Cannes'daki Grand Hotel'de sıcak bir yaz akşamı, bir zengin bir de fakir adam birlikte asansöre biner ve hikaye başlar.
Zengin adam Suudi Arabistan'ın kurucusu Kral Abdülaziz'in torunu; eski Riyad Valisi'nin oğlu Prens Abdullah bin Nasr'dı ve zenginliği tahminlerin çok ötesindeydi.
Fakir adam ise Manchesterlı futbolcu Eamonn O'Keefe'ti, Manchester'ın dışındaki Oldham'da teraslı bir çatı katı vardı ve babası baskı işinde çalışan bir işçiydi.
Birlikte kumarhaneden dönüyorlardı. Prens kumarda kaybetmişti ama umursamıyordu çünkü zaten hep kaybediyordu. Birkaç bin dolar kaybetse bile bu onun için öğle yemeğine ödediği parayla aynı değerdeydi.
Eamonn kumar oynamamıştı ama yine de para kazanıyordu. Çünkü dünyanın en zengin ailesiyle birlikte büyük bir Avrupa turundaydı. Bunlara yetecek kadar para kazanmadığı halde uçakların birinci sınıf bölümünde yolculuk yapıyor, beş yıldızlı otellerde kalıyordu.
Oysa sadece 2 sene önce, Türkiye'deki karşılığı 3. Lig olan İngiltere 1. Ligi'ndeki Plymouth Argyle takımında futbol oynuyor ve elektrik faturasını ödeyebilmek için her bir kuruşu tek tek hesaplıyordu.
İşte bu Avrupa yolculuğunun Cannes ayağında, Grand Hotel'in asansöründe Abdullah bin Nasr, Eamonn O'Keefe'a döndü ve "Sana bir süredir bir şey söylemek istiyordum" dedi ve elini genç futbolcunun omzuna koydu:
"Seni sevdiğimin farkına vardım."
'Hayır, bir kardeş gibi değil'
Eamonn O'Keefe o anda Prens kendisine yaklaştığında aldığı kokuyu hâlâ hatırlıyor: Sigara ve Johnnie Walker marka viski. Duyduğu şey karşısında gerilerek "Yani bir erkek kardeş gibi mi?" diye sordu.
Abdullah bin Nasr ise "Hayır, bir kardeş gibi değil" diye yanıtladı.
İşte Cannes'daki o sıcak yaz gecesinde, Eamonn O'Keefe'in kabusu başlamıştı.
Şu an 65 yaşında olan Eamonn, 2. Dünya Savaşı sonrası İngiltere'de büyüdü. Manchester'ın kuzeyindeki Blackley'de, belediyeye ait bölünmüş üç odalı bir evde, üç erkek iki de kız kardeşiyle, bir köpekleri bir de aile büyüğüyle birlikte yaşıyorlardı.
"Bu kadar nüfus nerede yatıyordu? "Buna hâlâ ben de şaşırıyorum" diyor Eamonn, o günleri hatırlayıp gülümseyerek.
İrlandalı babası, işinden kalan zamanlarında St Clare Katolik erkekler futbol takımını yönetiyordu. Annesi takımın formalarını yıkayıp ütülüyor; Eamonn top topluyor, bir sonraki maçtan önce kullanıma hazırlamak için temizliyordu.
Parktan yaklaşık 900 metre uzaklıktaki evlerinden çıkıp parka gidiyor, ıslak Manchester çimlerinde hava kararana kadar futbol oynuyordu. İyi bir futbolcuydu, Manchester Okulları ve Manchester United'ın genç takımına seçilmişti. Ancak Altrincham'a karşı oynadıkları bir maçta ayağı kırıldı.
Manchester United'ın A takımında oynama hayali orada suya düşmüştü. Eğitimine devam etmekten de o sıralarda vazgeçti, okulu bırakıp Manchester'ın yerel gazetesi Manchester Evening News'ta ayak işleri yapmaya ve az da olsa para kazanmaya başladı.
