19 Ekim 2016 15:56
Sözcü yazarı Can Ataklı, TSK'daki cunta yapılanması tarafından düzenlenen darbe girişimiyle ilgili olarak dönemin birinci ordu komutanı Ümit Dündar'a yönelik "Birinci Ordu Komutanlığı'nda oturan bir paşa vardı. O gece fıldır fıldır ortalıktaydı, darbeye karşı olduğunu söylüyordu. O bunları söylerken iki kilometre ötesinde çocuklar çaresiz halkla karşı karşıya kalmıştı. Hemen altlarında askeri tesis olmasına rağmen o çocuklar oradan alınmadı, IŞİD'vari yöntemlerle linç edilmelerine göz yumuldu" ifadesini kullandı.
Ümit Dündar, darbe girişiminin ardından yapılan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısında Genelkurmay 2. Başkanlığı görevine getirilmişti.
Can Ataklı'nın "Saray bütün Türkiye’yi teslim aldı" başlığıyla yayımlanan (19 Ekim 2016) yazısı şöyle:
Cumhurbaşkanı Erdoğan en üst perdeden konuşuyor “Kusura bakmayın, BEN Musul'a girerim” diyor.
Operasyonda ikinci günü de bitirdik. Türkiye hâlâ Musul'a girmedi.
Yani laf henüz havada, bir yere oturamadı.
Oraya ayrıca geleceğim ama önce şunu söylemek istiyorum; Erdoğan “BEN girerim” derken ne demek istiyor?
Musul'a girme yetkisi kendisinde mi?
Nerede parlamento, nerede hükümet?
İşte Türkiye'yi getirdikleri durum bu.
Bir kişi tüm ülkeyi adeta esir aldı.
Ne anayasa kaldı ne yasalar, ne hukuk ne de demokrasinin en temel kuralları.
Herkes bir kişinin ağzına bakıyor.
Buna da fiili durum diyorlar.
Yeteneksiz, basiretsiz, çapsız siyasetçiler kurtuluş yolu olarak “Ne yapalım, fiili durum yaratıldı, önüne geçemiyoruz” bahanesinin arkasına sığınıyorlar.
Dünyanın Erdoğan'ı ciddiye almadığı ortada.
Nereden çıkarıyorum bunu: Şuradan; Erdoğan günlerdir gürlüyor “Musul'a biz olmadan girilmesine izin vermeyiz, biz olmadan girerlerse olacaklardan biz sorumlu olmayız” diyor.
Siz bu söyleme karşı tek bir ülkeden tepki duydunuz mu?
Erdoğan Musul'a Şii bazı şiddet gruplarının gireceğini ve katliam yapabileceğini bu nedenle Türkiye'nin Musul'da olması gerektiğini haykırıyor.
Yine tek ülkeden tepki var mı?
Ne Amerika'sı ne başkası “Nereden çıkarıyorsunuz bunu, Musul'u IŞİD belasından kurtarırken halkın katliama uğramasına göz yumar mıyız, orada bir kişinin kılına bile zarar gelmeyecek” diyor mu?
Demiyor. Neden? Çünkü Türkiye'nin sözlerini ciddiye alan yok.
Erdoğan bir tek Türkiye'de ciddiye alınıyor.
Hükümet zaten tam teslim olmuş.
Ülkede bir başbakan var mı, hükümet üyelerinin bir işlevi var mı? Yok.
Parlamento tüm yetkilerini saraya devretmiş durumda.
Muhalefet farklı mı, Bahçeli'ye bakar mısınız neler söylüyor?
CHP bir türlü atağa kalkamıyor hâlâ “elalem ne der” paniği içinde.
Gelelim tekrar Erdoğan'ın “BEN” diye başlayan ve tüm Türkiye'yi bağlayacak konuşmalarına.
Ne mevcut anayasadaki maddeler ne de Erdoğan ve yandaşlarının özlediği başkanlık sisteminde savaş gibi bir duruma bir kişinin tek başına karar vermesine olanak sağlayacak unsur yok.
Başkanlık olsa bile savaş kararı ancak parlamentolar tarafından alınabilir, ancak bu karar alındıktan sonra ilgili makam sahipleri bunu uygulamak durumundadır.
Erdoğan bu en temel kuralı bile hiçe sayarak tek başına karar alabileceğini söylüyor ve bu tavrı ne gariptir ki Türkiye halkının yarısında “kahramanlık” olarak algılanıyor.
Şu anda yaşadığımız gelişmelerle ilgili yorumda bulunmak bile son derece zor.
