15 Mayıs 2016 16:44
Rock şarkıcısı Teoman, müziği bırakma kararı verdikten sonra yaşadıklarını anlattı. "Derdim müzik değilmiş, sonradan anladım. Beni asıl sinir eden şey müzik değil, onu artık eskisi gibi ciddiye alamayışımmış. Yine de müzik hayatım boyunca can simidim oldu, sayesinde kendime bir hayal dünyası kurdum" diyen Teoman, "Eskiden ciddiye aldığım şeyleri artık alamıyordum, kitap bile okuyamıyordum. Kızım doğunca kendime geldim. Kuruntularım, gelecek endişelerim azaldı. Ciddiye alabileceğim tek bir işim var artık; babalık" diye konuştu.
Habertürk'ten Gülenay Börekçi'ye konuşan Teoman'ın açıklamaları şöyle:
“Ne yaptım bugüne dek? Pek bir şey yapmadım aslında. Gerçek bir işte çalışmadım, patronum olmadı. Olgun insanlar dünyasına hiç girmedim, girmeye de niyetim yok. Bunun yerine kendime bir hayal dünyası yaratmayı tercih ettim. Kimliğimi hayaller oluşturuyor. Gerçeklik o kadar da güzel değil.” Bunu hatırladın mı?
Vay, ne kadar eskiymiş.
Seninle ilk röportajımızdan. Tam 20 yıl önceydi.
Doğru söylemişim ama.
Bu hissiyat yüzünden mi her şeyi bırakmaya, uzaklaşmaya karar verdin?
Derdim müzik değilmiş, sonradan anladım. Beni asıl sinir eden şey müzik değil, onu artık eskisi gibi ciddiye alamayışımmış. Yine de müzik hayatım boyunca can simidim oldu, sayesinde kendime bir hayal dünyası kurdum. Bırakmak daha çok etrafındaki alanlarla ilgili, ilişkilerle...
Müzik ve etrafındaki “alanlar” neyi ikame etmez olmuştu?
Şarkıcılık hayalleri kurmaya başladığımda, bu işin benim için gerçekten değerli olup olmadığı üzerine çok düşünmemiştim. Beğenilme, değerli hissetme arzusu en önemli motivasyonumdu. Şarkıcılara, yazarlara özeniyor, başka kimseyle ilgilenmiyordum. Sıradan bir iş yapmayacak, farklı biri olacaktım. Başarı ilk kez tattığında birçok şeye cevap olabiliyor ama sonra etkisini yavaş yavaş yitiriyor. Dedim ya, problem müzikte değil, bende.
Peki müziğin yerine neyi koyacaksın şimdi?
Eski duygular geri gelmeyecek, peşlerine düşmek anlamsız. Hangi başarıyı elde etsem müzik beni tatmin eder diye düşünüyorum ara sıra; olmayacağını anlıyorum. Yerine de başka bir şey koyamam. Problemlerin, insanın kendine hedefler koymasıyla hatta onlara ulaşmasıyla çözülmediğini artık biliyorum. O yüzden gerçekten yapmak istediklerimi listeledim. Eskiden roman yazmayı hayal ederdim, şimdi haftada üç gün spora gitmenin hayalini kuruyorum. Demek ki bu bana daha önemli geliyor. Ya da daha gerçekçi... Yaşım ilerledi, anneme hayırlı evlat, kızıma iyi baba olayım, gerisi fasa fiso. Önümde iyi ihtimalle 20-30 sene var. Pek sıkılmadan geçiririm inşallah.
“Kendimi şundan niçin mahrum bıraktım” dediğin şeyler var mı?
Valla, lisede bayağı sümsüktüm ama 19’uma geldiğimde bir rock grubunun solisti olmuştum. Parasızlıktan çok süründüm ama eğlenceden de geri kalmadım. Kafamın estiği her şeyi yaptım. Eksikliğini hissettiğim şeyler varsa bile, zorunluluktan değil, canım öyle istediği içindi. O yılları, geleceğe dair içimde hissettiğim umut, güzelleştiriyordu. Zygmunt Baumann, “Mutluluk, mutluluk umudunda” diyor ya; yıllarla azalan şey, o.
Herhangi biri olmayı, şöhretten uzak kalmayı ister miydin?
