kadına laf atıldığını söyleyerek, o olayı o şekilde anlatarak, bir gerekçe yaratarak haksız tahrikten yararlanmaya çalışıyorlar. Bu söylem üzerinden bunun makul bir refleks olduğunu göstermek ve böylece şiddeti meşrulaştırarak yargıdan koruma görmek istiyorlar. Böyle bir saldırı olmuş da olabilir. Eğer gerçekten böyle bir saldırı varsa savcının bunu da açığa çıkarması, kadına ulaşması ve gerçekten böyle bir saldırı olup olmadığını tespit etmesi gerekli. Bu davada eksik incelemeden bahsedilebilir.”

 

Cezasızlık  suç  ile  ilgilenmiyor  ama  suçluyu  koruyor

 

Saldırı sırasında yaralanan sanatçılardan birinin ifadesiyle, “dava sürecinde cezalandırmamaya ve hukuksuzluğa bir meyil” olduğu iddia edilebilir. Nitekim görüştüğüm bir mahalleli, hükümetin mahalledeki olayları desteklediğini anlatmak için göz altına alınanların Tayyip Erdoğan’ın verdiği demeçten sonra serbest bırakıldıklarını ve bir şekilde de beraat ettirildiklerini vurguluyor. Devlet ideolojik olarak desteklediği bu tür olaylarda delilleri ve cezaya sebep olacak etkin yargılama süreçlerini sumen altı ederek sanıkların cezasız kalmasını sağlıyor ve olayların gerçek sebeplerini bu şekilde gizliyor.

Düşünce Suçuna Karşı Girişim ve IFEX’in ortak yayınladığı bildiride, devletin devlet-dışı aktörlere uyguladığı cezasızlık politikası şöyle tarif ediliyor:

“Cezasızlık İnsan Hakları literatüründe, ciddi insan hakları ihlallerinin soruşturulmasının, faillerinin bulunmasının, yargılanmalarının ve cazalandırılmalarının mümkün olmaması halidir. Gerçekleştirilen eylem tüm hatları ve niteliği ile bir suç teşkil etmesine karşın fiili gerçekleştiren kişinin tüm yasama, yürütme ya da yargı birimleri tarafından doğrudan ya da kanun hükümleri kulanılarak yargılamadan muaf kılınması veya olması gerekenden daha az cezaya mahkum edilmesi sağlanıyor. Yani cezasızlık suç ile ilgilenmiyor ama suçluyu koruyor.”

Ulaş Karan ise bu gibi olaylarda geleneksel ceza uygulamalarının sorunlarından bahsediyor:

“Tophane saldırısı gibi olaylarda dava sürecinde hukukun geleneksel yapısından kaynaklı sorunlar ortaya çıkıyor. Saldırıyı gerçekleştirenler tespit edilmeye çalışılıyor. Saldırıya katılan herkes tespit edilemediğinde tüm suç tespit edilen birkaç kişiye yıkılıyor. Farzedin ki şüphelilerin hepsi tespit edildi, bu kişilerin hepsine tek tek nasıl ceza verilecek? Her birinin saldırıda sorumluluğu nasıl tespit edilecek?”

Akabinde, başka bir çözüm öneren Karan, ceza yöntemine alternatif veya onu tamamlayıcı, taraflar arasında var olan sorunları uzun dönemde çözmeye yönelik diyaloğun içerildiği “onarıcı adalet uygulamaları”nı da gündeme getiriyor:

