T24 - Cumhuriyet gazetesi yazarı Mine Kırıkkanat, yüzyıllardan bu yana birçok uygarlık tarafından benimsenen kurban ritüelini ele aldı. Kırıkkanat, Jonathan Swift'in "Hepimiz birbirimizden nefrete yetecek kadar dindar olduk, ama birbirimizi sevecek kadar inançlı olamadık" sözleriyle günümüzdeki "kurban"ın boyutunu anlattı.
Mine Kırıkkanat'ın Cumhuriyet gazetesinde "Tanrılar, İnsanlar ve Kurbanlar" başlığıyla yayımlanan (17 Kasım 2010) yazısı şöyle:
Tanrılar, İnsanlar ve Kurbanlar
Tek tanrılı dinlerin en eskisi olan Yahudilik tarihinde Hz. İbrahim’in İÖ 1800’lü yıllarda yaşamışlığı iddia edilir. Ve gerek Hz. İsa’nın doğumunu 0 yılı kabul eden Hıristiyanlık, gerekse İsa’dan 570 yıl sonra doğan Hz. Muhammed’in yönderliğindeki İslamiyet de Hz. İbrahim’i Hz. Musa’dan önce Allah kelamını yayan ilk peygamber diye tanır.
Oysa bölgede 19. yüzyıldan beri süregelen arkeolojik araştırmalar, Hz. İbrahim’in kendisine atfedilen mitolojiyle birlikte daha eski tarihlerde ve birden çok uygarlıkta, örneğin Sümer kültüründe bile var olduğunu ortaya çıkardı.
Neyse, konumuz bu değil.
Hz. İsa ile başlayan Hıristiyanlık, zaten Yahudiliğin devamı olduğunu kabul eder ve aynı kutsal kitabelere, öykülere Hz. İsa’nın mucizelerini ekleyerek yorumlar. İslamiyet ise peygamberlerini tanıyıp özgün öğretisiyle yorumladığı bu iki dinden en çok Yahudiliğin öykü ve ritüellerine sahip çıkmıştır. Bu öykülerden en önemlisi, Hz. İbrahim’e dayandırılan “oğul yerine koç kurban” olgusudur. Ne var ki İslamiyetten en az 2300 yıl daha eski bir din olan Yahudilik, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etmek üzereyken yerine koç gönderildiğini söylerken, İslamiyet aynı öyküyü, aynı peygamberin oğlu İsmail’i kurban etmek üzere olduğuna dayandırır.
***
Bu yorum farkının temelinde, Hz. İbrahim’in Sami soyunun ortak babası diye bilinmesi vardır. İslamiyet, Yahudileri oğul İshak, Arapları da oğul İsmail’den türemiş sayarak, aslında her ikisi de Sami olan soydaşları birbirinden ayıran soyut sınırı çizer.
Yahudiler ile Müslümanların paylaştığı kurban mucizesinde armağan aynı koç, oğullar başkadır, ama bayram ritüelinde de küçük bir fark vardır: Yahudiler, Hz. İbrahim’e gönderilen kurbanlık koçla başlayan Roşhaşana ritüelini “Şeker Bayramı” olarak kutlar ve eylül ya da ekime denk gelen bu bayramla başlayan yeni yılı ağız tadıyla geçirmek için tatlı yerler. Müslümanlar ise aynı bayram ritüelini, İslamiyetin yükselişine orantılı artan sayıda ve büyükbaş hayvan kurban ederek sürdürmekteler...
Yahudilikle Hıristiyanlığın paylaştığı ortak bir “et” bayramı da var: Her iki dinde de artık bir ritüel izlenerek kurban kesilmiyor ama, Paskalya yortusunda ailecek kuzu eti yemek geleneği sürüyor.
***
Aslında kurban kesmek ve yenecek etine bir kutsallık yüklemek, insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere, kayda değmez farklılıklarla aktarılan bir ritüel:
Hıristiyanlık “Hz. İsa kendisini insanlara kurban ettiği” ve etini ekmek, kanını şarap diye sunduğu için “kan akıtmak” amacıyla kurban kesmiyor. Ama pagan dinlerin kanını akıtmadan öldürdüğü domuz bayramı ritüeli, Avrupa’da yarım yüzyıl öncesine kadar yaygındı.
Yahudilik, domuzu ve kanı akıtılmayan tüm hayvanları murdar sayıyor. Mısırlı çocukların canını almak için gelen Azrail, Yahudilerin yeni doğan çocuklarının canını bağışlasın diye kendi ev kapılarını kuzu kanıyla işaretlemeyi de “on gönül yarasından biri” günah sayıp, geçmişte bıraktı. Ama Hz. Musa’nın Kızıl Denizi aşmadan önce verdiği “her aile bir kuzu yaksın” emrini, Paskalya yortusunda kuzu kızartıp yiyerek yerine getiriyor.
İslamiyet, tıpkı Yahudilik gibi domuzu ve kanı akıtılmadan öldürülen hayvanı murdar sayıyor, davar türünden canlıları helal kesimle kurban etmeye devam ediyor.
***
Oysa her şey “insan eti” ve “insan kanı”yla başladı. Tanrılara önce insan canı kurban eder, insan kanı sunardı, insanlar. En çok da genç kızları, genç erkekleri, çocuklarını...
Zaten Hz. İbrahim’in İshak ya da İsmail, oğlunu kurban etmeye kalkışması da bu mitolojinin anısı.
“Kurbanlık”, insanlığın ortak belleğine kızgın demirle dağlanmış, genetiğine işlemiş bir kan çağrısı, bir içgüdü kalıntısı. Elbette en geri kalmış toplumlar, en derin izi taşıyor.
Çoğu gönüllü insan kurbanlığından, zorla kurban hayvanlara yönelen, ama hiç bitmeyen bu kalıt; günümüzde “Ben sana kurban olurum!” diye sevenlerin belleğinde ve...
Bir tanrı ya da dava uğruna ölen ve öldüren “intihar komandoları”nın genetiğinde yaşıyor.
‘G’ noktası
Antik Yunan, Girit, Hint, Şang hanedanına kadar Çin, Maya, Aztek, Dogon (bugünkü Burkina Faso ile Mali) vb. istisnasız yerleşik toplumların tamamında insan kurban edilirdi. Kanı büyülü işaretler çizmek için kullanılır, bazen de güç versin diye içilirdi. Eti de yenilirdi bazen. Doymak için değil, ruhunu başka vücutta yaşatmak için.
Eski çağlarda insan kurbanlar, tanrılara adanırdı. Günümüzde hayvan kurbanlar Tanrı’ya; gizli olduğunca sınırlı süren insan kurban etme ritüeli ise şeytana adanıyor...
Horoza sormuşlar: “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?” Horoz, “Beni ilgilendirmez” demiş. “Ben döllerim!”
“Hepimiz birbirimizden nefrete yetecek kadar dindar olduk, ama birbirimizi sevecek kadar inançlı olamadık.”
Jonathan SWİFT