T24 - Taraf Gazetesi Genel yayın Yönetmeni Yasemin Çongar'ın Ex Libris / Dünya Bunları Okuyor adlı köşesinde "Suç ortaklarımız ve karşı kıyıya geçmek" başlığıyla yayımlanan (22 Ekim 2011) yazısı şöyle:
Suç ortaklarımız ve karşı kıyıya geçmek
Düğmeye bastım. Kaddafi’nin sonunu seyretmek istemedim. Nihayet yenilmesine, bitmesine, her diktatör gibi devrilip gitmesine çok sevinecekken, hissizleştim kaldım öylece, sevinemedim. “Keşke bu kadar sürmeseydi, keşke böyle bitmesiydi.” Düğmeye bastım ki, Kaddafi’nin canı içinden çekilen yarı çıplak bedeninin son titreyişleriyle birlikte içimdeki“keşkeler” de dinsin; düğmeye bastım ki dün sussun, linç ve zafer görüntüleriyle dün artık tarih olsun. Kaddafi’den kurtulmayı kutlayan Sirtelilerin sevincinin belleğime kalıcı bir leke bırakmasından ürküyordum sanırım; saf bir çocuk gibi, bu sevincin “temiz” kalması ihtimalini istiyordum hâlâ. İçimdeki tepkiden kaçıp sığınacak cümle aramak zûl geliyordu; “Bu bir savaş, yıkılan da bir diktatör” diyecektim kendime elbet ama hakikat bazen çok soğuk bir sığınaktır. Düğmeye bastım ki yarın başlasın.
Libya’nın yarınını, elimdeki yeni romanı bitirerek beklemek niyetiyle gecenin içine uzandığımda, aklım ve genellikle aklımın peşini pek bırakmayan elim, “yarını bekleyen” çok eski bir romana gitti. Mesul, kelimelerdi. Hep yaptıkları gibi kaderin ağlarını örüyorlardı yine; şimdi okuduğum kitabı, iki ilmekle, yıllar önce okuduğum kitaplara, Kaddafi’yi Gracq’a, Gracq’ı Leroy’a bağlayıverdiler.
İki kelime, iki ilmek: Sirte ve beklemek.
Hiç başlamayan, hep beklenen savaş
Bizim buralarda kadri az bilinmiş, kudreti az kavranmış bir yazar Julien Gracq (1910- 2007). Belki de bana öyle geliyor. Romanlarını, kimselerin benim gibi sevemeyeceğini düşünüp kendime hasisçe pay çıkaramayacak, onu başkalarından sakınamayacak kadar severim çünkü Gracq’ı. Kitapları, bana pek az yazarın verdiği türden bir karşılaşma hissi verir. 1937 tarihli ilk romanı Au Chateau d’Argol ’de (Argol Şatosu’nda, Ayşe Eziler Kıran’ın tercümesiyle, Can/YKY) aralarındaki çok karmaşık ilişkiyi“arkadaş” adıyla süsleyen iki erkeğin –Albert ve Herminien– güzel bir kadın ya da belki sadece “güzel bir kadın fikri” olan Heide’le sınanan bağlarını anlatırken yaptığı tarife benzer bir his:
“Bu ilişkilerde zevklerin neredeyse tam benzeşmesi, dilin inceliklerine aynı yaklaşım, ilerlemekte olan ve üçüncü kişilerle yapılan her konuşmanın ortasında hep var olan, görünmez bir damga gibi kesinleşen, kendilerine özgü bir değer dizgesi, her yönden daha da kaygı verici olan suç ortaklığı niteliğini hak ederdi. Öylesine çok ortak tuhaf zevk, birbirlerine öğrettikleri kendilerine özgü bir dilin öylesine çok sapkınlığı, düşünsel ve keskin silahlarının sürekli çarpışmasıyla oluşan öylesine çok düşünce, öylesine çok konuşma sonucu ses tonunun değişmesi vardı ki, belirli bir kitabın anımsanması, bir anda Albert’in aklına peşpeşe binlerce ortak anı getiren bir esinti, bir ad, en sonunda, ikisinin arasında bir elektrik kondansatörünün uçlarını yaklaştırır ya da uzaklaştırır gibi ikisi karşı karşıya geldiklerinde kaybolan ve yeniden doğan, tehlikeli, sarhoş eden, değişken bir havanın dalgalanmasına neden olurdu.”
