30 Mayıs 2016 14:51
Cemal Tunçdemir*
1968 yılında ABD Başkanı seçilen Richard Nixon, anayasal başkanlık yetkilerini en fazla istismar eden ABD Başkanı olarak tarihe geçti. 1972 yılında ikinci kez seçilmek için mücadele verdiği seçim kampanyası sadece meşru faaliyetlerden oluşmuyordu. Devletin imkanlarını kendisine seçim kazandırmak, muhaliflerini sindirmek için kullanmaya başladı. Bu eylemlerinden biri de Demokrat Parti’nin genel merkezine dinleme cihazı yerleştirtmekti. Seçimden yaklaşık 5 ay önce 17 Haziran 1972 akşamı Watergate İşhanında bulunan Demokrat Parti merkezine girmeye çalışan 5 kişi tesadüfen yakalandı. Nixon yönetimi tüm yetkilerini ve devlet imkanlarını istismar ederek konuyu örtbas etmeye çalıştı. Ancak iki kurumun, medya ve yargının dik duruşu, devlet gücünü kişisel kariyer hizmetinde çekinmeden kullanan bu politikacıya dur diyecekti.
1972 Kasım ayındaki seçimi Nixon çok açık bir farkla bir kez daha kazanmanın da verdiği özgüvenle, Watergate soruşturmasını yürüten hukuka ağır bir müdahalede bulundu. Tarihe ‘Cumartesi Gecesi Katliamı’ olarak geçen olayda, Nixon önce Adalet Bakanı Elliot Richardson’a, Watergate soruşturmasını yürüten savcı Archibald Cox’u görevden alması talimatı verdi. Anayasaya aykırı bu talimatı uygulamayı reddeden bakanı görevden aldı. Nixon aynı hukuk dışı talimatı bu kez Bakan Yardımcısı William Ruckelshaus’a verdi. Ancak Ruckelshaus da reddetti. Nixon, onu da görevden aldı. Bütün gün Adalet Bakanlığı’nda savcı Cox’u görevden alacak bir yetkili araştıran Nixon, ancak bakanlık müşavirlerinden Robert Bork’a bunu yaptırabildi. Fakat soruşturmaya atanan yeni savcı Leon Jaworski de hukuk ve yasalardan yana durarak soruşturmayı derinleştirdi.
Takip eden haftalarda Nixon’ın Oval Ofis’teki bütün görüşme ve toplantılarını kaydettirdiği ortaya çıktı. Mahkeme bu ses kayıtlarını mahkemeye sunmasını istedi. Nixon’ın avukatı mahkemede, ‘Başkan, seçildiği 4 yıllık görev sürecinde Fransa Kralı Lui gibi dokunulamaz güce sahiptir. Ve bu konumu nedeniyle, azil mahkemesi hariç hiçbir mahkemeye hesap vermez’ savunması yaptı. Yargıç Sirica, Nixon’un bu savunmasını reddetti ve tapelerin derhal mahkemeye sunulmasını talep etti. Nixon bu kez de ‘devlet sırrı’ gerekçesini öne sürdü ve Yüksek Mahkeme’ye temyiz başvurusunda bulundu. 9 üyeli Yüksek Mahkemenin 3 üyesini Nixon atamıştı bir üyesi ise eski bir mesai arkadaşıydı. Ancak hiç beklemediği bir karar çıktı. Yüksek Mahkeme oy birliğiyle ‘devlet başkanının mutlak sorumsuzluğu’ ve ‘devlet sırrı’ gerekçelerini reddetti ve Nixon’dan Oval Ofis tapelerini mahkemeye sunmasını istedi. Bu karar, ABD’de yargı bağımsızlığının en parlak örneklerinden biri olarak tarihe geçti.