Ayağı biraz daha düzeldiğinde, Stalybridge Celtic isimli yarı profesyonel futbol kulübüyle anlaşma imzaladı. Kulübün menejeri George Smith, uluslararası koçluk kariyeri yapmaya çalışan eski bir futbolcuydu.
Arapça mühürlü mektup
Smith, bir süre sonra Stalybridge'i bırakıp, Suudi Arabistan'ın en büyük takımlarından biri olan Al Hilal'e menajerlik yapmaya başladı. Bir süre sonra Eamonn da ayrılıp daha güneydeki Plymouth'a, profesyonel bir futbolcu olarak transfer oldu.
Ancak burada çok mutsuz oldu. Çünkü aldığı para kirasını ödemeye bile yetmiyordu. Burada bir sezonu bile tamamlamadan ayrılıp evine geri döndü.
Kısa bir süre sonra, üzerinde Arapça mühür bulunan bir mektup aldı.
Mektup George Smith'ten geliyordu. Eamonn'ın bir aylık bir deneme süresi için Suudi Arabistan'a gelmesini istiyordu. Eğer iki taraf da memnun kalırsa ve Eamonn sıcağa dayanabilirse, Al Hilal'in ilk Avrupalı oyuncusu olacaktı.
"Aylardan kasımdı. Sanırım Manchester'da kar yağıyordu. Bunun çok da kötü bir fikir olmadığını düşündüm." diye hatırlıyor o günü Eamonn.
Ona çekici gelen tek şey hava sıcaklığı değildi. Evlenmişti ve iki çocuğu vardı. Suudi Arabistan'da geçireceği bir sürenin sonunda, ev kredisini tahmininden daha önce ödeyebilirdi.
Önce Londra'ya, oradan da uçakla Kahire ve Cidde üzerinden Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'a gitti. Suudi Arabistan'ın en büyük şehirlerinden biri olan Cidde'ye ilk indiğinde oranın çok farklı bir dünya olduğunu görmüştü. Çünkü ona Sunday Ekspress gazetesini getiren Suudi yetkili, yanında bir de makas getirmiş ve gazetedeki kadınların fotoğraflarını kesmişti.
Riyad'da 5 yıldızlı otelde sınırsız ve ücretsiz yiyecek-içecek
Kültür şoku burada kalmadı. Riyad'da George, Buick marka bir arabanın önünde kendisini bekliyordu. Eamonn o sırada İngiltere'de Morris Mini model araba kullanıyordu.
Manchester'da kızarmış balık ve patates kızartması yemek onun için bir ziyafetti. Ancak Riyad'daki 5 yıldızlı otelinde sınırsız ve ücretsiz yiyecek ve içecek tüketebiliyordu.
Belediyeye ait bir evden çıkan 22 yaşındaki Eamonn, alternatif bir evrende olduğunu hissetti. Sebebi sadece hava sıcaklığı, palmiye ağaçları ya da ufka yayılan parlak çöl kumları değil; tanık olduğu zenginlikti.
1960'ta OPEC kurulmuş, 1973'te petrol krizi yaşanmıştı. Petrol içinde yüzen Suudi Arabistan'ın ekonomisi ise 1970 ve 1980 arasında müthiş bir hızla gelişiyordu. Öyle ki; yüzde 3 bin büyümüştü. İşte bu ortamda güçlü pozisyonda bulunan bazı adamlar, birden bire büyük bir zenginleşme yaşadı. Eamonn da bu kişilerden biriyle tanışmak üzereydi.
Eamonn, Prens Abdullah bin Nasr'ı ilk kez Al Hilal'in Riyad'daki antrenman sahasında gördü.
Hâlâ deneme süresindeydi. Kulübün sahibi Prens Abdullah, Buick marka mavi bir arabayla geldiğinde de bir antrenman maçındaydı. Eamonn, arabasının camını açıp futbolcuları süzen bir çift gözü fark etti:
"O sırada George bana dönüp, arabayı görüp görmediğimi sordu. 'Bu benim patronum, kulübün başkanı. Seninle imzalanacak anlaşmaya o 'Evet' ya da 'Hayır' diyecek. O yüzden göster kendini!' dedi."
