07 Aralık 2015 15:18
Kürt siyasi hareketinin de önemli isimlerinden, TİP (Türkiye İşçi Partisi) kurucularından, Diyarbakır Eski Milletvekili Dr. Tarık Ziya Ekinci, çözüm sürecinde çatışmasızlığın sona ermesiyle ilgili olarak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı işaret ederek, "Sırf amaçlarını gerçekleştirmek, tek otoriter kişi olabilmek amacıyla böyle bir politika sürdürüyor. Oysa daha önce, orda çıkar gördüğü için üç yıl boyunca bir çatışmasızlık süreci yaşadık ve her tarafta bir sükunet, bir mutluluk yaşandı" dedi.
Erdoğan'ın halifeliği yeniden tesis etme hayalinin olduğunu iddia eden Ekinci, "Hayal peşinde ve bu hayal uğruna da bir sürü canlar gidiyor, demokrasi yok oluyor, Doğu’da kan akıyor, Türkiye’de kan akıyor. Sırf bu hayal uğruna" diye konuştu. Ekinci, "Recep Tayyip Erdoğan’ın çatışmasızlığa son verme arzusu ve yeniden savaşı başlatma isteği adım adım geldi. Bu da tek başına olmadı. Çatışma karşılıklı olur, tek taraflı çatışma yapamazsınız. Bana kalırsa KCK, Recep Tayyip Erdoğan’ın tuzağına düştü" görüşünü dile getirdi.
Evrensel'den Serpil İlgün'ün Tarık Ziya Ekinci'yle yaptığı söyleşi şöyle:
Ölümlerin, çatışmaların ve sokağa çıkma yasaklarının giderek bölgenin rutini haline gelmeye başladığı günler yaşıyoruz. İlçe ve mahallelerde ilan edilen sokağa çıkma yasaklarına artık meydanlar da eklendi. “Bu tablo neden yaşanıyor” sorusunun yanıtı için nereye bakmalıyız?
Recep Tayyip Erdoğan’a bakmak lazım. Her şey onda bitiyor. Kararı alan o. Silahlı mücadeleyi sürdüren o ve silahlı mücadeleye karar veren de kendisi. Sırf amaçlarını gerçekleştirmek, tek otoriter kişi olabilmek amacıyla böyle bir politika sürdürüyor. Oysa daha önce, orda çıkar gördüğü için üç yıl boyunca bir çatışmasızlık süreci yaşadık ve her tarafta bir sükunet, bir mutluluk yaşandı. Türkiye’de genel olarak bu sürecin barışla bitmesi arzusu yaygınlaştı.
“Erdoğan çıkar gördüğü için” dediniz. O çıkar nedir size göre? Erdoğan, “Barış gelecek” havası yayarak, ne amaçladı?
Erdoğan’ın kişisel otoritesini tesis etmek, tek adam olmak, bütün Müslüman aleminin tek lideri konumuna gelmek gibi bir arzusu var. Ortadoğu’daki bahar havasında kendisinin istikbalini görmeye başlamıştı. Müslüman kardeşlerin, bütün Ortadoğu’da hakim olabileceği havasına girdi ve Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta onları destekledi. İsrail’le münasebetleri kökten yıkmasının nedenlerinden birisi de İslam aleminde bir prestij sahibi olma arzusudur. Kendisinin, çağımızda yeni bir dinsel lider olma, bir otorite olma, Osmanlı dönemindeki padişahların sahip olduğu dinsel halifeliği yeniden tesis etme gibi bir hayali var. Ama bir defa bu hayalin gerçekle hiçbir ilgisi yok. Ne Ortadoğu sosyolojisi ile ne Türkiye sosyoloji ne de Türkiye’deki toplumsal gelişmenin ulaştığı bugünkü aşamayla hiçbir irtibatı yok. Tamamen kendi öznel arzusu ve bu arzuyu yaşama geçirme gayretidir. Etrafındaki kadronun da belki teşviki ve desteği ile bu arzuyu geliştiriyor ama bunun nesnel olarak yaşama geçmesinin olanağı yok. Hayal peşinde ve bu hayal uğruna da bir sürü canlar gidiyor, demokrasi yok oluyor, Doğu’da kan akıyor, Türkiye’de kan akıyor. Sırf bu hayal uğruna…
Erdoğan, hayaline bu yolla ulaşamayacağını anladığı için mi masayı devirdi?