Depresyonunun nedenini şan şöhret zannediyorsun. Değil aslında. Ünlü olmasam da bundan daha mutlu hissetmem kendimi.
İstemediğin şeyler yaptırdı mı sana şöhret, para veya adı her neyse?
Oldu, hâlâ oluyor. İşimi bu ödünleri vermeden yapmak isterdim ama çok da önemli değiller sonuçta. Kariyerimde elde ettiklerim zamanında beni çok mutlu etti, kendimi değerli ve becerikli hissettirdi. Gençtim, kaygılıydım. Yıllar geçiyordu, hayatımda hiçbir iyi şey olmuyordu ve ben paniğe kapılıyordum. İlk albümümü çıkardıktan sonra gelen başarı, ün, para bana kendimi kuşkusuz iyi hissettirdi.
Şarkılarındaki açık sözlülüğün etkileyici. Bu nasıl başarılır?
İşim, kendimi anlatmak. Bu olanağı kullanmayan insanlara şaşırıyorum. Gençken, sanatçıların toplumla gereğinden fazla uzlaştığını düşünüyordum. Beğenilmek için aşırı çaba gösteriyorlardı ve bu riyakârlıktı. Benim istediğim, tam tersiydi. Öyle bir pozisyon belirlemeliydim ki hatalarımı, kusurlarımı saklamak zorunda kalmamalıydım. Kendimle ve insanlarla pazarlık gerektirmeyecek bir hayatı hayal ediyor, başkalarına benzeme taklidi yapmayayım istiyordum. Seyirciye yağ çekip olduğumdan daha iyi biri gibi görünerek sürdüremezdim kariyerimi.
Kendinle ilgili seni en çok şaşırtan, düş kırıklığına uğratan ya da “Vay be, sandığımdan güçlüymüşüm meğer” dedirten şeyler neler oldu?
“Vay be, sandığımdan güçlüymüşüm meğer” diye düşünmedim hiç, daha çok tersi oldu. Müziği bıraktığımda, ünlü olmakla çok vakit kaybettiğimi düşünerek kendimi suçluyor, “Artık başkaları için çalışmayacağım” diyordum. Atina’ya gittiğimde mesela, bir gece sokakta dolaşırken bir açık hava sinemasına geldim. Ama içeride 10 dakika duramadım. “Kimse beni tanımadığı için zamparalık yaparım” diyordum, dışarı bile çıkmadım. Yogaya başladım, olmadı. Arjantin’e gittim, bütün gün odada sigara içtim. Neredeyse 2.5 sene hiçbir şey yapmadım. Evdeki üçlü kanepede tavanı seyrediyordum. Eskiden ciddiye aldığım şeyleri artık alamıyordum, kitap bile okuyamıyordum. Kızım doğunca kendime geldim. Kuruntularım, gelecek endişelerim azaldı. Ciddiye alabileceğim bir işim var artık; babalık. Bazen parkta buluşuyoruz, yanında bakıcısı oluyor. Yaklaşırken son 50 metreyi koşarken buluyorum kendimi. Çocuklarla vakit çok güzel geçiyor, kafaya taktığın dertler önemsizleşiyor. Sadece sorumluluk yükü var ama o kadar da olsun.
Yıllar önce hayatı sanat eseri haline getirmekten söz etmiştin, hâlâ var mı böyle bir takıntın?
“Bir vazo sanat eseri olabiliyorsa, neden ben de olmayayım?” diyen Foucault muydu? Her neyse, insanın kendini “sanat eseri” haline getirmesi, isteklerini potansiyeliyle buluşturması aslında. Aklına eseni yapmak yapmamaktan daha iyi; her şey bittiğinde, yapabilecekken yapmadıklarımızı düşünmek acı verici olabilir. Eskiden müzik düşünürdüm, şimdi ‘Ne kadar zamanım kaldı, nasıl yaşamak istiyorum, neler beni gerçekten mutlu eder’ diye düşünüyorum. Müzik hâlâ var ama kısmen ekonomik gerekçelerle, kısmen eski işlerimi geleceğe derli toplu bırakmak için... Arşivi düzenlemek ve sunmak... Şarkı yazmak artık beni heyecanlandırmıyor. Ne eski enerjim var, ne de hayallerim... Müzik işini paketlemek üzereyim. Sevdiğim kitapları okuyor, aynı filmleri tekrar tekrar seyrediyorum. Görüyorsun, bunca yılın sonucunda ortaya çıkan şey pek de “sanat eseri” sayılmaz.