'Ne kadar istemeyi düşünüyorsan, sonuna bir sıfır daha ekle'
George'un bu uyarısının hemen ardından top sağ kanattan Eamonn'a doğru geldi. Gözleri parlayan Eamonn hemen sıçradı, sarı saçları çöl havasında savrulurken topu bir kafa vuruşuyla kaleye gönderdi.
"Topu üst köşeye doğru ateşlemiştim. Gerçekten ateşlemiştim" diyor 40 yıl sonra.
5 dakika sonra, bu kez top sol kanattan geldi. Yeniden sıçradı. Bir gol daha attı. Maç yeniden kaldığı yerden devam etmeden önce George, Eamonn'ın kulağına eğilip "Ne kadar istemeyi düşünüyorsan, sonuna bir sıfır daha ekle" dedi.
Maçtan sonra Eamonn, terli formasını bile değiştirmeden Prens'le tanışmaya gitti. Prens, otelinden memnun olup olmadığını sordu. Eamonn otelin gayet iyi olduğunu söyledi. Prens sonra George'a dönüp Eamonn'dan memnun olup olmadığını sordu, George olumlu yanıt verdi.
"O zaman oteline dön ve tüm ihtiyaçlarını bir yere yaz" dedi Prens.
Eamonn ve George birlikte bir liste yaptı: Maaş, araba, ev, İngiltere'ye uçak biletleri, Eamonn'ın iki çocuğu okul çağına geldiğinde gidecekleri bir özel okul.
Bir sonraki antrenman sırasında mavi Buick yeniden sahaya yanaştı. George da hazırladıkları listeyi Abdullah'a verdi.
Abdullah'ın ilk tepki "Sorun değil" oldu.
İngiltere'deki işinde haftada 40 sterlin kazanan Eamonn, futbol oynadığında buna sadece 15 sterlind ekliyordu. Riyad'daki haftalık maaşı ise 140 sterlin olacaktı. Bank of England'ın enflasyon oranlarına göre bu haftalık maaş bugün 1100 sterlin (7700 TL) değerinde.
Üstelik kira, fatura ve vergi ödemek zorunda da değildi.
Eamonn anlaşma sağlanınca Manchester'a geri döndü, eşyalarını topladı ve ailesini de alarak Riyad'a gitti. İlk başta bir süre bir otelde kaldılar ve yine hiçbir ücret ödemediler.
"Faturalar şişiyordu ama kimse hiçbir şey sormuyordu."
Bir süre sonra eşi de First National City Bankası'nda yüksek maaşlı bir iş buldu. Al Hilal'in antrenmanları sadece haftada iki gündü. Bu sebeple Eamonn çocuklarına bol vakit ayırabiliyor; kalan zamanını da havuzda ya da George'la buluşup futbol konuşarak geçiriyordu. Çölde geçirdikleri en mutlu zamanlardı.
Abdullah, en başından beri Eamonn'ı beğeniyordu. Gümüş rengi bir Pontiac Ventura araba hediye etmişti. Sık sık da çaya davet ediyordu. Birlikte dev ekranda futbol maçı izliyorlar ya da Abdullah'ın erkek kardeşleriyle sohbet ediyorlardı.
'İngiltere'de buluşmalıyız'
Suudi kraliyet ailesinde sarışın bir İngilizin bu kadar hoş karşılanması beklenmedik bir durumdu ancak Eamonn sebebini sormuyor, tadını çıkarıyordu. Gençti, kendine güveniyordu, Suudilerin ayakları yere basan ve nazik insanlar olduğunu düşünüyordu. Manchester'daki gibi rahat hissediyordu. Sadece burada, arkadaşları ülkeyi yönetiyordu.