Evet. Başka bir alternatif olarak kullanmak istedi çatışmasızlık sürecini. Fakat o alternatif kendisi için yeterli sonuçlar vermedi, istediği sonucu alamayınca değişiklik yaptı. Hep söylerim, Türkiye’de demokrasi belli bir düzeye gelmeden, ileri boyutlu çağdaş bir demokrasi kurulmadan, Kürt sorununun çözümü mümkün değil. Kürt sorunu bugün muktedirlerin elinde bir nevi araç olarak kullanılıyor. Havuç-sopa deneyi Kürtlerin sırtında kullanılıyor. İstediği zaman sopayı kullanıyor, istediği zaman da havuç veriyor. Çatışmasızlık döneminde gerek Öcalan’la, gerekse HDP’nin öncü kadrolarıyla,- o zaman HDP henüz kurulmamış ve Türkiye partisi haline dönüşmemişti- milletvekilleriyle gayet iyi görüşüyorlardı. Gidip geliyorlar, konuşuyorlar, bakanlarla münasebetler iyi... O zaman görüşülmesi tehlikeli bir örgüt olarak gösterilmiyordu, normal bir parti muamelesi görüyordu ve hep böyle devam etmesini istiyordu. Yani bağımsız adaylarla meclise 25-30 milletvekili sokarak işleri yürütmeyi istiyorlardı. Bunun devam etmesi halinde ne olacaktı? Onları denetim altında tutacak, istediğini yaptıracak, hatta Meclis’ten Anayasayı değiştirecek çoğunluk için onların desteğini de alabilecekti. Ama baktı ki olmuyor, onların durumu çok farklı, onlar Türkiye’nin demokratikleşmesi talebiyle mücadele ediyorlar, bu doğrultuda Türkiyelileşme adımı da attılar ve Türkiye demokrasi hareketinin öncü bir örgütü haline geldiler, o zaman “eyvah” dedi. 7 Haziran’daki başarısından sonra da, HDP’yi baraj altına itmek, yeniden eski durumuna döndürmek gibi bir politika izlemek durumuyla kendisini karşı karşıya buldu ve çatışmasızlık dönemine son verdi.
Malumunuz, iktidar, çatışmasızlık sürecini PKK’nin bozduğunu propaganda ediyor. Şu günlerde de ilan edilen sokağa çıkma yasaklarına gerekçe olarak hendekleri gösteriyor. Bu görüşe katılan sol-liberal çevreler de var. Ne dersiniz, hendekler sebep mi, sonuç mu?
Daha evvel hendekler yoktu, hendekler savaş içinde çıktı. Öyle bir noktaya geldi ki işin sonu oldu. Recep Tayyip Erdoğan’ın çatışmasızlığa son verme arzusu ve yeniden savaşı başlatma isteği adım adım geldi. Bu da tek başına olmadı. Çatışma karşılıklı olur, tek taraflı çatışma yapamazsınız. Bana kalırsa KCK, Recep Tayyip Erdoğan’ın tuzağına düştü.
Yani, “PKK, iktidarın kışkırtmalarına yanıt vermemeliydi” görüşüne katılıyorsunuz?
Evet. Bence Recep Tayyip Erdoğan’ın savaş isteğine karşılık vermemeliydi. Ceylanpınar’daki iki polisin öldürülmesi olayını benimsememesi gerekirdi. Onları kimin öldürdüğü belli değil. Belki de doğrudan doğruya savaşı çıkarmak isteyen taraf, bu işin gerçek müsebbibidir. Ama yereldeki gençler sahip çıkınca PKK de sahip çıktı. Şimdi de “haberim yok” falan diyor. O gençler bu amacın gerçekleştirilmesi için kullanılmış olabilir. Çünkü daha evvel Diyarbakır’daki saldırı, ardından Suruç’taki saldırı, kendi başlarına olan basit saldırılar değildir. Ankara’daki saldırı da IŞİD’in elini kolunu sallayarak gelip kolayca yapabileceği bir hareket değildir.