Çünkü yazdığınız her satır birkaç dakika içinde yepyeni gelişmelerin ışığında çöpe gidebilir.
Buna karşı, Türkiye'nin hızla bir uçuruma doğru gittiğini, önümüzdeki günlerde “telafisi mümkün olmayan” büyük belalarla karşılaşacağımızı söylemek de kehanet olmaz.
Allah bizi korusun, başka bir şey diyemiyorum bugün için.
Devlet Bahçel'nin ne yaptığını anlamak mümkün değil.
Dünkü grup toplantısı inanılmazdı.
Önce kendi sesinden dinledim, notlarımı aldım. Sonra internet haber sayfalarından konuşma metnini bir daha okudum.
Eğer birisi “Bu konuşma kimin?” diye sorsa tereddüt etmeden “Erdoğan'ın konuşması” derim.
Sözleri, savunduğu görüşler, Amerika'ya, Batıya, kendisi dışındaki muhalefete söylemi birebir Erdoğan'ın sözleriyle örtüşüyor.
Suriye, Musul ve terörle ilgili bölümleri geçelim, son günlerde çok tartışılan başkanlık sistemine gelelim.
Bahçeli'nin dünkü konuşmasından anladığım eğer iktidar partisi başkanlık sistemini getirirse, MHP buna “evet” diyecek ve referandum sayısına ulaşılmasını sağlayacak.
Ama aynı MHP referandum aşamasında “parlamenter sistemden yana olduğunu” savunacak yani “hayır” kampanyası yapacak?
Peki, MHP başkanı başkanlık sistemine karşı yürüteceği “hayır” kampanyasının başarılı olacağına inanıyor mu?
Teknik olarak “halk karar versin” demek demokratik bir talep gibi gelebilir.
Oysa Türkiye demokrasi ve hukuk düzenini henüz içine tam sindiremediği için bu tür referandumlar hep iktidarın görüş ve arzuları doğrultusunda sonuçlanır.
MHP başkanı da referandumdan “evet” çıkma olasılığının daha yüksek olduğunu herhalde biliyordur.
O halde karşıymış gibi görünüp de “halkımız neylerse güzel eyler” popülizmine neden sapar?
Bilmediğimiz bir şeylerin döndüğünü söylemek hiç de yanlış olmaz değil mi?
Erdoğan'ın saraydaki dünkü konukları üniversite hocalarıydı.
Artık her şeyin hakimi haline gelen Erdoğan tüm kurumların açılışlarını sarayda yaptırıyor.
Bana göre bunun iki amacı var.
Birincisi “Her şey benden sorulur, yargı da, yasama da, yürütme de bana bağlıdır, ben çağırırım gelirler” diyerek kamuoyunda güç gösterisi yapıyor.
İkincisi ise galiba artık her yere gitmeye çekiniyor. Üniversiteye gitmek ve muhtemel bir protesto ile karşılaşmak yerine onları ayağına getiriyor, huzur ve güven içinde konuşuyor
Erdoğan dün üniversite hocalarına terörist örgütleri anlattı. PKK'yı, FETÖ'yü, IŞİD'i yerden yere vurdu.
PKK'dan söz ederken “Kim ki PKK'nın Kürt halkının sorunlarını çözeceğini düşünür onun aklından şüphe ederim” dedi.
Hocalar bu sözleri çok alkışladılar.
Ama aynı hocalar çok değil iki yıl önce PKK lideri Abdullah Öcalan'la yapılan görüşmeleri ve iktidar temsilcilerinin Apo ve PKK ile ilgili övgü dolu sözlerini de alkışlıyordu.
Erdoğan bugün PKK'yı ciddiye alanların aklına şaşıyor ama düne kadar kendisi ciddiye alıyor, Apo ile görüşmeleri savunuyor, “gerekirse şeytanla bile görüşürüm” diyordu.
Türk halkının bir parçası olan üniversite hocalarının da hafıza sorunlu olduğunu bildiğimden Erdoğan'ı alkışlamalarına hiç şaşırmadım.
Geçen yıl aşağı yukarı bu dönemde yazdığım bir yazıda idealist bir öğretmenin öğretmenlik yaptığı köy okulunda kütüphane kurmaya çalıştığını belirterek bu konuda sizlerden yardım beklediğimi yazmıştım.
Sağ olun var olun, bu okula kitaplar yağdırdınız. Bununla yetinmeyenler o köye oyuncaklar, ders aletleri, kırtasiye malzemeleri de gönderdiler.