Sahada da işler iyi gidiyordu. Eamonn takım arkadaşlarını sevmişti; Kral Kupası'nda takımı yarı finallere kadar yükselmişti. Suudi Arabistan mükemmel değildi, öyle ki; çocukları da arabadayken geçtiği bir meydanda insanlara kırbaç cezası verildiğini görmüştü. Ancak bunların dışında hayatları güzeldi.
Sezon bittiğinde O'Keefe ailesi tatil için İngiltere'ye gitti. Onlar gitmeden önce Abdullah, Eamonn'a ülkelerindeki evinin telefon numarasını sormuş, "Ben de İngiltere'ye gidip gezmeyi planlıyorum. Orada buluşmalıyız" demişti.
İngiltere'ye gideli 3 hafta olmuştu ki; Abdullah Eamonn'ın annesinin evini aradı. Eamonn, eşi ve çocuklarıyla annesinde kalıyordu ancak o sırada evde yoktu. Prens, Eamonn'ın annesine bıraktığı nota göre Londra'daki Harrods mağazasının yakınındaki Carlton Tower Oteli'nde kalıyordu. Eamonn, arkadaşı Abdullah'ı aradı. İki gün sonra Londra'ya giden bir trendeydi. Londra'ya vardığında onu Prens'in özel şoförü karşıladı.
'Çok farklı bir dünya'
Başkent'te kaldığı süre boyunca Suudi Prens'in parasını harcadılar. Eamonn, Abdullah'ı altı adet Cecil Gee marka takım alırken izledi. Grosvenor Hotel'e girdiklerinde pisuvarların yanında beyaz eldivenli bir adamın beklediğini gördü. "İnsanlar işerken onlar için tutmuyordur değil mi, diye gerçekten düşündüm."
Abdullah'ın yardımcılarından biri yeni bir çift ayakkabıya ihtiyacı olduğunu söylediğinde Abdullah, Eamonn'a 200 sterlin (yaklaşık 1400 TL) vererek onu ayakkabı almaya gönderdi. Eamonn 150'sini geri verirken "Çok farklı bir dünya" diye düşünüyordu.
Bir süre sonra yardımcısı Riyad'a dönmek zorunda kalınca, Abdullah, Eamonn'a ondan kalan boşluğu doldurup kendisine eşlik etmesini teklif etti. Gezinin bir sonraki adımı Paris'ti; sonra da Cannes, Roma ve Kahire geliyordu. Abdullah'ın eşi Avrupa'da sarayı için yeni mobilya bakacaktı, Prens de kumarhanelerde eğlenmek istiyordu.
Eamonn'ın eşi ve çocukları, eşinin annesiyle birlikte Galler'e gidecekti. Bu yüzden teklif cazip geldi. Bir hafta sonra Heathrow Havalimanı'na giden bir limuzinde, Prens arkadaşlıyla birlikte büyük bir Avrupa gezisine doğru yola çıkıyordu.
O ana kadar Suudi Prens ve Blackley'den gelen oğlan, sadece iki iyi arkadaştı. Eamonn arkadaşlıklarını şu ifadelerle anlatıyor:
"Çok iyi anlaşıyorduk, sürekli gülüyorduk. Sanırım sürekli kendisine yalakalık yapan o insanlardan çok sıkılmıştı."
Paris'teki Charles de Gaulle Havalimanı'nda, Suudi Arabistan'ın Paris büyükelçisi ve beraberindeki heyet, Prens'le buluştu. Prens, toplantıya girmeden önce Eamonn'a bir kasa emanet etti. Toplantının bitmesini beklerken kahve alan Eamonn, bir süre sonra toplantı bitmeyince tek başına Paris'e gitmek zorunda kaldı. Kasa da yanındaydı.
