04 Ocak 2016 11:54
Sur’da sokağa çıkma yasağı 2 Aralık’tan bu yana devam ediyor. Yoğun çatışmaların yaşandığı ilçenin 24 bin olan nüfusunun 2 bine düştüğü tahmin ediliyor. Sur’dan ayrılanlar Diyarbakır kent merkezine dağılırken, operasyon ve çatışmalarda harebeye dönen ilçeye TOKİ’nin gireceği iddia edilmişti. Cumhuriyet gazetesinden Pınar Öğünç’e konuşan Sur'dan göç edenler, bu iddiaya, “Villa da verseler Sur’da artık istemem. Açlığa susuzluğa, her şeye dayanırız, ama ölümün üzerine dikilen ev istemeyiz” ifadeleriyle tepki gösterdi.
Pınar Öğünç’ün görüştüğü Sur halkı 90’larda Lice’de yaşadıklarını bu kez Sur’da yaşadıklarını bu nedenle ayrıldıklarını anlatıyor. 8 çocuğuyla kent merkezine yerleşen Nurgül, “Hatamız Kürt olmamızdır, gözümüzün önünde çocukların katledildiğini gördük Sur’da” derken, Yaşar da, “Sokaklar cenaze dolu, özel harekâtçıların da cenazeleri var, halkın da…” ifadelerini kullandı.
Öğünç’ün Cumhuriyet’te “Ölümden kaçtık” başlığıyla bugün (4 Ocak 2016) yayımlanan yazısı şöyle:
Ev malzemeleri satan züccaciyemsi dükkânın önünde dallı güllü kumaşlarla kaplı sünger yataklardan koca bir tepe vardı. “Bizim döşekler, yorganlar yün olur. Bu sünger olanlar Sur’dan gelenler için. 20 liraya yatak işte...” dedi. Adına Yaşar diyelim. Bütün yün yorganları Sur’da şu an.
Huzurevleri, Sur’daki evlerini bırakıp çıkmak zorunda kalan çok sayıda ailenin, yakınlarının yanına taşındığı Diyarbakır mahallelerinden. Esnaf da bu hakikate uydurmuş demek kendini. Şu anda üç ailenin birlikte kaldığı eve götürüyor bizi Yaşar. Koltuklara çöktüğümüzde, elimdeki defteri görüp “Bir anlatsak senin böyle kaç defterin dolar” diyor dokunan bir gülümsemeyle. Tam o sırada telefonu çalıyor. Telaşla sesini kısıyor; melodi yaptığı ağıt yarıda kalmış haliyle odanın loşluğunda asılı, 1991 Lice’sinden başlayacak anlatmaya. Sonra Sur’a, Sur’dan çıkışlarına gelecek sıra. Hikâye böyle tamamlanacak, ancak böyle anlaşılacak.
‘Alın köpeğinizi gömün’
Yaşar o zaman yirmilerinde. Lice’ye bağlı Yaprak (Tute) köyü. Her sabah 4’te başlayan asker, panzer seslerini hatırlıyorlar, 6 gibi erkeklerle kadınları ayrı yerlerde toplayan emirler, küfür kıyamet başlıyor. Hacı Mehmet Emmi’yi anlatıyor. Yaşar’ın babasıyla birlikte işkence gören, sonra ölüsü köy ortasında bir Dodge’dan atılıp “Alın köpeğinizi gömün” denilen 90 yaşında bir adam. O köyden kimse cenazeyi gömmeye cesaret edememiş de dışarıdan başkaları yapmış o işi. Sokaktan yine cenazelerin alınıp da gömülemediği bir zamanda bunları anlatıyor şimdi Yaşar.
1991’de evleri yakılırken kayınvalidesi koşturup Kuran’ı kurtarmış, elinden alıp onu da atmışlar ateşe. Yaşlı kadın yerde köşede bizi dinliyor şimdi, ince dudaklarında beddua kıpırtıları okunuyor. Lice’nin kadınları kaç kez üstleri çıplak soyulmuş o dönem, sırtları kontrol edilmiş tek tek. Mantık şu: PKK’liyse çanta omuz başlarında iz yapmıştır.
Yaşar’ın babası uzun zaman cezaevinde kalmış. Can kayıplı bir patlama oluyor, önce mayın kazdığının delili varsayılan ucu çamurlu çapayla gözaltına alınıyor. Daha sonra bahçede bulunduğu söylenen silah ve PKK bayrağı yüzünden de tutuklanıyor. “Kendileri kazıp koymuşlar bahçenin hiç olmayacak bir yerine, bildikleri yeri gidip açmışlar sonra” diyor Yaşar. Lice’deki o günlerin peşinden sene olmuş 2016 misal halasının oğlu hâlâ evindeki prizlerin deliklerini bir şeylerle tıkıyor, devlet priz deliklerinden zehir sıkacak içeri diye. Korku zehirlemiş hayatını.
