Gündem

Sur'dan: Çocuğum cenaze değil poşetti; Rozerin ve Hakan'ın cenazelerindense 155 gündür haber yok!

"Sevdiklerimizi kepçe yerine, kazma kürekle kendimiz çıkaralım istedik…"

Fotoğraf: Piran Baydemir

04 Haziran 2016 18:26

16 yaşındaki kızının cenazesini alabilmek için bekleyişinin 40. günüydü; ‘’Kuru bir resmini almışım kucağıma, yüreğim ateş gibi yanıyor ama cenazesini alamıyorum’’, demişti Fahriye Çukur. Bugün, o bekleyişin 155. günü.

Sur’daki çatışmalı günlerde, gelişmelere ve çocuklarına yakın olabilmek için Suriçi’ndeki Dicle Fırat Kültür Merkezi’nde nöbet tutan aileler, 5 ay sonra hâlâ sabır taşı misali bekliyorlar. Çocuklarını gömebilmiş aileler ise, acı bölündükçe azalır diyerek onları yalnız bırakmıyor. Bu ailelerin çoğu farklı kentlerdeki kimsesizler mezarlıklarında buldukları çocuklarını bir poşette teslim aldıklarını, mezar taşını diktikten sonra, hatırlamak bile istemiyor.

 

Ramazan da 'ALINDI', ya Rozerin ve Hakan?

 

Kültür merkezinin girişinde bir pano var. Yedi çocuğun yanında "ALINDI", üçünün yanında ise Sur’da vuruldukları tarih yazılı. Hepsi de bu yılın ocak ayında, birbirlerinden yaklaşık bir hafta, 10 günlük bir aralarla hayatlarını kaybetmişler. Sur’da çatışmalar bitmiş olmasına rağmen, bu üç aile, her resmi kuruma verilen dilekçede, her doku örneğinde, her fotoğrafta çocuklarını tekrar kaybediyorlar. Dün, 154. gününde teşhis edilebilen Ramazan Öğüt’ün yanında da artık büyük harflerle "ALINDI" yazacak. Aralarındaki tek kız çocuğu olan Rozerin ve aslen Erzurumlu olan Hakan içinse durum belirsiz.

Kadınların nöbet tuttuğu döşeklerin üzerinde düne kadar Ramazan ile Rozerin’in fotoğrafı vardı. Şimdi Rozerin yalnız kaldı. Bu fotoğraflara bakmak bir yana, asıl zor olan çok erken yaşta bu travmayı yaşamak zorunda kalan kardeşlerinin gözlerine bakabilmek. Gülşah, ağlamıyor:

"Herkes, iki kişi için iki döşek yapardı, biz tek döşeğe sığışırdık, tek yorgan, bazen de tek yastık kullanırdık. Ablam Rozerin geç yatmayı severdi. Uyuyamadığım zaman bilgisayarda müzik açardı ben de uyuyakalırdım. Ablam nereye gitse, onunla giderdim ama o gün annem ‘arkadaşıyla ders çalışacak, gidersen dikkati dağılır’ dedi ve izin vermedi. Gitmesini istememiştim ama gitti işte. Sanki bir anda kapı açılacak içeri girecekmiş gibi. Nasıl kıyabilirler ki böyle bir insana?"

Çukur ailesinde herkes adeta bir diğeri için ayakta durmaya çalışıyor; ‘’Annemle babama, hâlâ dik durduğumu ve yıkılmadığımı göstererek, destek olacağım" diyor Gülşah...

Rozerin’in 15 yaşındaki kızkardeşi Gülşah, ''dik duracağım, yıkılmayacağım'' derken, bir taraftan da acısını azaltmak için annesini çizimleriyle oyalıyor.

Doğum gününda başından vurulmuş...

 

Ramazan’ın ablası Esma Öğüt ise "Başına gelenler arkadaş sevgisindendir" diyerek bir neden yakıştırmaya çalışıyor; "Yasak bir günlük kaldırılmıştı, halamların Sur’daki evinden eşya taşınmasına yardım etmeye gitmişti. Çıkamadı. Doğum gününde başından vurulmuş, oysa biz ona bakmaya kıyamazdık. Arkadaşlarını hiç yalnız bırakmak istemezdi, protesto yürüyüşlerinde yanında arkadaşları vuruldu. 16 yaşındaydı, yürekliydi, konuşmaz gülerdi, tebessümü gözümüzün önünde."