Bir devleti demokratik bir devlet yapan unsurların başında görülen ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin fikir babası Montesquieu’dur. Bunun teoriden uygulamaya geçip kurumsallaşması ise ABD Yüksek Mahkemesinin bir kararı ile oldu. Mahkemenin 1803 yılında, ‘Marbury v. Madison’ adıyla bilinen davada aldığı karar ABD’de yargı ile devlet başkanlığı arasındaki sınırları çizerek bugüne dek gelen uygulamayı başlattı. Dönemin mahkeme başkanı John Marshall, kararı açıklarken, ‘Amerikan devleti anayasal bir devlettir, şahıs kararları devleti değil’ diyecekti.
Amerikan anayasa yapıcılarının 1787 Philadelphia Anayasa Kongresinde tartıştıkları konulardan biri de Yüksek Mahkeme üyelerinin ve federal yargıçların nasıl seçileceğiydi. Temel ilkeleri olan ‘denge ve kontrol’ sistemine uygun bir yöntemde uzlaştılar. Yargıçları başkan aday gösterecek, Senato adayları dinleyip sorguladıktan sonra onaylayacaktı. Senato onayı ile göreve başlayacak yargıca görevine başladıktan sonra dokunmak ise mümkün olmayacaktı. James Madison, ABD Anayasası ilan edildikten kısa süre sonra Anayasa’ya dahil edilecek ve sonradan ‘Haklar Bildirgesi’ diye anılacak ilk 10 ek maddeyi Kongre’ye sunduğu günlerde, 51’nci Federalist Makalede şöyle yazacaktı:
“Bağımsız yargı, kendisini bu hakların en öncelikli koruyucusu görecek. Yasama veya Yürütme gücünün bu haklara dokunmaya dönük her türlü girişimine karşı aşılmaz bir siper olacak. Anayasa tarafından ilan edilen temel haklara her el uzatıldığında direniş sergileyecek.”
ABD anayasasının yapıcılarından Alexander Hamilton ise Federalist Makalelerin 78’incisinde, “Yargı, diğer iki erkin yani yasama ve yürütmenin her türlü etkisinden bağımsız değilse ülkede özgürlük asla söz konusu olamaz” diye yazacak ve ekleyecekti: “Özgürlüğün, yargı bağımsızlığından korkacağı hiçbir şeyi yok ama yargının devletin diğer iki erki ile birleşmesi ile korkması gereken her şeye sahip hale gelir.”
ABD’de hem Yüksek Mahkeme üyeleri hem de federal yargıçların bağımsızlığını korumak için, ‘ömür boyu görevde kalma’ ve ‘özlük haklarında aleyhte düzenleme yapılamaması’ garantisi getirildi. ABD’de, başkanın, Kongre’nin veya bir başka merciin bir hakimi verdiği karardan dolayı görevinden azletmesi, -ki doğuracağı katastrofiye atıfla buna ‘nükleer seçeneği’ deniyor-, söz konusu bile olamaz. Yaklaşık 230 yıllık Amerikan tarihinde sadece 13 yargıcın Temsilciler Meclisinde azli yeterli oya ulaştı ve bunlardan da sadece 7’si Senato tarafından onaylanarak kesin azle dönüştü. Bunların tamamı, yargıcın rüşvet aldığı veya yemin altında yalan konuştuğu gibi kesin ispatlanmış yasadışı fiilleri nedeniyledir.
Bugün Amerikan federal yargısında bölge mahkemelerinde 600 kadar yargıç görev yapıyor. Bölge temyiz mahkemelerinde 200 kadar yargıç görevli. Yüksek Mahkeme ise 9 üyeden oluşuyor. Bütün bu yargıçlar atandıkları görevde ömür boyu kaldıkları için, tek bir başkanın veya partinin ülkenin yargısına şekil verme şansı teknik olarak imkansızdır.
Yüksek Mahkemeye seçilen üyeler, kendisini seçen ABD başkanına mutlak bağlılık sergilemez. Eski yargıçlardan Jean Paul Stevens, “bir yargıcın kariyerinin politik yönü, adaylığının Senato’da onaylandığı gün biter, bitmelidir” diyerek Yüksek Mahkeme üyelerinin düşünce sistematiğini sergiliyordu. Bu durum birçok ABD başkanının mahkemeye kendi atadığı isimlerin aleyhlerinde kararlarıyla yüzleşmelerine nedendir.