Düğün mü kaldı?
“İnancın olsun bir kedi, bir tavuk kalmıştır geri”. Yakılan köylerinden çıkıp Diyarbakır’a geldiklerinde, çok arayıp nihayet Sur’daki Eski Yoğurt Pazarı’na yakın o evi buluyorlar. “İnşaat gibiydi, ellerimle çok güzel yaptım her yerini” diyor Yaşar. Sonra zar zor para denkleştirip o evi satın alıyorlar, iyi-kötü geçiniyorlar bu yaza kadar. Yaşar müzisyen, düğünlerde çalıp söylüyor. “Düğün mü kaldı...” diye yakınıyor şimdi, kimin neyi kutlayacak hali var. İnşaatlarda iş bulursa öpüp başına koyuyor. O da çok yok.
Sanki her an kapıdan çıkacakmışız gibi, diyeceğini hemen demesi lazımmış gibi anlatıyor: “Neler gördük Sur’da. Önce polisti, sonra özel harekat oldu, sonra jandarma da geldi. Bizim komşu vardı, tezgâhta meyve-sebze satan gariban bir adamı, işte onu bile vurdular. Hz. Süleyman’ın oradan rastgele ateş ediyorlar. Bir keresinde ben de yoktum, tedariğimiz yetmemiş çocuklar yedi gün aç kaldı evde. Sokaklar cenaze dolu. Özel harekatçıların da cenazeleri var, halkın da. 20 gün sonra bir ara kaldırdılar ya yasağı, bir gittim tek katlı evler düz olmuş, üzerinden tank geçmiş, inanamadım. Bizim ev duruyor, borç alıp kapısını yaptırdım.”
Yaşar HDP seçmeni, sandık başında da bulunduğundan, 1 Kasım’da Sur’da AKP’nin oylarının nasıl arttığına bizzat şahit olmuş. “Artar, çünkü insanlar süreç devam etsin, barış olsun diye verelim bari diye düşündüler. Benim bile aklımdan geçti, anla...” diyor. Akrabalarından AKP’ye oy verenler de var. Onlardan birinin Sur’daki evine, balkona yağmur için gerilen naylon yüzünden “YDG-H’lileri saklıyorsunuz” diye roket atılmış. Yaşar’ın yaşadıkları da, gözlemleri de 7 Haziran’dan 1 Kasım’a uzanan sürecin özeti gibi.
"Kimse bizi kovmadı"
YDG-H sorulduğunda Yaşar önce şunu anlatıyor. O da bir kez cebindeki son parasını kaptırmış, YDG-H’li gençlerin çatışmasızlık döneminde Hançepek’i hırsızdan, hapçıdan, esrarkeşten temizlediğini düşünüyor. Hatta böyle suçlardan sabıkalı birkaç kişinin her şeyden vazgeçip YDG-H’ye katıldığını söylüyor. Bunu olumlu bir durum olarak anıyor.
Birkaç itirazı var: “Diyorum hendek, barikat olmadan bir direniş bulunabilir miydi. Çok mağdur olduk. Kimse bizi kovmadı, bu bilinsin istiyoruz. Cereyan yoktu, su yoktu. Biz devletten kaçtık. Bak tek üzerimizdeki kıyafetlerle böyle... Yine de hiçbir çocuğun babasının cenazesi üzerinde ağlamasını istemem, inan askere polise de içim acır” diyor.
"Bize öldürmek serbest!"
Dört çocukları var. Birinin bacağında önceden geçirdiği motor kazası yüzünden platin var, sokağa çıkma yasağı sırasında pansumana gitmelerine izin verilmemiş. Çünkü çatışmada değil motor kazasında yaralandığına inandıramamışlar. Üniversiteye hazırlanan bir diğer çocukları, “Ben zaten nasıl okuyacağım” diyerek, çok para verdiklerine de hayıflandıkları hazırlık kitaplarını bir yana itmiş. Bu, Sur’un gençlerine, çocuklarına hâkim bir ruh hali.
Yaşar gibi 90’ları Lice’de yaşamış eşi, ismi Saliha olsun, “50 yaşındayım, böyle birşey görmedim hayatımda” diyor hazin bir karşılaştırmayla. Ekmek için çıkmak istediklerinde “Bize öldürmek serbest, dönün evinize, ekmek falan yok” denmiş. Üzerindeki eşofmanlarla çıkan çocukları zaten beş aydır okula gitmiyor, ki en büyük emeli onların okumasıymış. “Villa da verseler Sur’da artık istemem. Açlığa susuzluğa, her şeye dayanırız, ama ölümün üzerine dikilen ev istemeyiz” diyor. Eşi gibi o da ekliyor: “Sadece bizimkiler ölmesin demek inancıma sığmaz. İnan polis, asker de ölmesin istiyorum ben.”