Dolayısıyla, Hükümetten bağımsız olmayacağını düşünüyorsunuz?
Mümkün değil. Hükümeti, devleti suçluyorum çünkü bu ortamı yaratan ve bunların destek bulmalarını sağlayan devlet ve devletin izlediği politikalar olmuştur. Şu da çok önemli bir ipucudur; IŞİD yaptığı bütün eylemlere sahip çıkmıştır. Mesela Rusya uçağını düşürdükten sonra, Paris’teki katliam için “biz yaptık” dedi. Ama Türkiye’dekiler için “biz yaptık” demedi. Çünkü Türkiye’den büyük çıkarı var. Gelenler, çıkanlar, gösterilen müsamaha, buradaki örgütler, bu örgütlerin bir nevi destek görmeleri… tüm bunlar pekala IŞİD’in hâlâ Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden büyük umutlar beslediğinin göstergesi.
Andığınız saldırıların faili olarak iktidar, IŞİD’in adını kokteyl örgütler içinde zikretti…
Evet, başından beri, belirttiğiniz gibi hiçbir zaman IŞİD’i itham etmedi. Hele bunların havuz medyası da sonuna kadar PKK’yi sorumlu gösterdi. Hatta “işbirliği içindeler” dendi. Çok iyi biliyorlar ki, PKK ile IŞİD’in işbirliği yapmasının imkan ve ihtimali yok. IŞİD’i temize çıkarma arzusu içindeydiler. Bu çok acı bir şey. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendi ülkesinde bu kadar büyük katliamlar yapan bir hareketin faillerini korur duruma düştü.
“KCK Erdoğan’ın savaş tuzağına düştü, karşılık vermemeliydi” dediniz. KCK buna şu yanıtı verdi; “Bizden ne bekleniyor? Devletin bizi öldürmesine/imhasına karşı kendimizi savunmayalım mı? Bırakalım bizi öldürsünler mi?” Ne dersiniz?
Ben şunu bekliyorum, bir defa eğer fiili olarak cevap vermeseydi ve Türkiye içinde de sağda solda güvenlik güçlerinin öldürülmesine, tuzağa düşürülmesi eylemine katılmamış olsaydı ve eski çatışmasızlık dönemini sürdürseydi, Türkiye bu kadar üstüne gidemezdi. Dünya kamuoyu var, Türkiye kamuoyu var, “durup dururken sen bunların üstüne niye gidiyorsun” denilirdi. Hatta bunlar Kandil’i bombalama cesaretini bile gösteremezdi. Bağıracaktı, çağıracaktı, hakaret edecekti HDP’ye yaptığı gibi ama bu kadar ağır bir bombardıman yapamayacaktı. Nitekim İncirlik Üssü’nün Amerika’ya açılmasına bu vesile oldu. Sırf Kandil’i rahat vurabilmek için ABD’ye “buyurun İncirlik’ten IŞİD’i vurabilirsiniz” dendi. Amerika ve batı kamuoyunu arkasına alabilmek için bu imkanı verdi.
Kimi çevreler, PKK’nin HDP’yi zayıflattığını belirttiler ve “HDP, Kürt olmayan kesimlerden de anlamlı bir destek edinmişken, PKK’nin silahlı mücadeleyi başlatmasının mantığı ne olabilir?” sorusunu yönelttiler. Hüseyin Ali, 20 Kasım’daki yazısında bu eleştiriler için şu vurguyu yaptı: “Türk devleti dün Farqîn’de, şimdi de Nusaybin’de insanları pervasızca katlediyor. Türkiye’de bu cinayetlere karşı ses yükseltilmiyor. Çünkü bu cinayetler devletin hakkı görülüyor. Bu büyük bir ahlaki, siyasi ve vicdani yozlaşmadır. Bu cinayetlerin görmezlikten gelinmesini sağlayanlar, Türk devletinin sömürgeci politikalarını eleştirip ‘orada neden asker ve polis bulunuyor’ diyeceklerine, ‘neden hendekler kazılıyor, neden asker ve polise direniliyor’ diye soruyor.” Hüseyin Ali’nin haklılık payı yok mu?