Ramazan’ın babası Mithat Öğüt’le İnsan Hakları Derneği’nde karşılaştık. Bir devlet dairesi işini halleder gibi hastaneden İHD’ye, oradan oraya koşuştururken, oğlunun cenazesini bulmaya çalışıyordu. Bu süreçte büyük çaba sarf edenlerden biri de Rozerin’in amcası Muzaffer Çukur. Resmi kurumlara dilekçeler yazılıyor, kapılar çalınıyor, günler, aylar nöbette, telefon başında geçiyor. Sur’da mı gömülü, sokakta mı, kimsesizler mezarlığında mı, Dicle’ye dökülen hafriyatta mı sorularının net bir cevabı hiçbir zaman olmuyor.

Cenazesini bekleyen iki aile kalmış olsa da, diğer aileler 5 ay sonra bile hâlâ her gün destek vermek için Dicle Fırat Kültür Merkezi’ne uğruyorlar.

"Sevdiklerimiz kepçelerle
çıkarılmasın istedik…"

 

Bir taraftan da Muzaffer Çukur, çatışmaların sürdüğü dönemde, cenazelerin hangi noktalarda olabileceğine dair, Sur’da bulunan ve daha sonra tahliye edilen mahalleliden gelen her habere, yeni bir umutla eğiliyor:

"O zamanlar çatışmaların en yoğun olduğu Hasırlı Mahallesi’nde tarif edilen bir noktanın incelenmesi için Cumhuriyet Başsavcılığı’na dilekçe ile başvurduk. Cenazeler çıkarılırken aileden bir iki kişi orada bulunmak istiyorduk. Defnedilenlerin kepçelerle çıkarıldığını duyduğumuz, bedenlerdeki tahribatı gözlerimizle gördüğümüz için sevdiklerimizi elle, kazma kürekle kendimiz çıkaralım istedik. Ancak bizi çağırmadan oradan iki cenaze çıkarılmış. Biri erkek, biri de kadın…"

Cenazeler teşhis edilip bir bir gömüldükçe çocukların nöbet yerindeki fotoğrafları da azalıyor.Kaybolan yakınlarının kemiklerini arayan ailelere yardım amacıyla kurulan MEYADER’in (Mezopotamya Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma, Dayanışma ve Kültür Merkezi) Eşbaşkanı Ayşe Dicle de hatırlıyor:

"55 yaşındaki Fatma anne, ambulansa kadar getirilmiş ama kurtarılamamıştı, onu ben yıkadım, ölümcül bir yarası yoktu, kan kaybından öldü. Sur’da onunla birlikte olan eşi Fahrettin Ateş, ‘Rozerin’i eşim, Ramazan’ı da ben yıkadım’ demişti. Fatma anne Rozerin’i yıkamış, kefenlemiş ve defnetmişler. O ve iki kızının Fatma annenin cenazesine katılmalarına izin verilmediği gibi hâlâ da cezaevindeler. Tam da tarif ettiği yerden iki cenaze çıktı."

Cenazelerden biri Ramazan Öğüt’e ait. DNA eşleşmesi kesinleşmeden önce, morga girmelerine izin verilmemiş olsa da, cenazenin kolunda fark edilen platinden yola çıkarak ailesi, oğulları olduğunu tahmin etmişti. Diğer ailelere tek tek soruldu ve onların çocuklarının hiçbirinde platin olmadığı öğrenildi. Gerçekten de Ramazan küçükken düşmüş ve koluna platin takılmıştı.

Kadın cenazesi hâlâ Diyarbakır Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi morgunda.

Çukur ailesi, tam da bir yılan hikâyesine dönüşen bu bürokrasi kaosu içinde, yasını yaşamaktan çok Adli Tıp’a gönderilen doku örneklerinin varıp varmadığının takibiyle uğraşıyor. İki hafta geçmesine rağmen kargonun hâlâ ulaşmadığı söyleniyor.

"Sanki bu kez de üzerimizde psikolojik bir savaş sürüyor" diyor amca Çukur. Ayşe Dicle sürecin yıpratıcılığına isyan ediyor:

"Cenazeler tanınacak hâlde olmalarına rağmen ailelere gösterilmiyor, kan örnekleri alınıyor, aylarca bekletiliyor, ‘kargoya verdik gönderdik’ diyorlar bir türlü varmıyor, insanlarla alay etmesinler. Hakan Aslan’ın ve Rozerin’in DNA’sı çıkmadı ancak Malatya, Elazığ, Gaziantep’te defnedilen Sur cenazeleri var. Hakan’ın annesi her gün Erzurum’dan arıyor. İdeolojiyi bir kenara itelim, insani duygularımız nerede? Biz, bize başvuran kim olursa olsun buradayız, sadece Kürtler için değil."