Bir saat sonra Abdullah da otele gelmişti, Eamonn'ı arayıp kasayı getirmesini söyledi. Abdullah'ın odasında kasayı açtıklarında, binlerce Fransız Frankı (o dönem Fransız para birimi) olduğunu gördü:
"Tıpkı televizyonda izlediğimiz gibi, ne taşıdığımı bilmeden, havalimanında kahve almaya giderken taşıyamadığım için kasayı sandalyede bırakmıştım. Kaybettiğimi düşünebiliyor musunuz?"
O gece Eamonn, Seine Nehri'nde, tabanı camdan bir teknede akşam yemeği yedi. Sonra otel odasındaki balkonunda, Paris manzarasının tadını çıkardı. Mutlu bir adam olarak yatağa döndü. Ancak mutluluğu ve güzel rüyaları fazla uzun sürmedi.
İki gün sonra, Prens'le birlikte Cannes'a gitti. Cannes'daki kumarhaneden çıktıklarında, aynı asansöre bindikleri o gece her şeyin sonu gelecekti.
Eamonn, "Abdullah hislerini açıkladıktan sonra sanki asansör küçülmüştü" diyor.
Abdullah açıkça ne hissettiğini itiraf ettiği için, Eamonn da öyle yaptı. Eşcinsel olmadığını, onunla bir ilişki istemediğini, sadece futbolcu olmak istediğini ve başka hiçbir şeyde gözü olmadığını söyledi.
"Muhtemelen asansörü kapısı açılana kadar sadece 15 saniye geçmişti ama bir ay gibi geldi. Korkunç bir soğukluk vardı."
O noktada Avrupa gezisi de sona ermişti. Bütün atmosfer değişmiş; dolayısıyla biletler ve rezervasyonlar da değişmek zorunda kalmıştı. Roma'da üç gece kalmak yerine bir gece kaldılar. Kahire'ye hiç gitmediler, doğrudan Riyad'a döndüler.
'Kulüp başkanı-futbolcu ilişkisine döneceğiz'
Eamonn utanmıştı ancak endişeli değildi. Abdullah asansörde ona "kulüp başkanı ve futbolcu" ilişkisine döneceklerini söylemişti, Eamonn da inanmıştı.
"Bir dakika olsun tehlikede olduğumu düşünmedim. Bir anlaşmam vardı, bu yüzden normale döneceğimizi düşündüm."
Ancak Riyad'a döndükten sonra her şey değişti. Eşcinsellik Suudi Arabistan'da yasaktı, hâlâ da öyle. Kraliyet ailesinin gücünün de sınırı yoktu -bu da hâlâ öyle- her istediklerini yapabilirlerdi. Eamonn, Abdullah'ın sırrını kimseyle paylaşmayacaktı. Ancak Abdullah, Eamonn'a baskı kurmak istediğinde işler değişti.
Eamonn kaygılanmaya başladı, hatta paranoyaklaştı. George'a gidip her şeyi anlattı ve güvence istedi. Ancak alamadı.
George "Bu işi burada bırakmayacaklar, seni aptal!" cevabını verdi.
George Smith şimdi 84 yaşında. Hâlâ futbol maçları izliyor ve uzun yıllar süren koçluk kariyerinin sonunda birçok hikayesi var. Telefonla ulaşıp Eamonn'ı hatırlayıp hatırlamadığını sorduğumuzda, "Elbette! Onu bir profesyonel yaptım" yanıtını verdi.
Suudi Arabistan'dan İzlanda'ya, Umman'dan Bahreyn'e kadar birçok ülkede çalışan George, birçok da futbolcu tanımıştı. Ancak Eamonn farklıydı. Bu genç Manchesterlı futbolcuyu beğeniyordu ve Prens'le Avrupa turuna çıkacağını duyduğunda çok endişelenmişti. Eamonn'ın Abdullah'la çok fazla vakit geçirdiğini ve Abdullah'ın Eamonn için çok fazla para harcadığını düşünüyordu:
"Fazlasıyla yakın olduklarını düşünüyordum, Başkan Abdullah da bunu biliyordu. Bunun beni endişelendirdiğini de biliyordu."