İş bu aşamaya gelince, bu aşamada söylenecek şey budur. Çünkü artık bir savunma durumu vardır. Ve gerçekten Türkiye kamuoyunun bu eşitsiz ve dengesiz saldırı karşısında tepki göstermesi gerekir. Bu kadar olmaz çünkü. Bu savaş falan değil, insanlık dışı bir girişimdir. Senin karşısında bir avuç vatandaş var ve kendi vatandaşını bombalayarak darmadağın ediyorsun ve çil yavrusu gibi dağıtıyorsun.
İdris Baluken 20 bin kişinin göç etmek zorunda kaldığını açıkladı…
Evet, orada yaşama koşulları kalmadı insanların. Bundan sonra herkes Türkiye sathında yaşamak için yer arayacak.
Hendekler, belirttiğiniz gibi öz yönetim ilanlarından sonra gündeme geldi. Kimileri Kürt özgürlük hareketinin sorunun çözümünde bir model olarak ortaya koyduğu öz yönetim ilanlarını zamansız buldu ve altını yeterince dolduramadığı için eleştirdi. Eyalet sistemini savunan biri olarak özerklik/öz yönetim ilanlarına sizin yaklaşımınız ne?
‘Öz yönetim’in ne olduğu, nasıl bir yönetim biçimi olduğu belli değil. Dünyada uygulanmış olan çeşitli yönetim biçimleri var. Bu yönetimlerden herkesin aklına yatabilecek tutarlı bir yönetim söyleyebilirsin. Mesela federasyon isteyebilirsin. Belirttiğiniz gibi benim tez olarak öteden beri savunduğum Türkiye çapında eyalet sistemine gidilmesidir. Eyalet sistemi sadece Kürtler için değil, bütün Türkiye için olmalıdır. Ama Kürtler de bu vesileyle kendi yerel yönetimlerinde egemenliklerini kurabileceklerdir. Yani valilerini, kaymakamlarını seçebileceklerdir, kendi eyalet meclislerinde eyalet milletvekillerini seçeceklerdir. Anayasanın öngördüğü belli yetkileri kullanacaklardır, merkezin de kullanacağı bazı yetkiler olacaktır. Bu bir yönetim biçimidir. Bir kere özerklik ilanının hiçbir hukuki dayanağı yok, hiçbir hazırlık yok, ne olduğunu kimse bilmiyor. Özerklik ilan etmiş kişiler bile özerklik ilan ettikten sonra neler yaptılar? Ortada hiçbir şey yok. Dolayısıyla o cesur çocukları böyle afaki şeylerle oyalamanın yararlı olduğuna ben inanmıyorum.
Afaki dediniz ama Rojava, özerkliğin bir model olarak uygulanabilirliğine örnek gösteriliyor…
Suriye’deki Kürt kantonlarının durumu çok farklı. Orada bir bölgede Araplar, Süryaniler, Kürtler ve Ermeniler bir araya geliyor, kendi aralarında bir yönetim oluşturuyorlar. Ve savaş içinde, hayatlarını kolaylaştırabilmek için örgütleniyorlar. Burada öyle değil. Bütün belediye başkanları senin elinde, istediğin tarzda yönetebilirsin o ili ya da ilçeyi.
Öz yönetimin ne maksatla ilan edildiğini düşünüyorsunuz?