“İnsan hakları hukukunda, bu tarz vakalarda geleneksel ceza adalet sistemi dışında, arabuluculuk (mediation) gibi alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemlerini destekliyoruz. “Onarıcı adalet” yaklaışımı olarak ifade edilebilecek bu yaklaşım amacı, ideolojik, etnik veya dinsel çatışma yaşayan gruplar arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkların çözülmesine odaklanıyor. Bu yolla bir arada yaşama kültürü de destekleniyor. Bu yöntem birbirinden farklı birçok vakaya uygulanabilir. Örneğin polis uzlaşma önerebilir, mağdurların şikayeti sonucunda savcılık tarafları bu tür bir uzlaşmaya yönlendirebilir veya açılmış olan bir davada hakimler aynı şekilde tarafları bu tür bir usule yönlendirebilir. Eğer çatışmanın her iki tarafı da bu sürece kabul ederse, toplum içinde saygı duyulan veya bu konuda eğitim almış arabulucular görevlendirilir ve bu kişiler taraflar arasında mevcut olan bir uyuşmazlığı çözülmesine yardımcı olmaya çalışır. Geleneksel hukuk sistemi sadece faile ceza vermeye odaklanırken, bu tür uygulamalar bozulan toplumsal ilişkilere de odaklanır. Geleneksel ceza hukukundan farklı olarak, bu uygulama ile sorunların köküne inilebilir, tarafların bir biri hakkında ne düşündüğü sorusunun yanıtı bulunabilir. Bu süreçler yine de geleneksel ceza hukuku uygulamalarını dışlamıyor.  Kimi vakalarda hem faile ceza verilebiliyor, hem de uzlaşma oturumları gerçekleştirilebiliyor. Oldukça esnek işleyebilen bir süreç. Burada en önemli nokta her iki tarafın da bu sürece katılmayı kabul etmesi ve ortaya çıkan çözümden her iki tarafında memnun olması.”

Maalesef, Karan bunun Türkiye’de pek uygulanmadığını, geleneksel bakış açısının buna çok izin vermediğini belirtiyor. Mixer galerisinde gerçekleşen saldırı sonrasında tarafların imzaladığı uzlaşma protokolünün buna bir örnek olup olmadığını soruyorum. Bu olayda protokolün imzacılarının mahalle büyüklerinin değil, suçun faillerinin olması gerektiğini söyleyen Karan şöyle devam ediyor:

“Mixer görevlilerinin karakolda yaşadığı süreç normal prosedürün bir sonucu. Polisin ve sonra savcının, gündeme gelen suç ceza kanununa göre uzlaşmaya tabi bir suçsa taraflara önce uzlaşmak isteyip istemediklerini sorması gerekiyor. Fakat bu süreç bile doğru düzgün işlemiyor, çünkü uzlaşma usulünün tam olarak ne olduğu anlatılmıyor, doğrudan ‘uzlaşma ister misiniz’ diye soruluyor. Bunun ne olduğu açıklanmadığı için insanlar da ‘öpüşüp barışacak mıyız’ diye düşünüp reddedebiliyorlar. Ayrıca bu süreçlerin polis, savcı, hâkim gibi kişiler tarafından değil uzlaşma konusunda eğitim almış kişiler tarafından yürütülmesi gerekiyor.”

Resmî yollardan olmasa da, bir şekilde diyalog ortamının kurulup kurulamayacağına dair mahalle büyüklerine ve yerel idarecilere soru yöneltiyorum. Mahalle büyükleri, şiddete eğilim gösteren gençleri uyardıklarını söylüyorlar. AKP İlçe Belediyesi Meclis Üyesi Abdulillah Yeşildağ ise bu soruya bir yanıt veremiyor. Genelde bu gibi meselelerin abartıldığını söylemekle yetiniyor.  

 

Çözüm diyalog mu?

 

Sanat dünyası, bu şiddetli olayın vehametini teslim ettikten sonra, mahalleli ile kentsel dönüşümün sonuçları ve bununla ortaklaşa nasıl mücadele edilebileceği üzerine beraber düşünme konusunda bir eğilim gösterdi. Dönüşüm sürecinden galerilerin sorumlu olmadığı, aslen mahalleli gibi onların da bu süreçten mağdur olduğu vurgulandı.