Hayatında hiç sürpriz kalmamış gibi konuşuyorsun...
Hiçbir plan hatasız yürümüyor, bu da çok güzel bir şey. Hakikaten hikâye etmeye değecek olaylar hep öyle geliyor. Saçma sapan kararlar verip başladığım işler dahil, hayat bana bir sürü hikâye verdi; renkli anılarım var. Fakat hayır, şu saatten sonra sürpriz falan istemiyorum. Temkinli miyim? Belki de eskisi kadar cesur olmadığımdandır.
Bundan sonra ne yapacaksın?
Arkadaşlarımla müzikte ve sinemada kreatif prodüktörlük yapacağım. Bana zevk verecek, meşgul olmamı sağlayacak, üstelik pek de vaktimi almayacak işler bunlar. Bundan sonra asıl vaktimi kızıma, kendime ayıracağım.
İster misin Zeyno’nun da müzisyen olmasını?
Müziğe yetenekli. Seviyor da. Sürekli şarkı dinlemek istiyor. Fakat profesyonel şarkıcı olmasın. Müzisyenlik dünyanın her yerinde zor iş. Zevk alacağı şeyler yapsın, geçinmek için de ünlü olmasını gerektirmeyecek bir işi olsun. Çünkü öteki türlüsü mutsuzluk...
“Hiçbir plan hatasız yürümüyor ve bu çok güzel. Hakikaten hikâye etmeye değecek olaylar hep öyle geliyor. Hayat bana bir sürü hikâye verdi; renkli anılarım var. Fakat artık sürpriz falan istemiyorum.”
“Kitap okumak her şeyden daha gerçek ve zevkliydi. Ben de zaten hayatı kitaplardan tanıdım” demişsin. Kitaplar, sana nasıl yol gösterdi?
Bir çocuğun hayatını renklendiren en önemli şeydi kitaplar. Televizyonun, bilgisayar oyunlarının olmadığı, yoksulluk yüzünden de başka eğlencelere gücümüzün yetmediği zamanlardı. Spor yapmak, bisiklete binmek falan ilgini çekmiyorsa, okumak en güzel şey! Bir de insan çocukken özeneceği kahramanlar arıyor kendine. Robin Hood, Mister No, James Bond varken arkadaşının, karısından zılgıt yiyen palavracı babası kahramanın olamaz ki. Fakat insan ilişkilerini kitaplardan öğrenemezsin, yaşaman gerek.
Epey geciktiğini düşündüğüm bir kitap çıkarıyorsun; şarkı sözlerin... Neden şimdi?
Daha yazacak çok şarkım var gibi gelmişti bana hep. Artık çıkarabilirim, pek şarkı yazmam artık. Şöyle 10-15 tane gerçekten beğendiğim şarkım var. Onların kalibresinde bir fikir pek gelmiyor aklıma. Tembelleştim, elime gitar bile almıyorum. Eh, almayınca da yazamazsın tabii.
Anlatsana nasıl yazdığını...
Kontekste takığım ben. Gidilmiş yollardan gitmemeye çalıştım ben, bazılarında başardım. Müzikten ziyade, şarkının ne anlattığıyla ilgiliydim. Popüler müzik çok da zor değil ayrıca, ineklersin, çalışırsın, olur. “Zamparanın Ölümü”, “Bugün” ya da “İstasyon İnsanları”ndaki gibi dünyalar kurunca beğeniyorum kendimi. “İki Yabancı”daki gibi hikâyeyi farklı açılardan anlatan iki karakter yarattığımda... “Bana öyle bakma, anlayacaklar” gibi dört kelimeyle bir yasak aşkı anlattığımda... “Bir bar taburesi üstünde babamın öldüğü yaştayım” dizesini yazdığımda... Şarkılarım çoğunlukla otobiyografik zaten. Ama bu, kısıtlayıcı da olabiliyor.
Bir itiraf tınısı alıyorum onlardan...