Böylelikle bu köy okulunun emsallerine göre hayli zengin bir kütüphanesi oldu.
Şimdi bu idealist öğretmen köy okuluna bir de laboratuvar kazandırmak istiyor.
Ancak bunun için yapacak paraları yok. Köyde buna uygun bir bina da bulunmuyormuş.
Ama o öğretmen çareyi bulmuş. Bir konteyner bulursa bunu laboratuvar haline getirecek.
Diyorum ki; öncelikle konteyner imal eden firmalardan biri bu köye bir konteyner gönderebilir. Ya da eğitime önem veren sevgili okurlarım bir konteyner alabilir. Çok büyük para değildir bu.
O öğretmenin adı Aslı Topak. Görev yeri Manisa Akhisar Başlamış köyü.
Öğretmenin telefonu bende. Arzu edene veririm.
Kütüphaneyi el birliği ile kurduk bir de laboratuvar kazandıralım.
Korkunç dinci faşist darbe gecesinin izlerini üzerimizden atmaya çalışıyoruz. Darbeciler tek tek yakalanıyor. Umarım ve dilerim adil bir yargılama ile yaptıkları ihanetin hesabını verecekler.
Ancak o gecenin çoğu hiçbir şeyden habersiz “masum darbecileri” de var. “IŞİD eylem yapacak” bilgisi ile Boğaz Köprüsü'ne getirilen gencecik askerler. (komutanları kastetmiyorum)
Nedense bu çocukların sabaha kadar çatışma içinde kalmalarına göz yumuldu. Ama asıl facia daha sonra yaşandı. Teslim olan, silahlarını, üniformalarını bir kenara bırakan o çocuklar linç edildi. Başı kesilen, dövülerek öldürülen, köprüden atılanlar var.
Bunların hesabı da sorulmayacak mı?
Birinci Ordu Komutanlığı'nda oturan bir paşa vardı. O gece fıldır fıldır ortalıktaydı, darbeye karşı olduğunu söylüyordu. O bunları söylerken iki kilometre ötesinde çocuklar çaresiz halkla karşı karşıya kalmıştı. Hemen altlarında askeri tesis olmasına rağmen o çocuklar oradan alınmadı, IŞİD'vari yöntemlerle linç edilmelerine göz yumuldu. O paşa şimdi hangi görevde bilmiyorum, ama hâlâ mı vicdanı sızlamıyor, o çocukların hesabını sormak aklına gelmiyor mu? Bir komutan emrindeki askerleri linç edilmeleri için orta yerde bırakır mı? Çok mu zordu köprünün güvenlik yolundan o çocukları astsubay okuluna indirmek. Ya da Çengelköy'deki polis karakolunun yanına bir hücumbot yanaştırıp 16-18 yaşındaki çocukları oradan aldırmak. O gece demokrasimiz açısından ne kadar korkunç bir geceyse, paşaların çocukları linç ettirmeleri de o kadar korkunçtu. Şu ana kadar bir şey yapmadıklarına göre bundan sonra da yapmayacaklar. Ama dilerim ömürlerinin sonuna kadar o çocuklar bu aymaz paşaların rüyalarına girer onların kâbusu olur.
Musul operasyonuna asla katılamayacağımız defalarca söylendi.
Üstelik kim söylüyor bunu?
“Haddini bil, sen benim kıratımda mısın?” diye aşağıladığımız Irak söylüyor.
Amerika'ya dönüp bakıyor bizim iktidar, o sus pus, sadece “Bu kararı Irak verir. Gidin onunla konuşun” diyor.
İddiamız çok yüksek ve sert.
Bizzat Cumhurbaşkanı “BEN” diyor “Musul'a girerim.”
Girip giremeyeceğimizi kısa bir süre sonra göreceğiz. O nedenle bu konuda yorum hatta tahmin yapmak bile çok zor. Ama şu da bir gerçek ki ak mı kara mı birkaç günde belli olacaktır.
Tam bu aşamada Başbakan “dalga geçer” gibi “Musul operasyonuna uçaklarımızın katıldığını” söyledi.
Peki, bu muydu kastımız?
Musul operasyonuna katılmak deyince havadan vurmayı mı düşünüyorduk ve bunu mu başardık?
Ya da iri laflardan sonra kimsenin bizi ciddiye almadığını görüp “Ama bakın katıldık işte” diyerek yine günü mü kurtarıyoruz?
Neresinden bakarsanız bakın tam bir rezalet durumu yaşıyoruz.
© Tüm hakları saklıdır.