Birlikteyken böyle bir dalgalanma yarattığınızı bilerek sustuğunuz bir başkası, bir sevgiliniz, okurken aranızdaki ilişkinin basbayağı suç ortaklığına dönüştüğünü hissettiğiniz bir yazarınız oldu mu sizin? Umarım olmuştur. Olmadıysa, Gracq’ın Le Rivage des Syrtes romanını bir deneyin derim. (Ama yazarın 1951’de Goncourt Ödülü’nü elinin tersiyle geri çevirmesine neden olan kitabın Türkçesi için sahafların yolunu tutmanız gerekebilir; İsmail Yergüz’ün tercümesiyle, Kazım Taşkent Klasik Kitaplar’dan çıkan Sirte Kıyısı’nın baskısı çoktan tükenmiş.)
Her ne kadar adını Kaddafi’nin doğduğu, sonra vaktiyle “Ölüm Bölgesi” olarak andığı, iki gün önce de kendi korkunç ölümüne vardığı yerden alsa da, Gracq’ın bu romanı Libya’yı değil, hayalî şehir Orsenna ile karşı kıyısındaki düşman ülke Fargestan’ı anlatır. Aldo adlı Orsennalı anlatıcı, sonunda hiç yapılmaması gerekeni yapacak, iki düşman arasındaki Ölü Deniz’i bölen yasak çizgiyi geçerek Fargestan’a varacaktır. Ama bir savaştan, bir yolculuktan ziyade, ebedî bir bekleyişin hikâyesidir Sirte Kıyısı. Gracq, kırk yaşındayken yazdığı bu romanda, gençliğine damga vuran faşizm yıllarıyla, esas olarak da Vichy Fransasıyla hesaplaşmaktadır sanırım. Aldo’yla birlikte, Orsenna’nın yavaş yavaş faşizme gömülüşünü izlersiniz. Fargestan’la savaş fikrini besleyen “karşı kıyı” düşmanlığının, faşizmin altyapısını oluşturmak için kullanıldığını usulca sezdirir Gracq, bunu büyük ölçüde kişisel bir terennümün, bir iç sıkıntısının, mukadder bir felaketi bekleme hissinin ağırlığı içinde, sabrederek, okuru da sabretmeye, yavaşlamaya, sindirmeye, derinleşmeye zorlayarak yapar.
Romanda, Gracq’ın ifadesiyle, “Hiçbir zaman yapılmayacak bir deniz savaşı sürekli beklenmektedir.” Bense, sadece Sirte Kıyısı’nın değil, bir bütün olarak Gracq’ın yazarlığının, bu “bekleyiş” üzerine kurulduğunu düşünüyorum.
Antifaşist estetiği reddeden antifaşist
Gracq kadar şiirsel, handiyse erotik bir dille, onunki kadar kişiselliği ölçüsünde evrensel ve kalıcı hikâyeler anlatabilen pek az yazar tanıyorum. 1964 doğumlu Fransız romancı Jerome Leroy, bu küçük grubu düşündüğümde aklıma gelen isimlerden biri değildir doğrusu. Ama Leroy’nın bu ay başında Gallimard yayınevinin o pek ünlü “noir” dizisinden çıkan yeni kitabı Le Bloc’u (Blok), Fransızcamın kekeme ritmine uygun dur-kalklarla, hiç acelesiz okurken, çok tuhaf bir şey oldu; Leroy ile Gracq arasında sürprizli bir medcezir başlattı zihnim; elim Sirte’ye, Argol’e uzanıverdi.
Fransızların“le roman d’anticipation” dediği bir tür var; aslında daha ziyade, “bilim-kurgu”kavramının dile yerleşmesi öncesinde kullanılan, hayalî bir gelecekte veya hayalî bir diyarda kurgulanmış ütopik maceraları işaret eden bir terim bu. Bütün bir Jules Verne külliyatını getirin aklınıza ya da mesela 1984’ü. “Roman d’anticipation” sözü sadece bilinmeyenle ilgili kurmacaları anlatmıyor ama; sözün mânâsı, içinde kuvvetli bir sezgi, cesur bir öngörü, bolca merak, belki biraz korku ve birbirine eşit ölçüde sabırla sabırsızlık olan bir bekleyişi de düşündürüyor.
