Cumhuriyet yazarı Tayfun Atay, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "Tüm terör örgütlerine karşı milli seferberlik ilan ediyorum" açıklamasıyla ilgili olarak "Türkiye, terörle sanki bir devletle savaşıyormuşçasına 'karşılıklılık' içerisinde eşitlikçi bir ilişki kuruyor. Terör örgütlerini, onlar sanki devlet güçleri imiş gibi, kendisiyle denk bir konuma yerleştiriyor. 'Milli seferberlik' çağrısı, bu bakımdan, istenenin, amaçlananın tam tersi yönde bir etkiyle teröre 'statü' kazandırma işlevi görüyor" dedi.
Tayfun Atay'ın "Seferberlik teröre statü demektir" başlığıyla yayımlanan (16 Aralık 2016) yazısı şöyle:
“Seferberlik” dendiğinde bu topraklarda yaşayan insanların, tabii en çok yaşlı kuşakların zihninde canlanan hadise bellidir: “Düvel-i Muazzama” ile tutuşulmuş bir savaş…
“Seferberlik”, Birinci Dünya Savaşı’na halk arasında verilen addır. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Almanya ve Avusturya- Macaristan’ın yanında Britanya, Fransa, Rusya, İtalya gibi dev devletlere karşı sürdürüp mağlubiyetle tamamladığı, kendisinin de sonu anlamına gelen savaş…
“Seferberlik”le ilk akla gelen bu. Tıpkı “Memleketimden İnsan Manzaraları” başlangıcında Nâzım’ın “Haydarpaşa garında//1941 baharında” diyerek giriş yapıp takdim ettiği insanlardan birinin öyküsünde olduğu gibi:
“Merdivenlerin üstünde güneş
bir baş yeşil soğan
ve bir insan:
Ahmet Onbaşı.
Balkan Harbinde gitti
Seferberlikte gitti
Yunan Harbinde gitti.
‘Ha dayan hemşerim sonuna vardık’
sözü meşhurdur.”
***
Bu anlamda “Seferberlik”, yayılmacı (“irredantist”) arzularını bastıramamış bir yönetimin, Enver Paşa başta olmak üzere İttihat ve Terakki hükümetinin, hesapsız kitapsız bir maceraperestlikle halkı sürüklediği ve devletin ipini kendi elleriyle çektikleri bir felaketin adı. Büyük facia ve acılara yol açmış, yıkım ve parçalanmaya altyapı oluşturmuş…
Sonrasında güç-bela doğrulup ayağa kalkabilen toplum, büyük meşakkat ve fedakârlıkla ulus-devlet Cumhuriyet’e vücut verebilmiş.
***
Cumhurbaşkanı’nın muhtarlar toplantısında yaptığı “Milli Seferberlik” çağrısı kimde ne etki ve heyecan yarattı bilemiyorum, ama bende ilk çağrıştırdığı bu seferberlik oldu.
Tabii Osmanlı’yla bağlantılı yaşanan o acı tarihsel deneyimde her ne olursa olsun bir devlet, başka devletlerle büyük ölçekli bir silahlı çatışmaya girmişti.
Şimdiki “Milli Seferberlik” ilanının nedeni ise terör…
Cumhurbaşkanı, ülke içinde en son yaşanan kanlı terör eylemi akabinde ve terör örgütlerine karşı yapıyor bu çağrıyı:
“Buradan tüm vatandaşlarıma sesleniyorum, Anayasa’mızın 104. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başı olarak PKK’sıyla, DEAŞ’ıyla, FETÖ’süyle, DHKPC’siyle ve tüm diğerleriyle, adı, söylemi, yöntemi ne olursa olsun, tüm terör örgütlerine karşı milli bir seferberlik ilan ediyorum.”
***
Dolayısıyla önceki iki yazımızda üzerinde durduğumuz hususlar burada da geçerli: Türkiye, terörle sanki bir devletle savaşıyormuşçasına “karşılıklılık” içerisinde eşitlikçi bir ilişki kuruyor.
Terör örgütlerini, onlar sanki devlet güçleri imiş gibi, kendisiyle denk bir konuma yerleştiriyor.
“Milli seferberlik” çağrısı, bu bakımdan, istenenin, amaçlananın tam tersi yönde bir etkiyle teröre “statü” kazandırma işlevi görüyor.
Burada tekrar hatırlayalım Osmanlı’yı seferberlik ilanına götüren güçleri: İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya…
Ve şimdiki seferberlik ilanının muhataplarını: PKK, IŞİD, FETÖ, DHKP-C…
***
Elbette Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla ilgili sorunlar hemen vurgulandı. Seferberlik kararının Meclis’in sorumluluk alanında olduğundan; dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nca yapılanın Anayasa’da tanımlanan şekliyle bir seferberlik çağrısı olmadığından; daha çok teröre karşı toplumsal dayanışmayı motive etme amacı taşıdığından dem vuruldu.
Ama yine de “devlet dili”nin daha tasarruflu, ölçülü ve dikkatli olması gerekmiyor mu?
“Seferberlik”, bu kadar kolay ve rahat dolaşıma sokulacak bir tabir olabilir mi?..
Ve elbette yukarıdaki çağrışım üzerinden karşılaştırmaların ve karşılaştırmalarda farkları belirlemenin de ardı arkası kesilmiyor.
Söz gelimi Cihan Harbi seferberliğinde millet cepheye, elle tutulur, gözle görülür somutlukta karşılarında duran “düşman” devlet kuvvetleriyle çatışmaya çağrılmıştı.
Şimdiki seferberlik çağrısına sebep teşkil eden eylemleri yapanların öyle gözle görülür, elle tutulur yanları yok. Aksine tespit edilebilmelerinin zorluğundan dolayı korkunç katliamlara en beklenmedik anda yol açıyorlar.
Böyle olduğu içindir ki bu seferberlikte halk cepheye savaşmaya değil, emniyete “ihbar”a çağrılıyor. Tekrar kulak verelim Cumhurbaşkanı’na:
“Her kim bu örgütlerin çalışmalarıyla, elemanlarıyla ilgili bir şey görürse, bilgi sahibi olursa hemen güvenlik güçlerimize bilgi vermelidir. Muhtarlarımıza birinci derecede görev düşüyor. Hangi evde kim var, kim yok; bunu Emniyet görevlilerine bildirmelisiniz.”
***
Dolayısıyla “düşman” kendi içimizde sayılarak bulunması yolunda neredeyse konu-komşu, eş-dost, hısım-akraba birbirini kollar vaziyet almaya yönlendiriliyor.
Etnik, dinsel, yaşam-biçimsel farklılık içinde olanların birbirinden işkillenir hale gelmesinin de önü açılıyor.
Birbirine öyle ya da böyle husumet duyanların karşılıklı “ispiyon”larına da zemin hazırlanıyor.
Tam da terörün arzu edeceği şekilde birbirimizle kutuplaşmanın ötesinde birbirimizin kuyusunu kazacak bir yola sürükleniyoruz.
Yine Nâzım’ı ve bu defa şu dizeleri hatırlatan yola:
“Kendi kendimizle yarışmaktayız Gülüm
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz
Ya da dünyamıza inecek ölüm…”