Şarkılarımı daha en baştan “confessional poetry” üzerine kurdum; itiraf şiiri...
“Kötü bir huyum var, başkalarının bana söylediği şeyleri kullanıyorum” demiştin...
Doğru, bazen yaparım. “Bazı Yalanlar” mesela. Kız arkadaşım “Artık sarhoş olmadan sevişmiyoruz” demişti, “Birbirimize içmeden dokunamaz olmuştuk” şeklinde çıktı. Başka birinin acısından faydalanmak, konu şarkı sözüyse hiç sıkıntı değil. Maksim Gorki, evsizlere çorba ısmarlarmış, hikâyelerini anlatmaları koşuluyla.
Bu tarz bir kötülükte ne kadar ileri gidebilirsin, mesela sırf şarkı sözü çıkar mı bundan diye dinledin mi birini?
Dinlemedim. Ama dinleyebilirmişim gibi geliyor. Hele aşk meşk hikâyelerini zevkle dinlerim. Şarkısını da yazarım.
Kimleri kıskanırsın?
O kadar çok ki... Sörf yapanları, geceleyin yollarda koşanları, sevdikleri bir yemek için uzun yollar kat edebilenleri... Hiç ürpermeden soğuk suya atlayanları, çıplak ayakla futbol oynayanları... Ben öyle değilim, plajda şemsiyenin altına uzanıp dergi okuyorum. Ayağım kumlanınca da rahatsız oluyorum. Rahat insanları kıskanırım, ben sürekli problem bulurum. Kıskandığım değil ama, eskiden benzeme hayali kurduğum insanlar oldu hep ... Bob Dylan, Leonard Cohen, Lou Reed, Van Morrison, Tom Waits, Cassavettes, Kundera, Raymond Carver...
Peki ya yenilerden, genç ve henüz her şeyi yapma arzusuna sahip, yapabileceği umudu olanlardan kıskandığın var mı?
İşte o duygularını kıskanıyorum yenilerin, gençlerin. Hepsini kıskanıyorum.
Bence onlar seni kıskansın. Mesela son yaptığın iş, Suriyeli mültecilerle ilgili video çok güzeldi. Nasıl çıktı ortaya?
Yönetmen Charles Richards’ın projesiydi. Çocuk, bir buçuk ay çalıştı o klip için. Kliplerim zekice çekilmiş, özel işler olsun, bakana kısa film tadı versin istiyorum ama her zaman iyi bir fikir bulamayabiliyorsun. Galata Köprüsü’nde asık suratla çektiğim klipler artık bir çeşit reklam gibi geliyor bana, hayal gücü açısından zavallı buluyorum onları. Charles, mültecilerle ilgili farklı bir şey yapmayı, gerçek insanları anlatmayı teklif edince, heyecanlandım. Savaşa uzaktan bakmaktansa, iki insanın hayatındaki detaylara baktık. İnsanlar fark etmez ya da çok ciddi bulup sıkılırlar sanmıştım. Öyle olmadı, şaşırdım.
"‘Çok üzülme, çok susma, çok darılma, çok ağlama, çok da kitap okuma!’ dedi annem. ‘Çok terleme, çok yorulma, girdaplarında boğulma, yalnızlığına çok da alışma!’”
“Küçükken annem yaşıtlarımla kaynaşayım ister, insanlarla konuşmaktan utandığım için evde tek başıma oturuyorum diye endişelenirdi. Hâlâ öyle... O yıllarda kitaplara fazlaca düşkündüm ve kitap bizde pek de matah bir şey sayılmıyordu. Hele kuzenim sürmenaj olunca, annem korktu. Çok okuyanların kafayı yediğini düşünüyordu. Okurken çok heyecanlanır, adeta kitabın içine girerdim. ‘Açma öyle gözlerini’ derdi annem.
“Bir sırrım var saklarım ama görünce anlarsınız. Yalnız dikkat, acımayın; acınmak, canımı en çok acıtandır.”
Bana acımaları çok canımı yakardı küçükken. Çocuktum sonuçta; zaten küçük ve güçsüzdüm. Babamın ve paramızın olmayışı da durumu kötüleştiriyordu. Ama ‘İstasyon İnsanları’ndaki Ruhi farklı. Sakat bir çocuk o, yarası görünürde. Kendine bir hayal dünyası yaratmış ve insanlarla zaman geçirmek yerine orada hayali dostlarıyla yaşıyor.