Bu bakışla, Gracq’ın bizi içine sürükleyip, ortasında beklettiği bütün hayal ormanları birer“anticipation” anlatısı. Leroy’nın pekâlâ bir gerilim romanı olarak okunabilecek Le Bloc’unda, beni hiç hesaba gelmez bir şekilde Gracq’la buluşturan da, her şeyden ziyade, metne bu duygunun hâkim olmasıydı sanırım. Leroy, Fransa’nın güncel siyasetinden yola çıkan bir kurguyla, 2012’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerini anlatıyor romanında. Kitaba adını veren “Blok” bu yarışa, aşırı sağdan katılan hayalî bir siyasi parti. Her ne kadar, Blok’un liderleri Agnes ile Roland arasındaki halef-selef ilişkisi, faşist Ulusal Cephe’de baba-kız Le Pen’ler arasında yaşanan devir teslimi hatırlatsa da, iki hikâyenin farklılıkları benzerliklerinden daha fazla. Burada, asıl ilginç olan şey, tanınmış bir komünist aileden gelen, kendisi de Fransız Komünist Partisi kökenli olan Leroy’nın “sağ” cenahı yazmayı seçmesi; Fransa’nın yakın geleceğiyle ilgili öngörü, sezgi, merak ve belki biraz da korku içeren bir bekleyiş hikâyesi içinde ülkenin faşistlerini anlatması. Leroy bunu yaparken, kendi çevresinin, hâkim dilinin, hatta bütün bir Fransız “noir” geleneğinin dışına çıkıyor aynı zamanda; sağcıları bir “solcu”gibi yazmıyor zira. Çok zor bir işe kalkışarak, “sol” duyarlılığı, hayata ve insana bakışına ve tabii, kelimelerine sinmiş bir yazar olmaktan vazgeçmeyi deniyor.
Beklenmedik biçimde “önce insan” olan faşistleri anlatıyor; romandaki iki faşist arasında gayet hakiki bir aşk ilişkisi var mesela ve okur, kitabın karakterleriyle özdeşleşiyor ister istemez. Sonuçta, Agnes’in, Rolande’ın, Antoine’ın milliyetçi gururdan yabancı düşmanlığına uzanan bir çizgideki fikirlerini“içeriden” okumaya ve bu politikaların yapıtaşı olan korkuyu, korkuyla beslenen çaresizliği, çaresizliğin dönüştüğü öfkeyi anlamaya başlıyorsunuz. Leroy, faşistlerin insaniyetini görmenize yardım ederken, aslında faşizmin “insanın zaaflarının zirvesi” olduğunu gösteriyor size.
Marianne dergisinin son sayısında Leroy ile yapılan söyleşiyi okuyunca farkına vardım ki, böyle “saf değiştiren” bir yazar, Fransız okurların hiç de kolay hazmedeceği bir şey değil. Leroy ise, neyi niye yaptığının pekâlâ farkında:
“Kendimi anti-faşist Fransız gerilim romanı geleneğinden bilerek ayırmak istedim. İdeolojik olarak değil ama estetik düzeyde ayrı durdum… Yazarken, şeytanlaştırma güdünüz diğer bütün hesapların önüne geçtiğinde, karakterler ve hikâyeler berbat birer karikatüre dönüşüyor zira. İnsanları Hitler gezegeninden birer robot gibi anlatmak ne iyi hikâyeler yazmanızı sağlar ne de toplumunuzdaki değişimi anlamanızı.”
Bu cümlelerin yardımı olmasa, Leroy’nın romanını Fransız faşistleriyle lüzumsuz bir empati daveti gibi görüp, okumayacaktım muhtemelen. Ama Marianne’daki söyleşi, Le Bloc’a çekti beni. Okudukça, Leroy’nın da, Gracq’ın Aldo’ya yaptırdığı şeyi yapmayı, yasak sulardan geçerek karşı kıyıya varmayı denediğini ve bunun her şeyden önce cesur bir “dil” değişimi gerektirdiğini daha iyi kavrıyorum.
Gracq’ın dediği gibi, “Seyahat programı, rüzgârlara ve akıntılara, yani dilin sebebiyet verdiği tehlikelere göre belirlenir her zaman. Hiçkimse, gözardı edilmesi imkânsız bir hayalet karşı kıyıdan onu çağırmadıkça, bilinmeyen bir denize açılmamıştır.”