Cumhuriyetçi Başkan Dwight Eisenhower’ın, “hayatındaki en aptalca kararın mahkemeye Earl Warren’ı ataması olduğunu” söylemesi meşhurdur. 1950’li yıllarda mahkemenin başkanı da olan Warren dönemi, mahkemenin tarihindeki en özgürlükçü kararlarından bazılarını art arda aldığı bir dönem oldu. Eisenhower’ın mahkemeye atadığı ikinci isim olan William Brennan ise bu kararlarda Warrren’ın en büyük yardımcısı olurken, Eisenhower’ın da ‘ikinci en aptalca kararı’ olarak tarihe geçti. Baba Bush’un mahkemeye atadığı David Souter da kısa süre sonra Cumhuriyetçileri kızdıran birçok karara imza atacaktı. George W. Bush’un atadığı ve halen Yüksek Mahkeme başkanı olan John Roberts da birçok davadaki oylarıyla Cumhuriyetçilerin tepkilerini çekiyor.
Google’da ABD Başkanı Barack Obama’nın Yüksek Mahkeme üyeleri ile beraber göründüğü bir fotoğraf aradığınızda karşınıza çıkacak fotoğrafların neredeyse tamamı aynı mekanda çekilmiş fotoğraflardır. Çünkü Yüksek Mahkeme üyelerinin, başkan ile bir araya gelmesi çok nadirdir ve sadece Anayasal törenlerde mümkün olmaktadır. Beraber yemek yemeleri veya seyahate çıkmaları ise düşünülemez. Roberts, Mayıs ayı başında Arkansas’ta yargıçlarla bir araya geldiğinde, “Sizden önceki 16 Yüksek Mahkeme başkanından aldığınız en önemli ders nedir” diye soran bir hakime, “En öncelikli ve önemli görevimin ABD’de kuvvetler ayrılığı ilkesinin devamını sağlamak olduğu” yanıtı verecekti.
Başkan Lyndon Johnson’ın 20 yıllık arkadaşı olan ve onun tarafından ABD eski Yüksek Mahkeme üyeliğine atanan Abe Fortas, başkanlık makamının, yasama (Kongre) aleyhine daha güçlenmesinin ülkenin ihtiyacı olduğunu ve anayasaya aykırı olmadığını dile getirince bütün tepkileri üzerine çekecekti. Johnson’ın Fortas’ı mahkemenin başına geçirme planı, Demokrat ve Cumhuriyetçi senatörlerin ortak engeline takılacaktı. Fortas’ın sadece 4 yıl süren mahkeme üyeliği istifa ile sonuçlanacaktı.
ABD devletinin üç erkini bir araya getiren yegane toplantı, ABD başkanlarının her yıl Ocak ayında Kongre’de yaptığı ‘Birliğin Durumu’ konuşmasıdır. Yüksek Mahkeme üyeleri bu toplantıya ‘yargıç cüppeleri’ ile katılır. Ancak Yüksek Mahkeme üyeleri, yargıç kimliklerine ve tarafsızlıklarına gölge düşmemesi için konuşması boyunca ABD başkanını alkışlamazlar. Konuşmaya fiziksel bir tepki vermezler. Yargıçlardan Samuel Alito’nun, 2010 yılında Obama’nın konuşması sırasında bir Yüksek Mahkeme kararı ile ilgili eleştirisine “doğru değil” diye kendi kendine söylendiği kameralara yakalanmış ve bu 3 saniyelik görüntü ABD’de günlerce tartışılmıştı. Çünkü, devlet başkanı lehinde veya aleyhinde her jest ve davranışın siyasi bir doğası var ve bu mahkemenin tarafsızlığına gölge düşürür.