Bunu açıklamak çok zor... Elimizde ciddi bir veri yok. Bütün bunların olabilmesi için toplumda köklü değişikliklerin olması, anayasa değişikliğinin olması lazım. Veya “ben ayrılıyorum” demelisiniz... Bu sizin en temel hakkınızdır. İsteyebilirsiniz, koşullar el veriyorsa, gücünüz yetiyorsa bunu yaparsınız. Veya ‘eyalet sistemi veya federasyon istiyorum’ dersiniz. Ama bunu gerçekleştirecek imkana sahip değilken, bunu böyle söylemiş olmanın bir yararı var mı? Galiba Kürt kamuoyunu hazırlamak için öz yönetimi söylüyorlar ama bu olumlu bir etki yapmıyor. Kimsenin bunu gönülden benimsediğini zannetmiyorum, o gençler hariç olmak üzere.
“Kürtleri hazırlamak için” dediniz. Neye hazırlamak için?
Hiç kimsenin bilmediği hayali bir şeye hazırlıyor o çocukları. Çıkıp o beyannameyi okumakla öz yönetim kurabilmiş misin? Hayır.
Bir yandan da, “savaş ne kadar sürecek, Türkiye nereye gidiyor” sorularına yanıt aranıyor. Gerek demokrasi çevreleri, gerekse HDP İmralı Heyeti her vesileyle müzakerelerin yeniden başlamasını talep ediyor. Hükümetin reddettiği diyalog çağrısı, sizce hangi koşullarda karşılanır? Ve masanın yeniden kurulması, zemin bu kadar örselenmişken ne kadar mümkün?
Tek kelimeyle yanıt verecek olursam, çok zor. Bütün bunlar Recep Tayyip Erdoğan’ın başkan olması için koşulların hazırlanmasına bağlıdır. Başkan olduğu takdirde bir lütufta bulunabilir. Padişahlar cülusa çıktıkları zaman genel af çıkartırlardı, öyle bir şey yapabilir ama sizin bahsettiğiniz biçimde bir masanın kurulabilmesi, karşılıklı görüşmenin ve müzakerenin gündeme gelmesi için toplumda bir demokratikleşmenin olması şart. Oysa gidiş tamamen aksi bir istikamette. Demokrasi yok, tersine otoriterleşme eğilimi daha fazla. Muhalefetin sesi çıkmıyor. Ve muhalefetin gözünde maalesef bu savaşın başlıca nedeni PKK’dir. Onların orada yaptığı hendeklerdir. Oysa sadece PKK’yi itham etmek haklı bir davranış değildir. Demokrasi olmadan, insanlar düşüncelerini özgürce açıklayamadan Türkiye’nin kendiliğinden böyle bir yola girmesi mümkün değil. Sonuç, Recep Tayyip Erdoğan’ın iradesine kilitlenmiştir maalesef.
Şöyle mi anlayalım; bu süreç toplumun demokrasi talebini de örseledi?
Gayet tabii örseledi. Bir defa demokrasi güçleri sessiz. Mesela HDP’ye bu kadar ağır saldırılar yapılmış olmasına rağmen, toplumda yeterli destek görmemesi, Türkiye’deki demokrasi güçlerinin ne ölçüde hırpalandığını açıkça gösteriyor. Diyebilirim ki, Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adayı olduğu zamanki destekle, daha sonraki destek arasında çok büyük bir fark var. Destek büyük ölçüde azaldı. Çok nadir, çok militan, cesur demokratların ancak bir desteği var, bunun dışında yok, Yaygın bir destek kalmadı maalesef.
Demokrasi ve barış talebinin yeniden güçlenmesi nasıl mümkün olabilir?