'Tehlikedeydi, her şey olabilirdi'
George, Cannes'da olanları duyduktan sonra Eamonn'a, kendi güvenliği için ülkeyi terk etmesini söyledi:
"Tehlikedeydi. Her şey olabilirdi. Kim bilir, belki bir çeşit kaza... Kraliyet ailesine, Abdullah'a karşı gelmişti. Bunu yapamazsınız!"
Eamonn buz kesmişti. Ülkenin en güçlü adamlarından biriyle ilgili bir sırrı biliyordu ve bu durum kendisini tehlikeye atıyordu. O geceyi George'un evinde geçirdi, ancak saatlerce uyumadı. Neredeyse bütün gece tavana baktı. 22 yaşındaydı, evden çok uzaktaydı ve çok korkuyordu. Ailesi İngiltere'deydi, Riyad'a dönmelerine izin veremezdi.
Ancak bir sorun vardı.
Ülkeyi terk etmesi için patronunun çıkış vizesini imzalaması gerekiyordu. Patronu da Prens Abdullah'tı.
Eamonn için Suudi Arabistan altın yaldızlarla kaplı gibiydi. Şimdi ise altın bir kafese dönmüştü.
Tavana bakarak geçirdiği gecenin sabahında, yalan söylemeye karar verdi.
Abdullah'a gidip babasının hasta olduğunu, İngiltere'ye gidip onu görmesi gerektiğini söyleyecekti. Abdullah'ın sarayına gitti, bu hikayeyi anlattı ve tepkisini bekledi. Prens hiçbir tepki vermiyordu. Eamonn ter döküyordu. "Bunu yarın konuşuruz" dedi en sonunda Abdullah.
Uzun bir gece daha geçiren Eamonn için, Paris'teki beş yıldızlı otelde geçirdiği o mutlu gece çok uzaklarda kalmıştı.
Ertesi gün Eamonn bu kez futbol kulübüne giderek Abdullah'la buluştu. Abdullah, Eamonn içeri girdikten sonra odasının kapısını kapatarak kimsenin kendilerini rahatsız etmemesi konusunda çalışanlarını uyardı.
"Fransa'da olanlar yüzünden mi böyle yapıyorsun? Geri döneceğine inanmıyorum."
Abdullah sorusu karşısında Eamonn, onu yalanına inandırmak için uğraştı. Abdullah bu sırada eline bir kağıt ve bir kalem alarak, Arapça bir şeyler yazmaya başladı. Eamonn eve gidebilirdi, ancak bir hafta sonra dönmek zorundaydı.
Ülkeden çıkmak için Eamonn'ın bu anlaşmayı imzalaması gerekiyordu. Ancak yazılanlar Arapça olduğu için, anlaşmanın bu olduğundan emin olamıyordu. Bu sebeple anlaşmayı imzalamak istemedi, ama Prens'e bir kez daha karşı gelemezdi. Kağıdı yırtarsa Prens bir aha ülkeden çıkmasına asla izin vermezdi. Hızlıca düşünüp "yılın blöfü" olarak adlandırdığı şeyi söyledi:
"Bunu imzalamamı mı istiyorsun? Ben Arapça bilmiyorum ama senin bu yazdığına güveniyorum. Ama sen bana güvenmiyorsun, öyle mi? Peki, sorun değil."
Bunu söyledikten sonra Eamonn kalemi eline alarak imzalamak için kağıda uzandı. Son saniyede Abdullah kağıdı alıp yırtarak çöpe attı.
Ve isteksizce "Senin için bir uçak bileti ayarlayacağım" dedi.
Ertesi gün Eamonn havalimanına gitti. Abdullah'ı endişelendirmemek için sadece bir haftalık kıyafet almıştı. Ama yine de çok korkuyordu:
"Çünkü son anda Abdullah o uçağa binemeyeceğimi söyleseydi, binemezdim. Uçak havalandığında bile hâlâ endişeliydim."