Yaşar ve ailesi, ne yazık ki onlara mahsus olmayan, çizilmiş bir kaderle, ikinci kez 90’ları yaşıyor. Bir ay öncesinin hendeğinden bakarak meramları anlaşılmıyor.
"Hatamız Kürt olmamız"
Sur’u terk eden ailelerin çoğu şehirde yakınlarına sığınmış, azı yeni ev kiralayabilmiş. İsmine Nurgül diyelim, çocuklarıyla birlikte sığındıkları görümcesinin evinde surat çekmekten, uyku vaktine kadar çocuklarla parklarda oturmaktan usanınca, bu iki odayı tutmuş. Ev dediğimiz bu. Yerde bir kilim, birkaç minder, soba ve eski bir televizyonun olduğu ışıksız, rutubetli iki oda. “Köpek yavrusu gibi gezdik günlerce” diyor. Tek bir şey çıkartamadıkları evlerini şu an polisin kullandığını duymuş, buna ayrıca sinirleniyor.
24 yıl önce Ergani’den Sur’a gelin gelen Nurgül’ün sekiz çocuğu var. Cezaevinden yeni çıkan eşi, sabıkasının Sur’da başına bela olacağını düşünerek Diyarbakır’ı terk etmiş. Nurgül her şeyi tek başına yüklenmek zorunda. Bir çocukları cezaevinde, bir diğeri ise oyunu atıp 7 Haziran sonrası dağa çıkmış. Bombalanan Diyarbakır Mitingi’nde çok sarsıldığını, o günden sonra uyumadığını anlatıyor. Haber alamadığı 16 yaşındaki oğlunun fotoğrafını gösteriyor gözleri dolarak.
“Hatamız Kürt olmamızdır. Gözümüzün önünde çocukların katledildiğini gördük Sur’da. Ne küfürler hakaretler işittik. Devlet babaymış. Benim çocuklarım bomba, silah sesinden uykusunda sayıklıyor. Böyle devlet baba mı olur?”
Altıncı sınıfa giden kızı yanımızda. Yeni kayıt olduğu okulda Sur’den gelen çocuklar için ayrı sınıf açılmış, sayı o kadar fazla yani. Bir süre sonra eve dönen küçük oğlansa, o gün dersi takip edemeyen bir çocuğa öğretmenin küfrettiğini anlatıyor. “Anne telefonla kaydedelim mi, inansınlar” diyor. 9 yaşındaki bir çocuk, kaydetmeden kimseyi yaşadığına inandıramayacağını öğrenmiş. Hayatın acı dersi.
Nurgül ailesini Dicle Üniversitesi’ndeki pencerelerden her gün Sur’un yerle bir oluşunu izleyen kızının bursuyla geçindiriyor. Başarılı bir öğrenci o. Bir de diğer çocuğun staj parası var. Yemenilerin etrafına oya yapıyor Nurgül. 15 günde biten bir tanesi ona sadece 15 lira kazandırıyor. O da migreni tutmaz da bitirebilirse. Tuttuğunda gözü hiçbir şey görmüyor, aydınlıklara tahammül edemiyor. Nurgül “sinir hapları” olmadan yaşayamıyor. Konuşurken ara ara bu ilaçların sabitlediği yüz kasları bir perde gibi bir saniyeliğine aralanıp tek gözü ya da dudağının ucu kırpışıyor.
Ve tüm bunların ortasındaki Nurgül diyor ki “O ara çocuğumu görmeye cezaevine gitmemiş olsaydım, ben Sur’dan da çıkmazdım. Benim bu konuda başka insanlarla tartıştığım da oldu, farklı düşünenler vardır. Ama o çocukları evladım gibi görüyorum, kendimi borçlu görüyorum. Gerçekten çıkmazdım ben Sur’dan.”
Özgürce yaşamak
Özyönetimin ona ne ifade ettiğini soruyorum. “Kendi hayatımızı özgürce yaşamaktır” diyor, “biz artık devlet zulmü istemiyoruz, yeter...” Batı’nın sessizliği bir yana, onun hayatı böyle kökten değişirken örneğin Diyarbakır’ın başka ilçelerinin normale daha yakın bir hayat sürmesine içten içe bir sitemi olabilir mi? “Yok” diye giriyor cümle daha bitmeden, “direniş bir orada olur, bir burada...” “Müstahaktır” demeyecek kadar insan olup da o ailelelerin yaşadıklarına itiraz edenlerin, söylediklerine itirazı olsa dahi Nurgül’ü duyması gerekiyor. Bu kadın neyi, neye rağmen, neden bu kadar çok istiyor?
© Tüm hakları saklıdır.