Mahkemenin eski üyelerinden Sandra Day O’Connor, mahkeme üyelerinin bu konuşmaya katılma geleneğine yönelik eleştirilere hak veriyor ve yargıçların ‘devletin birliğinin gösterildiği’ bu toplantıya bile katılmaması gerektiğini savunuyor. 2010’da kendi isteği ile emekli olan Jean Paul Stevens da, tarafsızlığa gölge düşürdüğü gerekçesiyle bu konuşmayı dinlemeye gitmeyi reddediyordu. Son yıllarda Birliğin Durumu konuşmasına katılmayan Yüksek Mahkeme üyesi sayısı arttı. Obama’nın son yıllarında en fazla 6 üye katılır oldu.
Mahkeme üyelerinin çoğunluğunun katılmadığı son Birliğin Durumu konuşmaları ise Bill Clinton’ın son iki yılındaki Birliğin Durumu konuşmaları olmuştu. Monica Lewinsky skandalında yalan beyanda bulunmak ve böylece yargıyı engellemekle suçlanan Bill Clinton hakkında hem Temsilciler Meclisi’nde hem de Senato’da başkanlıktan azil süreci işliyordu ve öylesi bir süreçte yargıçların çoğu o durumdaki bir ABD başkanı ile aynı resme girmeyi tarafsızlığa aykırı buluyordu.
Yargı bağımsızlığının bir başka göstergesi de, yargıçların kararlarını, toplumunun çoğunluğunun veya günün politik yönetiminin şiddetli tepkisini çekeceğini bilseler bile alabilmeleridir. ABD Yüksek Mahkemesinin eski başkanlarından William Rehnquist, yargının sadece devletten değil toplumdan da bağımsız karar alabilmesinin önemine dikkat çekerken spordan bir metafor kullanıyordu: “Yargı bağımsızlığı, bir basketbol maçında hakemin son saniyelerinde coşkulu taraftarının önünde ev sahibi takım aleyhine faul düdüğünü rahatlıkla çalabilmesidir. Şiddetli şekilde yuhalanacaktır ama o tribünleri dolduran kalabalığın istediği düdüğü değil, gördüğü faulün düdüğünü çalacaktır.”
Örneğin 1954 yılında Brown v. Board davasında ABD’de beyazların gittiği kamu okullarında siyah öğrencilerin kabul edilmemesi anayasaya aykırı bulunarak iptal edildiğinde karar, ABD’nin büyük çoğunluğunu oluşturan beyazlar arasında büyük bir tepki meydana getirdi. O tarihte, beyazların ezici çoğunluğu, siyahlarla beyazların aynı mekanları kullanmasını, toplumsal düzeni tahrip edici bir karar olarak görüyordu.
Federal hakimler ve Yüksek Mahkeme, 11 Eylül sonrası önüne gelen bazı ‘terör’ davalarında verdiği kararlarla da hem Bush yönetiminin hem de 11 Eylül travmasını henüz atlatamamış halkın çoğunluğunun tepkisine hedef oluyordu. Guantanamo’da tutulan terör şüphelilerinin açtığı Rasul v. Bush (2004), Hamdi v. Rumsfeld (2004), Hamdan v. Rumsfeld (2006) ve Boumediene v. Bush (2008) davalarının tamamında mahkeme, terör şüphelisi sanıkların adil yargılanma hakkının çiğnendiği gerekçesiyle Amerikan yönetiminin aleyhine karar verdi. 2008’deki Boumediene v. Bush davasının gerekçeli kararında mahkeme şöyle dedi:
“Ülkenin temel belgesi olan Anayasa bu şekilde bir yorumla bükülemez. Anayasa, Başkana ve Kongreye ülkeyi yönetme yetkisi vermiştir. Anayasanın ne zaman, nerede, kimlere uygulanıp, nerede, ne zaman kimlere uygulanmayacağına karar verme yetkisi vermemiştir. Devletin politik erkine böyle bir güç vermek, anayasal olmayan bir rejime yol açar.”
Yüksek Mahkeme, 1989 yılında, “Texas v. Johnson” başlıklı davada da, “Amerikan bayrağı yakmanın kriminal bir suç olmadığına, ifade hürriyeti olduğuna” hükmedecekti.