Bu çok zor… Bana göre Türkiye’de demokrasi güçleri evet var ama bunların tek zaafı örgütsüz, dağınık olmaları. Kendi başlarına buyruk hareket etmeleri ve “gerçek bendedir” demeleridir. “Benim dükkanım dursun, gerçek bu dükkandadır, tabelam asılı dursun” diyor ve bunu yeterli buluyor. Oysa tarihin belli dönemlerinde bazı toplumlarda ikincil çelişkiler ön plana çıkmakta, baş çelişki haline gelebilmektedir. Yani, her şey emek-sermaye çelişkisine bağlıdır, emek-sermaye çelişkisi çözülürse demokrasi de olur, bütün sorunlar çözülür, işçi sınıfının iktidara gelir, Kürt meselesi de hallolur, ne lüzum var bu kadar gürültü patırtıya, bekleyin devrim olsun! Ama hayat bize gösteriyor ki, ikinci planda olan bir çelişki burada öne çıkmıştır. Baş çelişkinin önündedir. Bu tarihi çelişki, yani baş çelişki haline gelen çelişki çözümlenmeden, temel çelişkiye, yani emek-sermaye çelişkisine dönemezsiniz ve o yolda bir mücadele yapamazsınız. Yapmanız da sizi bir yere götürmez. Bugün ön plana çıkan baş çelişki, demokrasi güçleriyle, demokrasi karşıtı güçler arasındaki çelişkidir. Demokrasi güçleri bir bütün olarak bir araya gelmeden ve Türkiye’de demokrasiyi kazanmadan, emek-sermaye çelişkisine yani temel çelişkiye dönemeyiz. Bunu biz idrak ederek bütün güçlerin bir araya gelmesi ve sadece demokrasi için, çağdaş anlamda ileri bir demokrasinin koşullarını yaratabilmek için bir program yaparak, o programı yaşama geçirmeye gayret göstermeliyiz. Bunu yaptığımız takdirde Türkiye’de güçlü bir demokrasi hareketi oluşur.
HDP ile buna yaklaşıldığı söylenebilir mi?
Bilmiyorum, HDP bir seçim hareketiydi. HDP ile bu olmaz. HDP benim hayalimdeki Türkiye partisi değil. Mesela Güneydoğu’da kalkmış başka bir parti kurmuş, böyle bir partiye gerek yok.
Demokratik Bölgeler Partisi’ni kastediyorsunuz?
Evet, böyle bir partinin yeri yok. Siz eğer gerçekten Türkiye partisi olmak istiyorsanız bütün sorunlarınızı bu partide çözeceksiniz, Kürt meselesi de bunun içinde olacak. Türkiye’de gerçek bir hukuk devletinin kurulabilmesi ne kadar önemliyse, Kürt sorunu o kadar önemli olmalı. Keza Türkiye’nin dış politikada izlediği bu saldırgan, bu İslami politikası karşısında bir dış politika geliştirdiğiniz takdirde, bu farklı olacaktır. Ve bu politika ne Türk’ün ne Kürt’ün politikası olmalıdır, topyekün Türkiye demokrasi hareketinin politikası olmalıdır. Dış politikası, ekonomi politikası, çevre politikaları, sosyal politikaları tek bir politika olmalı. HDP bugünkü şartlarda desteklenmesi gereken bir hareket elbette. Ama benim hayalim değildir. HDP böyle bir parti olduğunda DBP’ye yer yok. Topyekün bir Türkiye partisi ve topyekün radikal demokrasi partisi olmalı. Benim söylediğimle sizin söylediğiniz arasında temelde bir fark olmamalı. O programı benimseyebiliriz. Ancak böyle yürüyebilir bence.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tahir Elçi cinayetinden hemen sonra yaptığı konuşmada, “Bu olay terörle mücadelede ne kadar doğru yolda olduğumuzu gösteriyor” dedi. Elçi cinayetini bu açıklamayla birlikte değerlendirdiğinizde nasıl bir analiz yaparsınız?