“Zaten odam hep dar geliyor bana.”
“Hep hissettiğim huzursuzluk duygusu. Bazen daha yoğun hissederim. Genellikle bir nedeni olmaz. İlk albümüme hazırlanıyordum ve hayatımda güzel şeyler olsun istiyordum. Ama umutsuzdum, parasızdım. Gelecekten korkuyordum. Kendimi başarısız buluyordum. Tren çoktan kalkmıştı sanki. Biraz da annemden utanıyordum, çünkü benim başarılı olacağıma çok inanmıştı.”
“Yalanlarımız güzel, inanması zevkli. Bir şey sevmeye değerse, ölmeye de değer mi?”
“İkinci albümümden, ‘Bazı Yalanlar’. Sadece sarhoşken sevişebilen iki sevgili. Bir ilişkinin sonu. Palavra atmak değil gerçeklerden bahsetmek, yıkıcı bir ilişkiyi anlatmak istiyordum. Bir cinsel isteksizlik durumu var o şarkıda, daha önce yazılmış şarkılarda buna rastlamamıştım. Bana kalırsa şarkıları böyle detaylar gerçekçi kılıyor.”
“Biraz gerçek biraz yalan; hem yara bandım hem yaram.”
“Bu, ‘Gönülçelen’den. Eski karımla ilişkimizin başlarıydı. Onun düşünceleriydi aslında. Şebnem Ferah sonradan bunu harika bir blues şarkısı haline getirdi. ‘Hem yara bandım hem yaram’ lafı, bir kadının ağzında daha güzel duruyor ve ben bazı şarkılarımın kadınlara daha yakıştığını düşünüyorum. ‘İstanbul’da Sonbahar’ı Nil Karaibrahimgil’in söylemesi gibi.”
“Galiba, kendinizi pek enteresan sanıyorsunuz. Büyümeyen adam sendromu bu. Ama yaşlanıyorsunuz.”
“’Zamparanın Ölümü’ şarkımdaki kadının sözleri. Asılırken yalnız kalmaktan çok korktuğunu itiraf eder kadına ve birlikte olmaları için yalvarır. Gerçekte tam bir klişedir. Sandığının aksine özel biri falan sayılmaz, dünyada bol bol vardır ondan. Yine de yaşlandığından habersiz, inatla ergen gibi davranmayı sürdürür.”
“İnsanlar... Dünya düşmüş üstlerine kıpırdayamıyorlar. İnsanlar denemiyorlar bile.”
“Tanrı insanları terk etmiş... Medeniyet krizinde anlam kaybolmuş, renkler donuklaşmış. Herkes kendine yabancı. İlişkisizlik had safhada. Kurtulma çabası sıfır. ‘Herkes tıklım tıklım yalnız’ diye yazmıştım bir keresinde. İlişkisizliği çok hissettim hayatım boyunca, üzerine de çok düşündüm. ‘Ölmüş insanlar insansızlıktan...’ Mesafeli biri olduğum söyleniyor, oysa ben tam tersine başkalarının duygularını tam olarak açamadığını hissediyorum. İlişki dedikleri şey, çağımızda öyle sanal hale geldi ki, kendinle bile kuramıyorsun onu.”
“Kalpte kurşun, ilmek boynunda. İki çocuk. Ölüm karşısında hep çocuk kalacaklar, büyümeden birer tabutta.”
Erdal Eren ve öldürdüğü söylenen jandarma eri Zekeriya Önge için yazdım. Ailelerinin röportajlarını okudum, annelerinin hâlâ rüyalarında çocuklarını gördüğünü hayal ettim. O rüyalarda çocuklar hep öldürüldükleri yaştaydı. Sert hatta punk bir şarkı istiyordum, otopsi raporlarını buldum. Albümde o raporları Cüneyt Özdemir seslendirdi. Fakat zamanla yaptığımı beğenmemeye başladım. Türkü formu daha doğruydu, Yavuz Bingöl’den rica ettim söylemesini. O versiyonu daha çok seviyorum.”
© Tüm hakları saklıdır.