Londra'ya indikten sonra, öndeki koltuğu neşeyle yumrukladı. Ancak sorunları bitmemişti. İngiltere'de futbol kariyerine devam edebilmesi için Futbol Federasyonu'na üye olmalıydı. Üye olmak için de Suudi Arabistan'la tüm bağlarının kesildiğine dair bir belgeye ihtiyacı vardı.
İngiltere Futbol Federasyonu'yla temas kurdu. Bir süre sonra Riyad'dan bir faks geldi.
Anlaşmayı bozduğu için 1200 sterlin (bugün 8000 sterlin yani yaklaşık 42000 TL değerinde), evindeki klima sistemini bozduğu için 200 sterlin, Abdullah'tan aldığı borçların karşılığında 300 sterlin ödemesi gerekiyordu. Bu paradan bir aylık maaşı çıkarabilirdi çünkü son bir ayın maaşını almamıştı.
İlk ve son maddeleri kabul edebilirdi ama diğer ikisi, yani borç ve klima için istenen para, Abdullah'ın intikamıydı. Prens'ten hiç borç almamıştı, evdeki klima sistemi de bozulmamıştı.
22 Kasım 1976'da Londra'dan bir telgraf geldi. Telgraf, Suudi Arabistan'da futbol danışmanlığına başlayan Jimmy Hill'den geliyordu.
1976'da İngiliz futbolunun en ünlü isimlerinden biriydi Jimmy Hill. 1961 yılında futbolcular sendikasının başına geçmiş, tavan maaş uygulamasını kaldırmış, 1970'lerde ise BBC'nin futbol programı Match of the Day'i (Günün Maçı) sunmaya başlamıştı.
Eamonn'un Suudi Arabistan'daki sözleşmesinin bedeli 25 milyon sterlindi. Bu paranın ne kadarı kendisine ve yine Suudi Arabistan'da çalışan oğlu Duncan'a ödendi bilinmiyor ama Blackley'li genç için büyük bir miktardı bu.
Telgrafta yazdığı üzere Eamonn, Hill'i aradı. Eamonn'un sendikacı babası FIFA'ya ve dünyaya oğlunun Cannes'da yaşadıklarını anlattı. İki hafta sonra Manchester yakınlarındaki Altrincham kasabasında George ve Eamonn'un bir ortak arkadaşı, Al Hilal'den bir temsilci ve Eamonn buluştu.
Al Hilal temsilcisi, kinayeli bir şekilde "Kalsaydın başına ne gelecekti sence?" diye sordu.
"Söz konusu ailen olunca risk alamazsın" diye yanıtladı Eamonn.
Ateşli bir tartışmanın ardından el sıkıştılar. Bir hafta sonra da Suudiler Eamonn'un serbest kalması için gerekli belgeleri gönderdi. Suudi Arabistan defteri kapanmıştı ve Eamonn artık İngiltere'de oynayabilirdi.
İngiltere'ye döndüğünde Eamonn'un parası kalmamıştı.
Suudi hesabında bulunan maaşını çekemiyordu. Bu yüzden Oldham'daki evini satmak zorunda kaldı. Manchester Evening News gazetesindeki işine geri döndü ve sonrasında yarı profesyonel Mossley'de forma giydi.
Suudi Arabistan'ın güneşi ve havuzlarından sonra Kuzey İngiltere'nin rüzgar ve yağmuru kariyerinde bir geri gidiş gibiydi. Ama Eamonn pes etmedi.
'Asansördeki o olay yaşanmasaydı...'
1979'da Mossley lig ve kupayı kazandı, Eamonn da İngiltere'nin en üst liginde oynayan Everton'a 25 bin sterlin karşılığında transfer oldu. O ligde 40 maç oynadıktan sonra Wigan Athletic'e geçti ve beş kere de İrlanda Cumhuriyeti milli takımına seçildi.
1985'te Wembley Stadyumu'nda İrlanda formasıyla İngiltere'ye karşı oynadı.