Erdoğan, Tahir Elçi’nin PKK’liler tarafından öldürüldüğünü ima etti. Amacı buydu. Tahir Elçi, açıkça devletin izlediği politikanın kurbanı oldu. İlk günden beri hedef gösterildi. Elçi’nin CNN’de yaptığı, “PKK terör örgütü değildir” şeklindeki sosyolojik çözümleme, onu açık hedef haline getirdi. Özel harekat elemanları müthiş kin besliyorlar, biliyorsunuz. Kürtlerin aleyhine duvarlara yazılar yazıyorlar. Ellerinden gelse bütün Kürtleri boğacaklar. Böyle bir ortamda bu konuşma yapılmış olduktan sonra da havuz medyası amansız şekilde saldırmaya başladı. Hükümetten, devletten de o yönde mesajlar geldi ve “sen nasıl PKK’ye terör örgütü değil dersin” diye sert çıkışlar yaptılar. Oysa bu çocukcağız sosyolojik bir çözümleme yapmıştı. Bunu yapmaktaki amacının da bir nedeni PKK’yi yeniden barışçı çizgiye getirme yolunda adım atmasını sağlamak ve yardımcı olmak. Onun onurunu okşamak, kamuoyunda böyle bir imajın oluşmasına yardımcı olmak ve yeniden çatışmasızlık dönemine, barış dönemine gitmeyi sağlamak amacıyla bunu ortaya attı. Bu bilimsel, sosyolojik bakımdan tamamen gerçekçi ve kolayca savunulabilecek şeydir. Bana göre bugün Türkiye’deki demokrasi hareketinin en itici gücü Kürt hareketidir. Bunu ihmal etmemek lazım. Halkın desteklediği ve toplumsal bir amacı olan bir harekete ‘terörist’ denmez. PKK İtalya’daki Kızıl Tugaylar değildir örneğin. O terörü kendi amacına ulaşmak için bir araç olarak kullanıyor. Bunu devletler de yapıyor. Türkiye 17 bin faili meçhul cinayet işledi. Bunu hiçbir devlet yapmaz, bu bir terör eylemiydi… Elçi’nin öldürülmesiyle Türkiye’de barış süreci kaybetti. Çünkü sadece Kürt halkı değil, barış isteyen, çatışmalar sona ersin diyen insanları da tedirgin etti. Bu olay, onları da tehdit etmiştir.
HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken, Tahir Elçi cinayetini değerlendirirken “güncellenmiş gladyoyu” işaret etti. Cizre’nin, Nusaybin’in duvarlarına güvenlik güçlerince yazılan ırkçı yazıları ve “Esadullah Timi” imzalarını hatırlattı. Devletin bölgedeki şiddeti, 90’lara dönüş olarak da değerlendiriliyor biliyorsunuz. Yaşananları 90’larla karşılaştırdığınızda ne söylersiniz? Bugünkü yeni durum nedir?
Bugünkü durumu 90’lardaki durumla birebir mukayese etmek, aynı koşulların yeniden nüksettiğini söylemek bence gerçekçi olmaz. O günkü şartlarda açıkça, MGK’da alınan bir karar gereği bir ekip oluşturuluyor ve o ekibe senin istediğin insanı öldürme yetkisi tanınıyordu. Başbakan liste okuyor, o listedeki insanlar tek tek katlediliyordu. Sokakta güvenlik güçleri ve PKK’den devşirilmiş itirafçılar var, onlar vasıtasıyla JİTEM diye bir örgüt oluşturuluyor ve istedikleri insanları rahatlıkla katlediliyordu. Karakola alıyor ön kapıdan ama arka kapıdan çıkmıyor. Böylece on binlerce insan katledildi. Bugün öyle değil, bugün yaratılan ortam içinde güvenlik güçlerinin milliyetçi, ırkçı duyguları tahrik ediliyor. Devletin ve onun havuz medyasının sürekli kışkırtması ve tahriki, en ufak bir demokratik talebin bile PKK ile irtibatlı gösterilmesi kolaylıkla bu insanların cinayet işlemesine yardımcı oluyor. Cinayet işledikten sonra da destek görüyor. Cinayetler örtbas edilmek isteniyor, deliller kaybettiriliyor, bundan da şu sonucu çıkarıyor, “benim bu cinayetleri işlemem devletin yararınadır.” Bu hava oluşturuluyor.
İç siyasetin tartışma başlıklarından biri de, 7 Haziran seçimlerinden sonra rafa kaldırılan anayasa değişikliği. Anayasanın, başkanlığın önünü açmak için değiştirileceği yönündeki güçlü işaretlere bakınca ne dersiniz, bu değişiklikten ne çıkar?