Altı bölümdür sürdürdüğüm bu yazı dizisini, mahalleli ile bir karşılaşma ve ona bir davet içermesinden dolayı oldukça etkili bulduğum bir performansı anlatarak bitirmek istiyorum:

Hazavuzu adlı grubun sanatçılarından Güçlü Öztekin, 2008’de sokakta yürürken duyduğu silah seslerinden korkarak koşmaya başlıyor. Koşarken birden sokaktaki gençlerden birinden ağır bir şekilde dayak yemeye başlıyor. Neden dayak yediğini anlamlandırmaya çalışırken, koşarak kaçan bir hırsız olduğunun zannedildiğini düşünüyor fakat performanstan sonra kendisini döven çocuğun babasının işlettiği kahvede babayla sohbet ederken, sebepsiz yere, kendi deyimiyle “spor olsun diye” dayak yediğini anlıyor. Bu iç dökme/performans kendisi dayak yedikten iki yıl sonra saldırıya uğrayan galerilerden biri olan Outlet galerisinin önünde gerçekleşiyor. Sanatçı dayak yediği yerde bir hoparlör ve mikrofon kurarak mahalleli ile dayak sonrasında hissettiklerini paylaşıyor. Mahalleliye şöyle sesleniyor:

Hepinize iyi akşamlar...Şu anda çok heyecanlıyım. Hayatımda ilk defa böyle bir şey yapıyorum...Ve büyük bir iyi niyetle yapıyorum...Geçen hafta yaşanılan bir olay üzerinden konuşmak istiyorum...Öncelikle dayak yedikten sonra beni yerden kaldıran ve teselli veren insanlara teşekkür etmek isterim...(Beni döven) insana hiç sinirlenmedim, nefret duymuyorum. Buraya iyi birşey için geldim...Yaşadığım olay bende bir tür korkuya ve güvensizliğe neden oldu...Buraya gelip sizinle konuşursam kendi içimi rahatlatırım ve aramızda iyi bir şey kurabilirim...Burası güzel bir yer ve kötü hatırlamak istemiyorum...Ben hırsız da olsam, bana bu kadar sert davranılmamalıydı...Önce durumu anlayıp sonra harekete geçmeliyiz ve geçtiğimizde de biraz insaflı olmalıyız. Bence zaten son derece insafsız bir dünyada yaşıyoruz. En azından ufak çabalarla bu durumu dengeleyebiliriz...Polise gitmedim. Çünkü kendi aramızda ve konuşarak halledebileceğimizi düşünüyorum...Bence insanlar birbirine yardım etmeli. Buraya ahkâm kesmek için gelmedim. Ufak da olsa yardım almaya geldim. Başıma geleni bu şekilde tedavi etmek istedim. Beni dinlerseniz ve üzerine birşey derseniz bu olay güzel bir şeye dönüşecek...Beni yerden kaldıran ve yardım eden tüm insanlara teşekkür ediyorum...”

Peki, yaşam tarzına bağlı sebeplerle mağdur edildiğini düşünen bir mahalleli ile onların hassasiyetleri üzerine nasıl konuşulabilir? Üstelik iktidar toplumun nasıl yaşaması gerektiği konusunda kendini otorite bellemişken ve bu tür hassasiyetler iktidar tarafından bir diğerinin yaşamı pahasına koruma görürken bunlardan nasıl bahsetmek lazım?  Bu soru şu anda Türkiye’nin yakıcı sorularından biri olarak görünüyor. Ve gün geçtikçe diyalog imkânları azalıyor. 

Görüşmelerde konuşmayı reddedenlerin yanında, yine de sabırlı davranarak sorularımı yanıtlayan görüşmecilere, yazıları gözden geçiren Banu Karaca ve Asena Günal’a, özellikle bir yayın editörünün harcaması gereken zamandan çok daha fazlasını harcayarak bu yazı dizisini son haline getiren Hazal Özvarış’a ve araştırma için verdiği destekten dolayı P24’e teşekkür ederim.

BİTTİ

İlgili Haberler