O stada ilk defa 1968 yılında, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde Benfica'yı yenecek olan Manchester United'ı izlemek için gitmişti. Şimdi insanlar kendisini izlemek için geliyordu stada. Suudi Arabistan'ı, Abdullah'ı veya Cannes'da geçirdiği o geceyi kötü bir şekilde hatırlamamasının pek çok nedenlerinden biri de bu.
"Asansördeki o olay yaşanmasaydı Suudi Arabistan'da kalırdım, Everton için hiçbir zaman oynayamayabilirdim ve İrlanda forması giyemeyebilirdim" diyor.
Abdullah 1981'e kadar Al Hilal'in başında kaldı ve transferlere devam etti. Eamonn'dan sonra Brezilya ile Dünya Kupası'nı kazanan Rivellino'yu transfer etti. 1977 ve 79'da Jimmy Hill'in organize ettiği ligi kazanan takım, bugün de Asya'nın en büyük kulüplerinden biri.
Prens Abdullah hakkında futbol sevgisi dışında pek bir şey bilinmiyor. Suudi Arabistan Uluslararası İletişim Merkezi ve Al Hilal kulübü Eamonn hikayesi hakkında yorum yapmayı reddetti.
Suudi Arabistan'daki yüzlerce prensten yalnızca biri olduğu için hakkında çok fazla bilgi de bulunmuyor.
Abdullah'ın dedesi ve ülkenin kurucusu olan İbn Suud'un 45 oğlu vardı. Onlardan 36'sının da kendi çocukları vardı ve Abdullah da onlardan biriydi.
BBC'ye konuşan bir Suudi uzman "Bu prensler, araştırmacı gazeteciliğin tam tersinin bulunduğu bir toplumda çok kapalı bir hayat yaşıyor" diyor.
Suudi hükümeti Abdullah'ın hayatta olup olmadığını bile söylemiyor fakat Al Hilal'in internet sitesi, onun öldüğü izlenimini veriyor.
BBC'ye konuşan ve Orta Doğu üzerine çalışan bir gazeteci Abdullah'ın 2007'de öldüğünü söylerken bir diğeri de 2006'da yaşamını yitirdiğini savunuyor.
Arapça Vikipedi'ye göre Abdullah'ın üç eşi ve yedi çocuğu vardı. Eamonn onu en son Riyad'da "yılın blöfünü" yaparken görmüştü.
İrlanda'daki Cork City ekibinin menajerliğini yaptıktan sonra Eamonn Cheshire belediyesi için çalıştı. Bir dönem Portekiz'e taşındı, sonra da Manchester'da emekli oldu.
2017'de kansere yakalandı, radyoterapi ve kemoterapi gördükten sonra iyileşmeye başladı.
"Tahtaya vuralım her şey iyi gözüküyor" diyor.
Prens Abdullah ile yaşadığı olaydan yıllar boyunca kimseye bahsetmedi. O travmayı tekrardan yaşamak veya homofobik hakaretlere maruz kalmak istemiyordu. Eve döndükten sonra bir magazin gazetesinin çekini geri çevirdiğini söylüyor.
Fakat 40 yıl sonra artık hepsini anlatmaktan memnun. Her şeyden önce, Suudi takım arkadaşlarının neden ayrıldığını bilmelerini istiyor.
"Suudi Arabistan'da geçirdiğim zaman çok hoşuma gitmişti, böyle bir şey nasıl sevilmez?" diyor ve ekliyor:
"Takım arkadaşlarımı seviyordum, tesisler güzeldi, bütün düzen fantastikti. Orada mutluyduk."
Eamonn 8 yıl önce otobiyografisini yazdı. Kitabın başlığı, St Clare Katolik kulübünün çimenlerinden Suudi Arabistan macerasına kadar uzanan hayatını mükemmel bir şekilde özetliyor:
I Only Wanted To Play Football (Sadece Futbol Oynamak İstedim)