Evet, istediğini yapabileceği için bayağı umutlandı Erdoğan. Anayasayı referanduma götürmek için 17 milletvekiline ihtiyacı var. Dışardan destek bulabilmek için de ufak tefek tavizler, mesela “isterseniz parti başkanıyla devlet başkanı aynı olsun, isterseniz Fransa tipi olsun, gelin bunu beraber yapalım” diyor. Acaba bu MHP’den, CHP’den hatta HDP’den milletvekillerini ayartma politikasının başlangıcı mı?
HDP’li bazı vekillerin “başkanlığı düşünebiliriz”, “Kürt sorunu çözülürse başkanlık olabilir” şeklindeki açıklamaları da tartışıldı ama HDP’nin “evet” diyebileceğini düşünüyor musunuz?
Geçenlerde birkaç arkadaşım, “eğer Kürt sorunu çözülecekse varsın başkanlık sistemine geçilsin” diye bir şey söylediler. Buna fena halde üzüldüm. Hemen bir not attım birkaç siteye. Çünkü bu çok tehlikeli bir yaklaşım. Buna kati suretle yaklaşmamak lazım. Türkiye’de başkanlık sistemine geçmek demek, Recep Tayyip Erdoğan’a mutlak bir otorite tanımak, onu ülkenin tek hakimi yapmak anlamına gelir. Çünkü onun kafasındaki başkanlık sistemi, denge, denetleme sistemi olan bir başkanlık sistemi değil. Hukuku kendi emrinde kullanacak, meclisi kendi emrinde kullanacak, milletvekillerini o belirleyecek, hükümeti o belirleyecek, tek otorite olacak. Bu, demokrasinin sonu demektir. Koşullar bu duruma geldiğinde artık Kürt sorununun çözüm yolunu kimse konuşamaz. Eskiye döneceğiz yine, kimse Kürt kelimesini kullanamaz hale gelecek.
“HDP’nin bu konuda pozisyonu ne olacak” sorusunun yanıtı için kulak verilecek kişilerden biri Eşbaşkan Selahattin Demirtaş. Amerika ziyaretinde kendisine yöneltilen soruya Demirtaş, “bu konuda ilk gün ne söylediysek bugün de onu söylüyoruz” yanıtını verdi…
Evet ama gerekçelerini ortaya koyması lazım. Bu adan bizi otoriter bir yönetime götürüyor. Başkanlık sistemi denge denetlemenin bir arada olduğu bir düzen düşünmüyor bu adam. Daha net konuşmak lazım.
Türkiye’nin birbirinden ağır gündemleri var ama ana muhalefet partisi CHP daha çok iç sorunlarıyla gündeme geliyor. Ne dersiniz, kongre sonrasında yenilikçiler, statükocular, gelenekçiler çatışmasından hayırlı bir durum çıkar mı?
Hayır çıkmaz. Tamamen biçimseldir bunlar, özde değildir. CHP’nin hiçbir fonksiyonu yok Türkiye siyasi hayatında bence. CHP orada miskince duruyor. Bütün kampanya boyunca şunu savundu mesela; Kürt sorununu biz çözeriz! E sen Anayasanın ilk dört maddesini değiştiremem, bu benim kırmızı çizgim diyorsun, ondan sonra da Kürt sorununu çözeceğim diyorsun. Olacak şey değil, kimi kandırıyorsun. Derin bir çelişki. Anayasanın ilk dört maddesine nasıl sahip çıkabilirsin? Irkçı, turancı ve asimilasyoncu bir milliyetçiliği sen Atatürk milliyetçiliği olarak benimsiyorum diyorsun. O zaman sen nasıl toplumu yönetirsin, nasıl demokrasiyi getirirsin? Hâlâ bunlar insanları “Atatürk’ün kurduğu partiyiz, bu devleti biz kurduk” gibi laflarla kandırmak istiyorlar. Böyle bir kadroları var, o kadroları muhafaza ediyorlar, daha ileri gitmesine imkan ve ihtimal yok. Rıza Türmen’i bile hazmedemediler.
© Tüm hakları saklıdır.