Bağımsız yargının en önemli işlevlerinden biri de toplumda azınlıkta olanların, sevilmeyenlerin haklarını, çoğunluğa karşı korumaktır. Amerikan nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Hristiyan çevrelerin büyük tepkisine aldırmadan 1962 ve 1963 yılında art arda verdiği iki kararla “kamu okullarında dua yasağı” uygulamasını başlattı. Kamu okullarının yönetimlerinin (özel ve dini okullar bu kapsamda değil) öğrencilere, topluca dua yaptırmasını engelleyen bu karar, Müslüman, Yahudi, Hindu, Budist vb. azınlık öğrencilerin her sabah İncil’den pasajlarla derse başlamak zorunda kalmalarına engel oldu.
Eski yargıçlardan Hugo Black 1940 yılında, “mahkemeler, toplumun çoğunluğunun estirdiği her türlü rüzgarda, sayıca az ve zayıf oldukları için direnemeyecek azınlıkların korunağı olmalı” diyecekti.
‘Yargı bağımsızlığı’, bir devleti bir mafya çetesi organizasyonundan ayıran en önemli farktır. Bu nedenle de Anayasasında ‘yargı bağımsızlığı’ yer almayan devlet yok gibidir. Sisi veya Mübarek döneminin Mısır anayasasında da ‘yargı bağımsızlığı’ garanti altına alındı, Saddam’ın Irak’ında veya Beşşar Esat Suriyesi’nin anayasasında da... Kuzey Kore’de bile Anayasanın 166’ncı maddesi ‘mahkemeler bağımsızdır’ der. Ancak uygulamada, yargıçların, devlet yönetimlerinden ve toplumsal baskıdan bağımsız karar alabilme garantisine sahip olduğu ülke sayısı çok azdır.
Birleşmiş Milletler’in Hindistan’ın Bangalore şehrindeki toplantısında kararlaştırıldığı için ‘Bangalore İlkeleri’ diye anılan yargı etiği ilkelerinin birincisinde yargıcın, yasama veya yürütme erki ile uygun olmayan ilişkilerden sadece uzak durması yetmez, yakın olduğu şeklinde bir izlenim bile vermemesi gerektiği vurgulanır. İşte bu temel hukuk kriteri gereği ABD’de yargıçlarla, görevleri ne olursa olsun politikacıları aynı karede görmek çok zordur.
ABD’de Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında çeşitli politik konulardaki kutuplaşma oldukça yüksek düzeyde. Ancak her iki toplumsal kesim yargı bağımsızlığının hayati önemi konusunda görüş birliğine sahip. Cumhuriyetçi Partili hukukçu Bruce Fein ve Demokrat Partili hukukçu Burt Neuborne 2000 yılında beraber kaleme aldıkları, ‘Yargıç Bağımsızlığı Hepimizi Neden İlgilendiriyor?’ başlıklı makalede şöyle yazdılar:
“ABD’deki yargısal bağımsızlığı, özgürlüğün, ülke huzurunun, hukuk devletinin ve demokratik ideallerin ana güç kaynağıdır. Cahil partizan yığınların yaygarasına kulak vererek Anayasanın bu paha biçilmez hazinesini kısa vadeli politik kazanımlar için çarçur etmek ahmaklıkların en büyüğü olur.”
Anayasada yazılmakla kalmayıp gerçekten de uygulanan yargı bağımsızlığı bir toplum için hem en büyük talih hem de temel huzur kaynağıdır. Aksi durum ise adeta bir lanettir.
ABD Yüksek Mahkemesinin gelmiş geçmiş en efsane başkanı olan yargıç John Marshall, 1829 yılında Virginia’da katıldığı bir toplantıda bunu şöyle dillendirdi: “Tanrının, azgın bir topluma vereceği en büyük ceza, yolsuz, cahil ve devleti yönetenlerinin emrinde bir yargıdır.”’
© Tüm hakları saklıdır.