155 gün sonra teşhis edilebilen Ramazan Öğüt’ün cenazesinde, Rozerin’in annesi Fahriye Çukur cenazeye sarılıp; ‘’Rozerin’i görmedin mi Ramazan… Rozerin nerede Ramazan?’’ diye haykırdı. (Fotoğraf: PİRAN BAYDEMİR)

Cenaze Rozerin'e ait değil!

 

Ramazan’ın gömüldüğü gün olan dün, Çukur ailesine bir haber geldi. Morgdaki kadın cenazesinin de Rozerin’e ait olmadığını öğrendiler. Rozerin’in babası Mustafa Çukur haberi alıyor:

"Adli Tıp’tan haber geldi, DNA eşleşmesi sağlanamamış, o da Rozerin değil. Biz onları yan yana gömüldüler sanmıştık. Kimsesizler mezarlarından da eşleşme çıkmadı."

Muzaffer Çukur, tüm yıpranmışlığına rağmen ara vermiyor:

"Dilekçeyle yine başvurduk. Ailelerden birer kişi gelsin, dediler, Rozerin’in babası kardeşim Mustafa, Ramazan’ın babası ve ailesi Erzurum’da yaşadığı için Hakan Aslan için ben, hep beraber gittik. Dört Ayaklı Minare’nin orada buluştuk, elimize kazma kürek verdiler, ‘kepçeyle olmayacak, cenazemizi kendimiz çıkaracağız’ diye sevindik. 14 sokak serbest bırakılınca, bazı binaların üzerine çıkıp bakmıştım, elimde tarif de vardı. Mezarların başında kavanozların olduğu, onların içine de gömülenler hakkında bilgi konulduğu söylenmişti. Yakın zamanda oradan 25 cenaze çıktığını ancak başka olmadığını söylediler. İki cenazenin çıktığı yeri görmek istedim, Paşa Hamamı’nın yan tarafındaki çıkmaz sokağa girdik, cenazeler çıkarıldıktan sonra kepçelerle dümdüz edilmişti. O günden beri doğru dürüst uyuyamıyorum."

Nöbet yerinde fotoğraflar elden ele dolaşıyor, Ramazan Öğüt’ün kızkardeşi, ‘’16 yaşındaydı, tebessümü gözümüzün önünde'' diyor

"Çocuğumu tanıyamadım,
cenaze değil, poşetti!"

 

Dicle Fırat Kültür Merkezi’nde cenazelerini almak için bekleyen ailelere destek için Gündüz Akmeşe’nin babası Abdullah Akmeşe de orada:

"Çocuğumu tanıyamadım. Kepçeyle çıkarılmıştı. Önce poşetle buzhaneye atmışlar, sonra da Gaziantep’teki kimsesizler mezarlığına gömmüşler. Cenaze değildi, poşetti... Sonunda defnettik, nasıl öldüğünü öğrenemedik, bilmek de istemiyorum."

Fahriye Çukur, ocak ayından beri, kızını sağlam hatırlamak ve gömmek istediğini ısrarla tekrarlıyor:

"Acaba o cenazeyle karşılaşıyorum, neyi görüyorum, kuru bir kemik, eti dökülmüş bir insanı görüyorum, ama bana verseydin kızımı, ben onu ömür boyu sapasağlam hayal ederdim. Sokakta mıdır? Kar yağdı, kar eridi, yağmur yağdı, yağmur durdu, bahar geliyor ama bana sor, cehennem geliyor."

Bir kadın ağıt yakıyor. Baba Mustafa Çukur, cep telefonunda Rozerin’in çizimlerine bakıyor, Gülşah kültür merkezindeki kırık bir sandalyeyi çizmiş anne ve babası dikkatlerini toplamaya ve cesaret vermeye çalışarak, resmi üzerine yorum yapıyorlar. Anne kızının yanağına bir öpücük konduruyor. Çizim defterinde, Gülşah’ın el yazısıyla dikkat çeken bir cümle var:

 

"Acıyı bilmeyen gerçek barışı anlayamaz…"

____________________________________________

Reyan Tuvi

Belgeselci